- 660 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SORUMLU
Ergun Ecin, huy edindiği günlük kent içi gezintisine çıkarken hayli düşünceli ve kaygılıydı.
Gövdesini dışarı zor attığı evini düşünüyordu.
Ona göre evler; sözde iletişim çağının, iletişimde en yaya kaldığı, gönenç ve mutluluktan çok, acı ve suskunun boy attığı yerlerdi. Aynı çatı altında birbirine düşman, birbirini horlayan ne çok insan yaşıyordu.
Horlananın kadın ya da erkek olması rastlantıdan başka bir şey değildi.
O, en özgün örnekti buna.
Kısa bacağına destek olsun diye taşıdığı bastonuna el değiştirdi. Ağarlığını sağ bacağına kaydırdı. Gövdesini taşıyan bacakları arasında ayırım yapmanın yanlış olduğunu düşündü, gülümsedi
Ergun Ecin, erişkinlik yıllarını acıyı bal eylemek için tüketmişti. Yürütemeyeceğini anladığı yıllarda bu evliliği neden bitiremediğini düşünür de içinden çıkamazdı bir türlü.
Eşiyle olduğu gibi çocuklarıyla da iletişim kurmakta yaya kalmıştı. Emeklilikten sonra yüzünü dışa çevirerek, umarsızlığına gönlünce bir çözüm yarattığını düşünüyordu.
Gönüllü çalışabileceği kurum aradı bir süre.
Önerilen işlerin sorumluluk anlayışına uymayan yanları vardı. Hiçbirini içine sindiremedi.
Bağımsızlığı seçti.
Yakın çevresinden başlayarak isteyene kitaplığını açmaktan dil öğretmeye varıncaya değin her türlü yardıma hazırdı. Onun bildiklerini, -yurt içi, yurt dışı- gezilerinden edindiklerini kaç kişi görmüş, okumuş olabilirdi ki?
Otobüs beklerken, varlığına dıştan bakan, kendisiyle dalga geçebilen insanların rahatlığıyla gülümsedi, “Sorumluluk budalası mıyım ne?” diye mırıldandı.
Boş koltuklardan birine yerleşir yerleşmez, çantasından -ciddi eleştirileri olsa da- yıllardır vaz geçemediği Herald Tribune gazetesini çıkardı.
Herald Tribune okuması, uzun süre yurt dışında yaşamış olması, doğup büyüdüğü çevrenin insanından kopmak şöyle dursun, onlarla daha da yakın ilgilenmesini sağlamıştı. Ona göre, Batılı yazarların, düşünürlerin bilimi, teknolojiyi ulusal çıkarları için nasıl eğip büktüklerini, yazdıklarından çıkarmak her zaman olasıydı.
Çocuklarına bırakmadan önce otuz yıla yakın, olağanüstü bir çabayla yürüttüğü şirketini arada bir ziyaret etmekten kendini alamıyordu. Bu ziyaret ve gezinti amaçlı öteki otobüs yolculuklarıydı ki onu yaşama bağlıyor, birikimini, insan ve doğa sevgisini çevresindekilere aktarma olanağı sağlıyordu.
Çok istediği halde -babasının önünü kesmesiyle- öğretmen olamamış, hevesi içinde kalmıştı. Emekliliğinin, o fırsatı yeniden ve daha yetkin bir düzeyde sunduğunu düşünüyordu.
Kendine derslik olarak seçtiği kent içi otobüslerinde; yolcuların birbirlerine kaba davranmasına, aklına estiği yerde ineceğim diye tutturmasına, özellikle biletlerin yere atılmasına karşı sürdürdüğü bir tavrı vardı. Atılan, oraya buraya tıkıştırılan bir bileti alıp sahibine verirken, dış ülkelerde buna gösterilen özeni anlatır, bazen alaycı gülümsemelerle karşılaşırdı. Otobüsteki davranışlarından etkilenerek, çöpe attığı kağıtları, şimdi biriktirdiğini söyleyenlerle karşılaştığı da oluyordu. İşte o zaman gerçekten yaşadığını, işe yaradığını, çevresine ışık saçtığını anlar, içi mutluluk dolardı.
Yılgınlık nedir bilmeyen Ergun Ecin’in, sokakta yere tüküren birine kağıt mendil uzattığı, mendilin yere atılıp çiğnenmesini gülümseyerek seyrettiği çok olmuştu.
Herald Tribune’in, dünyayı yönetmek, yönlendirmek savlı köşe yazılarına ve haberlerine gömülmeden önce, yanına oturduğu gencin cep telefonu gösterisine takılmaktan kurtulamadı. Göz ucuyla izlediği küçük ekrandan akıl almaz ışık oyunları, renkli fotoğraflar akıyordu. Kendini, elindeki aracın tutsağı değil, kullanıcısı sanan gencin yanılgısı içini acıttı.
Cep telefonu çılgınlığı, öteki tüm densizliklerin önüne geçmişti son yıllarda. Otobüste, sokakta, hastanede, pastanede her yerde, yakışıksız konular yüksek sesle, ‘destursuz’ konuşuluyordu. Şimdi yanındaydı onlardan biri.
Ergun Ecin, ‘Sabırlı olmalı, yapabileceği tüm densizlikleri görmeli, dersini ondan sonra vermeliyim,’ diye geçirdi içinden. Bu yaştan sonra, her kuş için ayrı taş atmak, yoruculuğu yanında yakışık da almazdı.
Oturduğu mahallede yapılan davullu-zurnalı, havai fişekli düğünlere; bir zamanlar, usul ve usulünce söylenen, “huşu” içinde dinlediği Ezan’ın, gök gürlemesini andıran bir patlamayla okunmasına; son model arabalarının dokunulmazlığına inanmış, kaldırımları garajları sanan sonradan görmelere karşı durmak…hepsi, seksenine merdiven dayamış Ergun Ecin’in sorumluluk alanı içinde yer alıyordu.
Yaşamın doyulmaz, yücelten öz suyunu bu yolla tadabildiğini fark etmişti.
Sabah otobüse binerken, önden inmeye çalışan genç kadına, “Arka kapı arızalı mı Hanımefendi?” diye takılması geldi aklına, gülümsedi.
Kendini cebinin ekranına kapatmış genç, yarım saat sonra bir arada olacakları anlaşılan arkadaşıyla konuşuyordu şimdi. Onu izledi bir süre.
N’aber’ler…oha falan oldum’lar…yuuh yaa’lar…bay bay’lar birbirini izledi.
Ergun Ecin, bunaldı.
Bu koşullarda gazete, hem de Herald Tribune okuması olacak şey değildi.
Önlerden gelen genç bir kızın cıvıltısı karıştı yanındakinin sesine. Konuşmalar o denli benzeşiyordu ki gençlerin birbirleriyle konuşuyor olabileceğini düşündü bir an.
İki konuşma arasında gidip gelen Ergun Ecin, arka koltuktan yükselen kıvrak bir oyun havasıyla ancak toparlanabildi.
Geri dönüp baktığında; göğsüne bastırdığı bebeğini düşürmemeye çalışarak, çantasında telefon arayan kadını gördü. Kadın, kendisiyle saklambaç oynadığını düşündüğü telefona ağzına geleni söylüyordu.
Cepteki oyun havası, iki haneyi tamamlayıp üçe döndü. Müziğin ritmi, sıcaklığı, sıkıntılı düşüncelerinden koparıp aldı Ergun Ecin’i. Çok iyi tanıdığı bu türküyü bir türlü çıkaramıyordu. Üçüncü hanenin ortalarında yakaladı avını.
İçinden, ‘Buldum! Yandım Name Gelin bu çalınan,’ dedi. Oldukça değiştirilmiş ve aslına göre hayli bıçkın bir ritimle çalınıyordu. Ergun Ecin, televizyonlardaki gibi birilerinin kalkıp, otobüsün koridorunda kıvırmasından korkmaya başlamıştı ki ses kesildi.
Telefonunu bulmayı başaran kadın, açmayı da başarmıştı.
Otuz beş-kırk yaşlarında görünüyordu. Uyuyor mu, baygın mı olduğu ilk bakışta anlaşılmayan çocuğunu sol koluyla kucaklamış, sağ elindeki telefona daha bir sıkı sarılmıştı. Ötekilerin sesini bastırdı kadınınki.
Katıksız Orta Anadolu ağzıyla konuşuyordu kadın. Sivaslı, Çorumlu ya da Yozgatlı olabilirdi. Otobüste yalnızmış gibi aile gizlerini enikonu deşeliyordu kadın. Konuşma sürerken Ergun Ecin’le birlikte herkes başını genç kadına çevirdi.
Duraklayarak ama dili dolaşmadan konuşuyordu, Name Gelin (!)
“Oğlan çok hasta, bir haftada eridi bitti yavrum.”
…
“Alooo, sen benim dediğimi dinlesene ecik!”
…
“Ot kaynatıp içirecağmiş! Kurtaramazsa da kurşun döktürecağmiş anan.”
…
“Hastaneye götürmeyim de noğrüyüm?”
…
“Benim ağzımı açtırma herif! Anan para mı koklatıyo!”
…
“Noğrecağam ha! Götürüp acile, doktorun önüne atacağım!
Yolcuların, üstüne çevrilmiş meraklı bakışları umurunda değildi kadının. Bakışlara; o ilk alaycı hava yerine acıyan, anlamaya çalışan bir sıcaklık yerleşmişti. Telefonu kapatıp çantasına attı. Şimdi, onun suçlayan bakışlarıydı çoğunluğu erkek yolcular üstünde dolaşan.
En son, en yakınındaki adamın, Ergun Ecin’in hüzünlü, babacan gözlerine dikti gözünü.
“Böyle erkeklik olur mu amca?” dedi. “Anan olacak kadının yanına üç bebeyle at karını, al başını git! De sen şimdi, ben ne bok yerim bir başıma? Allah canımı almıyor ki kurtulayım!” Başını iki yana sallarken gözleri bulutlanmıştı.
Kadının umarsızlığı herkesten çok Ergun Ecin’e dokundu.
Son sözlerini onun gözünün ta içine bakarak söylemişti kadın.
...
Ergun Ecin, kendisini nerelere değin sürükleyebileceğini kestiremediği, giderek ağırlaşan bir sorumluluk duygusuyla dolup taştı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.