- 1170 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
istanbul-1
Birinci gün: gündüz
Sonbahar gelmeden bir daha görmek istiyordum onu. Cumartesi sabahı otobüse bindim. Molasız servis çok iyi fikirmiş. Öğlen bir çınaraltı kahvesinde çayımı istemiştim bile. Anlaşılmaz bir gülüşüm vardır benim. Bir şeye çok sevinmişim ama ne olduğunu ben de tam bilemiyormuşum gibi. Arkadaşımın şaşkın bakışlarından anlıyordum ki farkında olmadan öyle gülümsüyordum yine denize doğru. İstanbul’daydım.
“Ne ballı kızsın” dedim. “Sen gel, İstanbul’un en güzel semtinde bir okula tayin ol. Üstelik kuzeninin de okula bir durak mesafede boğaza nazır bir evi olsun ve git oraya yerleş. Kirayı da ikiye bölün. Nasıl kısmetlisin kız sen böyle!” Hoşuna gitti söylediklerim. Güldü. Ufacık tefecik bir kızdır Birsen. Ama harbi kızdır. Doğuda çalıştığı günlerde çok öğrencinin cebine harçlığını koymuşluğu, çok öğrencinin evine gidip aile meselelerini çözmeye çalıştığı olmuştur. Girişkendir, konuşkandır. Haksızlığa hiç dayanamaz. Ben dolmuşta para üstü gelmese çekinip isteyemem mesela, o başkasının bir kuruşu için şoförü bile dövebilir. İnanmadığı işe girişmez. Dershaneden istifasını verdiğinde kuşkuları vardı. Bir süre “I am a looser” diye gezdi durdu. Herkes o parayı nasıl teptiğine hayret etmişti. Ama ben doğru yaptığına inanıyordum. Sık sık telefonlaşıyorduk, dertleşiyorduk. Benim de zor zamanlarımdı. “Daraldım” derdim “Oruç tut” derdi. İyi gelirdi. Benim o kadar pratik önerilerim yoktu, o yüzden en az yarım saat konuşur, sıkıntılı günlerin geride kalacağına, çok daha iyi bir iş bulacağına inandırmaya çalışırdım onu. Sonra Allah yüzüne baktı, beklenmedik yerden bir kapı açtı işte.
“Tostunu bitir de kalkalım, çantayı eve bırakalım, gezecek çok yer var” dedi. Kalktık.
Kalabalık bir evdi burası. Antredeki panoda küçük küçük notlar, raflarda kitaplar, CDler, , fotoğraflar, buzdolabının üstünde bir sürü mıknatıs: Madrid’den bir matador ve boğası, Londra’dan iki katlı bir otobüs, “Portekiz’i seviyorum”, Buenos Aires’dentango yapan bir adam ve kadın, sonra akrilik meyveler, likör şişeleri. Buzluk kapağı da boş kalmamıştı; özel bir diyetisyenden alınmış vücut yağ dağılımı raporları, kalori cetvelleri ve randevu takvimi. Belli ki kuzen hem gezmeyi hem de yemeyi seven biriydi ve belli ki birinci huyundan memnun ikincisinden ise pek değildi. Salondaki büfenin üstü biblolar ve totemlerle doluydu. Avizelerden boncuklar, kâğıt fenerler, küçük pelüş hayvanlar sarkıyordu. Televizyonun altında sönmüş tütsüler, kokulu mumlar ve umutsuz aşkları anlatan karanlık filmler duruyordu. Karşı duvarda eksiksiz bitirilip çerçevelenmiş bir yapboz: Osman Hamdi Bey’in kaplumbağa terbiyecisi, bin parça mıydı, iki bin mi biliyorum, arka odada bir yapboz daha: Cezanne’ın solgun sarı manzaralarından biri. Bunlarla uğraşmak için çok zamanı olmalıydı insanın. Modern, karmaşık, ayrıntılı ve zarif sayılmayacak bir ev. Sanki “aramış ama bulamamış bir hayat” sürmüştü biri içinde. Her şey bir satıra dökülmüş harfler gibi yan yana, hatta üst üsteydi ama anlamlı bir kelime okunamıyordu. Kesret bu muydu acaba? Aklımda bu düşüncelerle arkadaşıma yakalanınca mahcup oldum biraz. Özel hayatı kendineydi herkesin, ayrıca o olmasa şimdi nerede kalacaktım, arkadaşım nerede kalacaktı? Kuzen yalnız yaşıyormuş, özel bir şirketten emekli olmuş, Türkî cumhuriyetlerden birinden cazip bir teklif gelince de İstanbul’u bırakıp gitmiş. Ama evini kapatmak içine sinmemiş, ayda bir iki kez bu şehri görmezse yaşayamayacağını düşünüyormuş. Birsen’in kurası da tam o günlerde açıklanmıştı, böylece hem arkadaşım evsiz hem de ev sahipsiz kalmamış oluyordu.
Eşyaları bıraktık. Hiç vakit kaybetmeden çıktık. Bu güneşli günü değerlendirmek istiyordum. Gezi planını arkadaşım yapacaktı, artık İstanbullu sayılırdı. Sahilden bir motora binip karşıya geçtik. Motor İstanbullular için sıradan bir şey olabilir ama su üstünde gitmek beni çocuk gibi sevindiriyordu. Oturduğum şu tahtanın birkaç karış altında bambaşka bir âlem vardı. Balıklara, mercanlara, isimlerini pek iyi bilmediğim o iri su böceklerine ait, yosunlara ve planktonlara ait bir âlem. İçinde üç dakikadan fazla yaşayamazdım, ama üstünde süzülüp gitmek çok keyifliydi. Etrafı seyrettim, mavi başka neye bu kadar yakışabilirdi diye düşündüm. Boğazdan bazen yunus sürülerinin geçtiğini duymuştum, bugün ortada birkaç martıdan başka kimse görünmüyordu. Yunusların keyfi bilirdi tabii, ister geçerlerdi, ister geçmezlerdi. Deniz ne de olsa onların vatanıydı. İstanbul da benim vatanım.
Günlerdir sanal haritadan baktığım, büyüttüğüm, küçülttüğüm, kesip yapıştırdığım, o kıyı mahalleleri şimdi karşımdaydı. Motordan atlayıp mutlu bir cumartesi kalabalığının içine karıştık. Yürümeye başladık. Bu evlerde vaktiyle kimler oturmuş, bu çınarlar kaç yaşında? Bu sokağın ismi nereden gelmiş? Ne demek muvakkithane mesela? Üzengi ağası kim? Fenerli türbede kim yatıyor? Her şeyi öğrenmek istiyordum. Genç cumhuriyetin kalemiyle çizilmiş, tertipli bir şehirden geliyordum ben. Meclisimizle, opera binamızla ve başı büyüyememiş bir mantara benzeyen Atakulemizle övünürdüm. Ama İstanbul, Osmanlı’dan da eski bir şehirdi. Her köşesinde beni şaşırtıyor, afallatıyordu. Apartmanlar arasında iki yüz senelik bir ahşap ev, Bizanslılardan kalma bir yıkık duvar, ana caddeden sapınca bir çıkmaz, meydana inen bir merdiven. Yollar yükseliyor ve düşüyor, yapılar çürüyor ve onarılıyordu. İstanbul hem kendi zamanı içinde genişliyordu, hem de tarihin derinliklerine doğru uzuyordu. Şu sırtlardan denize doğru bakarken, bir zamanlar aynı yerde bir padişah kızının durup denize bakmış olabileceğini düşündüm, ondan da önce bir Bizans askerinin, ondan da önce Romalı bir ihtiyarın. Ürperdim. Asırlardır üstünden nice insanlar geçmişti. Muzaffer ya da mağlup, zalim ya da müşfik, kaba saba ya da zarif insanlar. Vandallar, dervişler, keşişler, lejyonerler, şairler, paşalar. Çirkin ya da güzel insanlar. Ama İstanbul hep güzel kalıyordu.
YORUMLAR
Güzel İstanbul'umu anlatan bir yazı gördüm mü okumadan yapamam.
Dün okuyup, yorum yazamamıştım, oğlum, gelinim, torunum geldiler, onlarla sohbet ağır bastı.
Yazınız akıcı, severek okudum, devamı şu an ana sayfada, hemen okumalıyım, selamlar.
cizgilikagit
Teşekkür ederim.
Selamlar.
Süper bir anlatım. Baştan sona bir solukta okudum ve bayıldım anlatımınıza. Devamı var herhalde. Takipçinizim. Sevgilerimle.
cizgilikagit
İtiraf edeyim ki üstünde çok uğraştım. Büyükler hamuru çok oynama maya tutmaz derler ben de çok oynadım ve maya tutmayacak bu yazı diye endişelenmiştim. Tekrar teşekkürler.
Selamlar.
cizgilikagit
Yazıyı okurken uzun çok uzuuuuuun ahhhh.... çektim.Gözümün önüne geldi İstanbulun sokakları.Sonra k.çamlıca bir keyif çayı,eyüp sultan hz.lerine bir dua (Şefaatine nail etsin).pier loti de kahvaltı,sonra sahilde bir yürüyüş.
Ne güzeldi yazınız.
cizgilikagit
Beğendiğinize memnun oldum. Yorumlarınız için çok teşekkür ederim.
Selamlar.
Gecenin Sessizliği
cizgilikagit
Selamlar.
KALFA
cizgilikagit
Yorumlarınız için teşekkür ederim.
Selamlar.