- 913 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ABBAS YOLCU'NUN SERÜVENLERİ - 1 -
Abbas Yolcu’nun Serüvenleri - 1 -
Sarı sıcaktı ortalık. Bunaltıcı bir hava vardı. Nefes alıp vermek gayet zorlaşmıştı. İnsanlar, hayvanlar, kuşlar, böcekler ve hatta bitkiler dahi serinliği arıyordu. Kahvenin önünde oturanlar yaşlı ulu çınarın gölgesi altına sığınmışlardı. İçlerinde en yaşlı olanı çay bardağına iki topak şeker attı. Uzun parmaklarının arasına, çaydan sararmış çay kaşığını sıkıştırdı. Titreyen parmaklarına kıstırdığı kaşık ile sanki deve çanını andıran ses çıkararak, çayının şekerini karıştırıyordu. Bu arada kahveci yamağı elinde uzun bir hortumla onların yanına geldi. Ortada başıboş duran bir kaç sandalyeyi köşelere topladıktan sonra, kahvenin içine dönüp, ağzını pabuç gibi açarak;
„Hey usta! Açıver musluğu!“ diye bağırdı.
Elinde tuttuğu hortumu bilinsizce Memiş’e doğru çevirmişti. Birden tazyikli su gelince Memiş, adeta ıslanmamak için sandalyesinden hopladı. Hopladı hoplamasına, fakat, başındaki kasketi yere düştü. Kırk şişe şarap içmiş sarhoş gibi hortum, karnındakileri şapkanın üstüne çıkardı. Bu arada Memiş’in kel başı göründü. Tabii ki yere düşen şapkası da bir güzel ıslandı. Kahveci yamağı;
„Memiş Dayı, alsana şu eski şapkanı yahu!.. Niye dolaştırıyorsun bu paspalı ayak altında?” diye üste çıkınca Memiş’in kafasının tası attı:
„Bak şunun yediği naneye? Hem suçlu, hem de beni azarlıyor! Bu ne demek oluyor ulan!..” diye bağırdı. Bu bağrışmaları duyan kahveci de dışarıya geldi. Oturanlara ve Memiş’e bir göz attıktan sonra; çırağına;
„Ne var, ne oluyor burada?“ deyip bir bakış fırlattı. O da;
„Usta, bak hele bak! Memiş Dayı’nın kasketi düştü. Keli göründü gidi keratanın. Ben de Memiş Dayı’yı saçlı başlı biri zannederdim. Meğer onun saçı da, dişi de dökülmüş“ deyip „Hah, hah, hah!“ diye gülünce; Memiş, yerinde duramadı. Kaptığı gibi yerden sandalyesini kaldırdı. Kahveci çırağına vurmak için savurdu. Gözle kaşın arasında Memiş’in dayağından kaçan kahveci yamağı, elindeki hortumu olduğu gibi ortalığa fırlattı. Tazyikli su hortumu ise düştüğü yerde yılan gibi dansediyordu. Kahveci yamağı Memiş’in fırlatmak istediği sandalyesinden kahvenin içine doğru kaçarken, ustasını göremedi. Ona çarptı. Kahveci yere düştü. Bu arada sandalyelerden kalkıp sağa sola kaçışanlar birbirlerini çiğnememek için dikkat ediyorlardı. Çünkü, sağa sola ince belli bir kadının yılan gibi kıvrılmasını andıran hortum, onların üzerlerine su fışkırtıyordu. Hepimiz sırılsıklam olmuştuk.
Hele kahvecinin üzeri pek güzel ıslanmıştı. Herif, bu duruma öyle öfkelendi ki, adeta acı ot yemiş danalar gibi burnundan soluyordu. Üzerine kırk metre küp soğuk su dökülse, kızgınlığı geçmeyecekti. Kahveci yerden kalkarken bu sefer de ayağı kaydı. Yenice ıslanıp, çamurlaşmaya başlayan yere „Şaaap!“ diye düştü. Beyaz önlüğü rengarenk çamur oldu. Durumun fena olduğunu gören kahveci yamağı, üstündeki beyaz önlüğü çıkarıp, yerde yatan yarı ıslanmış ustasına adeta fırlattı. Açıp ağzını yumup gözünü;
„Benim burada can güvenliğim yok!... Bu yüzden de işi bırakıyorum. Al şu iş önlüğünü de başına çal!.. Kendine bir enayi bul. Belki, o, senin her dediğini tutar. İstediğin gibi çalışır. Haydi bana eyvallah!“ deyip ok gibi fırladı dışarıya. Birden gözden kayboldu. Yaşlı çınarın gölgesi altında oturanların hemen hemen hepsi ıslanmıştı. Bekçi Musa ile Kara Bekir, kahveciyi düştüğü yerden kaldırdılar. Bu arada Memiş, yerde içi göllenmiş gibi duran şapkasını aldı. Kasketin içinde birikmiş olan suyu boşalttı. Sandalyenin kenarına bir kaç defa çarptı. Ardından da sandalye kenarına iliştirdi. Kendi kendine söylenen Memiş, kahveciye dönerek;
„Nereden bulursun böyle salakları?..“ diye serzenişte bulundu. Bu söz kahvecinin asabını iyice bozdu. Öfkeden küplere binen Kahveci, Memiş’e;
„Sus be kardeşim! Görüyorsun işte! Herif hem suçlu, hem de güçlü. Suçunu kabul etmediği gibi bir de yüzüme önlüğü çarpıp, ağır söz söyledi. Sizlerin yanında bana etmediği hakaretler kalmadı. Ah bir elime geçirsem; ben onu nasıl kıyarım. Önce kuşbaşı yapıp doğrayacağım. Ondan sonra da kıyım kıyım kıyacağım!.. Ah onu yakalasam! Ah bir yakalasam!..“
Bu arada kahvenin sağ yanından, onların yanına gelen Abbas, birden önündeki manzarayı görünce, ağzı bir karış açık kaldı. Elindeki gazetesini hayretten yere düşürdü.
„Ne oldu burada yahu? Burayı görenler, Amerikan uçakları, sanki Körfez’deki petrol kaynaklarını korumak için Irak’ı bombalamış sanırlar. Yoksa burada bir eşek mi sıpalattınız?“
Memiş, kahveci ve diğerleri de adeta Abbas’a suçlu gibi baktılar. Uzun parmaklı ellerini omuzlarına kadar kaldıran Abbas, „Ben suçsuzum“ der gibi onları süzdü. En yaşlı olanımız, Abbas’a yanında yer gösterdi. Öbürleri de ses çıkarmayınca Abbas, işaret edilen yere geçti. Bu yaşlı adam, ona olanları kısaca anlattı. Abbas, yarı ıslak olanları şöyle bir süzdükten sonra, göbeğini tutarak, yeri göğü inleten bir kahkaha attı. Zaten Abbas’ın kahkahası bu civarda oldukça meşhurdur. Elini bir paşa gibi kahveciye doğru uzatarak;
„Böyle küçük şeylere kızılır mı, be yahu?“ diye söylendi. Orada oturanların yüzüne Abbas’ın kahkahası adeta soğuk su serpmiş gibi bir his verdi.
Meseleyi öğrenen Abbas, herkese yerlerine oturmalarını rica etti. Halbuki kimse ıslak ve nemli sandalyeye oturmak istemedi. Fakat, Abbas onlara;
„Bu sıcak havada bedavadan serinletmiş bu çocuk sizi. Siz de pek nankörsünüz be! Bu davranışından dolayı kızacağınıza, daha ona bir miktar para vermeniz gerekir. Hele şöyle oturun da ben size başımdan geçen bir olayı anlatayım.“ dedi.
„Bundan altı ay önce bir asker arkadaşımı ziyaret ettim. Arkadaşım, Ege Denizi’nin sahilinde bulunan küçük bir köyde oturuyordu. Oraya gitmek için köye en yakın kasabadan bir dolmuşa bindim. Her taraf yemyeşildi. Tarlalar ekseriya çalışan kadınlar ile doluydu. Bayırlar ve dağlarda zeytin ağaçları boy gösteriyordu.
Asker arkadaşım Emin’in köyüne bir saat sonra vardım. Köy, bizim buradan küçük, lakin oldukça temiz ve kalabalıktı. Evlerin dış duvarları beyaz boya ile boyanmıştı. Asker arkadaşım Emin’i bulmak hiç de zor olmadı. Gerçi görüşmeyeli onbeş sene filan olmuştu. Beni görür görmez tanıdı. Askerde iken gayet yoksul olan Emin, artık burada durumunu düzeltmişti. Eski halinden ise zerre kadar birşey kalmayıp, yoksuluğu yenmişti.
Köyün ortasında bir kahve ile bir bakkal dükkanı işleten Emin, bu işyeri hikayesini bana kısaca nakletti. Evlenmiş ve üç çocuk sahibi olmuştu. Emin’e, Allah bir kere „Yürü kulum!“ demişti. Gece gündüz çalışıyormuş. Derisi manda derisi gibi sertleşmişti. Çenesinin uçunda da bizim keçinin sakalı gibi bir tutam kıl bırakmıştı. Beni en çok hayrete düşüren ise dizlerinin bir karış üstünde duran don ve akletle dolaşmasıydı. Hemen kahvenin önüne bir sandalye çekip oturttu. Kahveciye bir çay ısmarladı. Ardından da bakkala girdi. Sepetli gençlerin, çocukların biri gelip, biri gidiyordu. Emin, onların elindeki listeleri alıp, yanında çalışan çocuğa bağırarak malları getirtiyordu. Sepetlere koyduruyordu.
Böylece aradan bir saat daha geçti. Beni unuttu diye düşünürken birden benden yana dönüp;
„Sen el değilsin Abbas kardeş. Hele biraz bekle. Kusura bakmazsan şu işi de bitirelim“ dedi.
„Estağfurullah“ deyip ona yardım edebileceğimi söyledim.
„Sen şimdi misafirsin“ diye karşılık verdi. Ardından da bana bir kahve ısmarladı.
Kahveyi yudumlarken Emin’in bakkala on kadar yarı çıplak kadın, kız, erkek, çocuk geldi. Emin’e birşeyler söylediler. Abooo! Bizim Emin, onlara aynı şekilde cevap verdi. Bu vaziyetten bir şey anlayamadım. Askerde mektup yazamayan Emin, burada İngilizce, Fransızca, Almanca öğrenmişti. Gelen giden ile konuşur olmuştu. Vay be! Biz, hâlâ eski berbere sabunsuz tıraş oluyorduk. Bırak bir Frenk dilini konuşmayı, kendi lisanımızı doğru dürüst dahi ne yazabiliyordum, ne de konuşabiliyordum.
Bir ara içeriden köylü giyimleri ile ocak bardağı kadar kapkara, köfün gibi bir kadın çıktı. Aha!.. O kadın, yalnız kıçı zarı donlu erkek gavurla konuşmasın mı?!. Şaşırdım kaldım vallahi... Beğenmediğim kadın gavurun dilini biliyordu. Ar namus gitmiş burada diye hayıflandım. Yarı çıplak turistler gittikten sonra Emin, o duba gibi kadının kolundan tutarak kahveye yanıma getirip;
„Bak Gülten, her zaman anlatıp, dilimden düşürmediğim, askerdeyken sana gönderdiğim mektupları yazan asker arkadaşım Abbas,“ dedi.
Emin ile beraber o zaman ne maniler yazmıştık. Onun anlattığına göre Gülten, dünya güzeli birisiydi. Fakat, bu kadın o şiirlerde bahsedilen kadının yanından geçemeyecek kadar çirkin, hem hantal, hem de patavatsız. Neredeyse tipsizlikten altı ay hapiste yatacaktı. Yüzü, yanağı kıllar içinde. Kalın dudaklarını açınca ağzında dökülmüş dişlerinin yerine taktırdığı kaba altın dişleri parıldıyordu.
Kadın „Hoş geldin“ der gibi elini bana uzattı. Hayretten neredeyse küçük dilimi yutacaktım. İster istemez hayatımda ilk defa bir kadınla tokalaştım. Aslında kadınlara elimi vermezdim. Fakat, belki arkadaşım kılıbıktır. „Ne biçim arkadaşın var“ deyip sonra bizim Emin’e dayak atar diye düşündüm. Hiç ses etmedim. O kara kadınla ne yapacaksın, mecburen toka ettim.
Müşteri gelince Emin tekrar bakkala gitti. Biz de Gülten Yenge ile ayak üstü lafladık. Hoş beşten sonra kadın, kahvenin önünde karşıma oturdu. Bağrı da açıktı. Ara sıra bir de eteklerini yellendiriyordu. Utancımdan hep sağa sola bakıyordum. Hicabımdan onun ile konuşmaya çekinirken, o ise gelen giden erkeklere „Hallo Ahmet Ağa, Merhaba Doğan Bey, Tag Martin“ diye selamlıyordu. Verilen selamları alıyordu. Bizim Emin’de hiç oralı değildi. İçimden „Boynuzlu kavat“ diye mırıldandım. Böyle bir durum karşısında iyiden iyiye şaşkına dönmüştüm.
Bu arada Gülten Yenge, kahvenin içine doğru dönüp, altın dişlerini göstererek;
„Oğlum Ali, bize iki tane soğuk bira getir!“ diye haykırdı.
Onun bu seslenişinin üstünden bir dakika geçer geçmez, kahveci yamağı üstü köpüklü iki cam bardak getirdi. Bu bardaklar bizim ölçek tasları kadar vardı. O kara kadın;
„Haydi Abbas Çavuş, hoş geldin bize. Bizi mutlu ettin. Sıhhatine!..“ dedi. Kafasına bardağı dikti. Kadın lıkır lıkır içiyordu.
Eee buralar turistik yer. Buralarda yabancı meşrubatlar bulunur. Bu köpüklü meret böyle bir şeydir diye ben de kafama diktim. Neredeyse elimdeki bardağı fırlatacaktım. Emin’in asker arkadaşıyım, ayıp olur diye diktim. Genzimi yaktı. Gözlerimden yaşlar boşaldı. Kadına bir göz attım ki, neredeyse bitiriyordu. Elinin tersiyle ağzının kenarındaki köpükleri sildi. O içti, ben de içtim. Bardakları boşalttık. Bu arada kalabalık yabancı müşteriler geldi. Gülten Yenge, benden izin alıp, doğruca bakkala gitti.
O gitti ama bende de bir haller olmaya başladı. Bu arada ikindi ezanı okunuyordu. Askerde dahi namazımı terketmemiştim. Hemen yerimden kalktım. Dükkânın önünde meyve satan Emin’e, „Camiye gidiyorum“ dedim. O da bana caminin yerini tarif etti. Hemen koştum. Caminin avlusundaki şadırvanda abdest aldım. Başım dönüyordu. Koskoca camide ön safı dahi dolduramadık. Farzı kılıyorduk. Yerimde de duramıyordum. Başım dönüyordu. Hacı yatmaz gibi bir o yana bir bu yana sallanıyordum. Sallandıkça dengem bozuluyordu. Son rekatta secdeye giderken „Paat!“ diye düştüm. Yerimden kalkmak için yekindim ama kalkamadım. Kırık su testisi gibi olduğum yerde kalakaldım.
Hoca, namazı hızlı kıldırdı. Selam verdikten sonra başıma geldiler. Yüzüme eğilince nefesimi koklayan hoca;
„Hemşerim, içkili iken namaz kılınmaz ki“ dedi.
Bütün gücümü toplayarak;
„Ben hayatta içki içmem hoca!“ diye bağırdım.
„İnkâr etme evladım. İşte ağzın leş gibi bira kokuyor“ deyince birden Gülten Yenge ile içtiğimiz meşrubat aklıma geldi. „Bira, biraaa!“ dedim. Mesele anlaşılmıştı. Beni incitmeden bir köşeye yatırdılar.
Onlar, ikindi namazının sünnetini kıldılar. Camiden çıkarken beni de alıp yanlarına, cami avlusuna getirdiler. Yüzümü soğuk su ile yıkadılar. Meğer Gülten Yenge ile içtiğimiz şey alkollüymüş, deyince orada bulunan bütün köylüler, kırıla kırıla güldüler. Memiş ve Kahveci üzerlerinin ıslaklığını unuttular. Abbas’ın içkili nasıl namaz kıldığını taklit edip, çatlayıncaya kadar güldüler. Yeri göğü inleten kahkaha attılar. Kahkahalar tozunu kaçırınca Abbas ayağa kalktı ve; „Haydi bana eyvallah! Artık gürültünüze fazla dayanamam. Abbas Yolcu,“ dedi ve gitti.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 10.08.1993
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.