- 7479 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
MEHMET EMİN YURDAKUL'UN ANISINI YAŞATMAK
“Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et
Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.”
Mehmet Emin Bey, 13 Mayıs 1869’da Beşiktaş’ta doğdu. Babası balıkçı Hâlim Ağa’nın oğlu Sâlih Reis’tir. Annesi, Edirne civarında Hasköy’de ikâmet eden, aslen Şebinkarahisarlı, baba mesleği körükçülük olan Emine Hanım’dır. Hamdullah Suphî Tanrıöver, Sâlih Reis için: “Adını dillerimizde her zaman anmağa mecbur bulunduğumuz, bu mübarek adam iliklerine kadar Türk’tü. Okuyup yazmak bilmezdi; fakat eski Türklerin, eski gazâların hikâyesi ile dolu olan ruhu, tarihi sever oğluna okuttuğu beyitleri, sayfaları dinledikten sonra ‘Hey gidi günler!’ diye geçmişe hasret çeker son devir için utanır, yerinirdi.” der.
Mehmet Emin Bey yedi-sekiz yaşlarında Saray Mektebi de denilen Sıbyan Mektebi’ne başladı. Üç yıl sonra Beşiktaş Askerî Rüşdiye’sini girdi. Ardından Mülkiye Mektebi’nin idadî kısmına yazıldı, ancak tasdiknâme alarak eğitimini yarıda bıraktı. 1887’de Bâbıâli Sadâret Dâiresi Evrak Odası’na maaşsız kâtip olarak atandı. İki yıl sonra Mekteb-i Hukuk’a kayıt yaptırdı. Madam Mutt’un maddî desteğiyle ABD’ye gitme, orada İngilizce öğrenme ve tahsiline devam etme hâyali Madam Mutt’un anî ölümüyle suya düşünce, Mekteb-i Hukuk’a dönmedi. Bâbıâli kaleminde üç yüz elli kuruş aylıklı kâtip oldu. 1890 yılında Ebuzziya Matbaasında bastırdığı “Fazilet ve Asalet” adlı risaleyi Sadrazam Cevad Paşa’ya takdim etti. Cevad Paşa risaleyi beğendi ve Mehmet Emin Bey’i Rüsumat Emîni Hasan Fehmi Paşa’ya tavsiye etti. Hasan Fehmi Paşa, Mehmet Emin Bey’i yedi yüz kuruş maaşla önce Rüsûmat Tahrirat Kalemi Müsevvitliği’ne, bir müddet sonra da Rüsûmat Evrak Kalemi Müdürlüğü’ne tayin etti. Mehmet Emin Bey, bu dönemde İstanbul’da olan Cemâleddin Afganî’yle tanıştı. Onun rahle-i tedrisinden geçmiş, Afganî’yi mürşid belledi.
“....bu büyük İslam müceddidi, Türk vatanında Mehmet Emin Bey’i bularak halk lisanında, halk vezninde milliyetperverâne şiirler yazmasını teşvik etmiştir.” (Ziya Gökalp)
1897’deki Yunan Harbi esnasında Selânik’te Asır gazetesi ve İstanbul’da Malumat mecmuasında neşredilen "Ben bir Türküm dinim, cinsim uludur
Sinem özüm ateş ile doludur
İnsan olan vatanının kuludur
Türk evladı evde durmaz giderim”
mısralarıyla başlayan “Anadolu’dan Bir Ses Yahud Cenge Giderken” isimli şiiriyle millî heyecanı arttırdı. Bu şiiri 1899’da neşredilen “Türkçe Şiirler” isimli küçük şiir kitabında da yer aldı.
Türkçe Şiirler” yayınlanır yayınlanmaz vatanperver duyguları işlediğinden takdire mazhar oldu. Abdülhak Hamit (Tarhan) İkdam Gazetesi’ne göre şairi şu sözlerle övmekteydi:
“Türklere mahsus bir üslûp.Belki de vatanımızın dağ ve ırmaklarını andıracak şekilde yaratılıp ve milliyetimize mensup demek olan bu şiir vadisinde devam ettiğiniz, kasaba ve nahiyelerini gösterecek şekilde ilerlemek istediğiniz taktirde umumî rağmetin sizi karşılamaya emin olabilirsiniz. Şiiriniz okunurken yanımda bulunan yetmiş yaşında bir ihtiyarın gözlerinden yaşlar akıyordu.Dediğim umumî rağbet için bunlar birer işarat, belki de müjde kabul edilebilir.
Bâki çalışma ve gayretleriniz devamlı olsun efendim.”
Şemseddin Sâmi şaire yazdığı bir mektupta :
“ ...Milliyetçi, duygu ve fikirlerin millî bir dille ifade edilmesi, işte şair budur, işte edebiyat budur.” diyordu.
Çok ilginçtir onu en iyi değerlendirenlerden biri de Tevfik Fikret’tir. Mehmet Emin Yurdakul’a yazdığı mektubu 1928 Türk Yılı’nda Cevdet Kudret’in sadeleştirdiği haliyle şöyledir :
"Zavallılar" sayın şairine,
Geçen hafta siz şiirinizi okurken her şeye çok dikkat ettim: Dinleyenlerin içinde hiç biri sesinize yabancı kalmıyordu. Hattâ küçük Halûk bile. Siz ahenginizin akışına kapılmış gidiyor; kâh okuyor, kâh söylüyor, kâh inliyordunuz. Dinleyicileriniz okuma hallerinizi izler görünmüyorlardı; yalnız dinliyorlar, şiirlerinizin her cümlesini, her sözcüğünü zaptediyorlar, sözlerinizin hiç birini kaçırmıyorlar, düşüncenizle sanki el ele yürüyorlardı. Anlaşılmadan geçen, ya da anlaşılmadığı için tekrar ettirilen hiç bir satıra raslanmadı. Açık, düzgün söyleyen bir hemşehrinin köyden getirdiği kara haberi etrafına toplanan üç dört komşu nasıl merak ve önemle dikkatli dikkatli, soluk soluğa dinlerse, biz de sizi öyle dinliyorduk. Dikkat ve önemle dinliyor, ve her söylediğinizi anlıyorduk.
Bitirdiğiniz zaman (...) hepimiz bir güzel şiirin dinleyicisi olmak sıfatmda birleşiyorduk... Siz anlatmağa başladınız: Vilâyet hayatında bu acıların günde kaç bin türlüsüne raslandığını, köylülerimizin aldıkları her nefese böyle kaç bin türlü zehir karıştığını söylüyordunuz. Sonra Nemide yazarıyle vezinler üzerine ufak bir sohbetiniz oldu, daha doğrusu Halit Ziya Bey size onlardan bahsetti. Ben ötede bilmiyorum ne ile uğraşıyordum; işte o vakit çocuk, yerinden kalkıp yanıma geldi, yavaşça, fakat heyecanlı, dedi ki:
—Bu ne güzel şiir, baba!
İşte başarınızla ilgili en büyük kutlama, azizim! Siz ki şiirlerinizi, köylülere, çiftçilere seslenmek, düşüncelerinizi onlara duyurmak, meşalenizle o karanlıkları aydınlatmak, duygularınızla o yaraları sarmak, bağlamak dileğindesiniz; maksadımzda başarı kazanacağınızı, kazandığınızı ispat için minimini bir zihnin manzumenizi bir okuyuşta anlamasından daha parlak tanık aramayınız... Beride sanat gücünüzü beğenen birçok seçkin edipler olduğunu unutmayınız.
... Şimdi artık iyice inanıyorum ki, ben şiirde bir hayat maksadı arayanlardanım; şiiri hayal oyunu sayanlara katılamam.
İşte bu yüzden, yani şiiri bir etken diye gördüğüm için, onda elden geldiği kadar açıklık ve kuvvet görmek, etkilerinde elden geldiği kadar genişlik ve kaplayıcılık bulmak istiyorum. Ve işte bunun için size, sizin bir çocuk zihninde bile kolaylıkla yer bulan şiirinize imreniyorum!
Siz bu açıklık ve kolaylığı ne ile elde ediyorsunuz?... Birden sanılır ki, bu, seçtiğiniz veznin, sade onun ürünüdür; bana kalırsa, başarınızın aracı yalnız vezin değil; konunun seçimi, duyma ve tasarlama tutumu, düşüncelerin bildirilişi, anlatımın duruluğu, kısacası bütün kuvvetiyle söz ve anlam uygunluğu. Bu uygunluğun meydana gelmesinde kullandığınız veznin de hizmeti yadsınamaz. Fakat yalnız beş on hecenin vezne uymasıyle iş bitseydi şairlik o kadar kolaylaşırdı ki, "Kaldırım taşları altında birer şair var" sözüne karşı yerlere kadar başımızı eğmekten başka yapacak bir şey kalmazdı. (...)
Şiirlerimizde vezinden beklediğimiz yardım nedir? Onu, sözün istidat ve gereksemesine göre gösteriyor ve gizlemiyor muyuz? Bir şiir okunurken çoğu zaman tasvir ve tahkiye (hikâyeleme, anlatı) parçalarında öyle noktalar oluyor ki veznin ahengini susturmak, oralarını düzyazı gibi dümdüz okuyup geçmek gerekiyor; sonra öyle yerler oluyor ki, vezni bütün musikisi, ezgisi, şakımalarıyle işitmek, duymak istiyoruz. Artık bu, şairin zevkine, ustalığına bağlı bir şey.
Hece vezni, millî vezin denilen sade vezin ile aruz vezinlerinden hangisini yeğlemeli? Bu konuda en doğrusu Halit Ziya Bey’in dediğidir:
—Yeğlemeğe gerek yok; aruz vezinleri, hece vezni, hangisi olursa olsun, mademki bugün konuştuğumuz dile uyuyor, ikisini de kullanırız. Hüner, onları yararlı ve etkili bir yolda kullanabilmektir.
İşte böyle, iki gözüm... Şiirinizin çözümleyici bir eleştirisini yapmak konusuna gelince, kendimde yapıtları ne çözümleyici, ne özetleyici eleştirme gücü göremediğim için bu buyruğunuzu yerine getiremeyeceğim.
Yalnız, böyle doğrudan doğruya hayat koşullarımızla ilgili olan yapıtların edebiyatımızda çoğaldığını görmek aşırı dileğiyle birlikte bunların eksiksiz olduğu kadar kuvvetli ve kuvvet verici bir nitelik ve tabiatta olmasını istediğim için şunu söyleyeceğim: Siz, "Zavallılar"da tasvir ettiğiniz toplumsal faciayı genç kadımn yüzüstü bırakılmış ve yenik ölümü, dul ve güçsüz annesinin kırık yakarışlarıyle sonuçlandırıyorsunuz. Böylelikle gerçi facianın bütün acılığını göstermiş oluyorsunuz. Ben olsam kadıncağızı öldürmez, yatağından kaldırır, çalıştırır; çahşmakta, hattâ isterseniz tevekkül ve ibadette hasta ruhuna bir şifa bulma sığınağı, bir unutma sığınağı aratırdım. Çünkü esas: "Bakın şu yapılan kötülüğü görüyor musunuz? İşte bir hayat ki kahr ile toprak oluyor... Acıyınız buna, ibret alınız bundan... Ve bir daha karınızın üzerine karı almayınız ..." diye —keyiflerini, çıkarlarını sağlamak için yetim, dul, kimsesiz birkaç ırzın kanına girmeği bir çiçeği koparmak, yahut bir meyveyi dişlemek için birkaç dal kırmaktan farksız bulan vicdansızların karşısında nefes tüketmek değil, o hayatların toprak olmasını, o dalların kırılmasını önlemektir. Bunun için de onlara kuvvet vermek gerekir. İnsanlar bilgisizliğin karanlık pençesinden kurtulmadıkça rahat yüzü görmeyeceklerdir. Bununla birlikte yaşamak yine mutluluktur.
Baki mutlu olunuz, mutlu ediniz azizim.
Hisar: 8 Kânunisani 1318
Tevfik Fikret
(Türk Yılı, 1928)Sadeleştiren:Cevdet KUDRET)
Fikret’in sanat anlayışını gösteren bu çok önemli cümlenin aslı şöyledir: Şimdi artık tamamıyle kaniim ki, ben şiirde bir maksad-ı hayat arayanlardanım; şiiri mevabe-i hayal addedenlere iştirak edemem.
Uzun süre Rüsûmet Evrak Kalemi Müdürlüğü’nde kalan Mehmet Emin Bey, gizli bir cemiyet olan İttihat ve Terakki’yle münasebeti ve şiirlerinde idâre aleyhinde fikirleri işlemesi sebebiyle Erzurum Rüsûmet Nâzırlığı’na ve meşruiyetin ikinci kez ilânından bir süre evvel Trabzon Gümrük Nâzırlığına gönderildi. 1909’da ilk İttihat ve Terakki hükümetince kendisine Matbuat Umum Müdürlüğü verildiyse de kabul etmedi. Kerhen Bahriye Nazırlığı Müşteşarlığı vazifesini üstlendi ancak kısa süre sonra istifa etti.
Daha sonra birer yıl arayla Hicâz ve Sivas Valiliğine vazifesini deruhte etti. 1910 yılında istifa ederek İstanbul’a döndü. Bu arada 1908 yılı sonralarında aralarında Yusuf Akçura, Necip Asım ve Veled Çelebi, Müftüoğlu Ahmet Hikmet’in de yer aldığı birtakım aydınlar tarafından Türk Derneği kurulmuş ve aynı adı taşıyan bir mecmua yayın hayatına başladı.Türk Derneği daha sonra kurulacak Türk derneklerin aksine bünyesinde Osmanlı gayr-i müslimlerine ve Osmanlı vatandaşı olmayan kimselere de yer veriyordu. Ziya Gökalp, bu faaliyetlerin âkim kalışını şu sözlerle ifade eder: “24 Temmuz inkılâbından sonra Türkiye’de Osmanlılık fikri hâkim olmuştu. Bu esnada, intişara başlayan Türk derneği mecmuası, gerek bu sebepten, gerek yine tasfiyecilik cereyanına kapılmasından dolayı hiç bir rağmet görmedi.”
Bir başka Türkçü cemiyet olan, Türk Yurdu Cemiyeti 31 Ağustos 1911’de Mehmet Emin (Yurdakul), Ahmet Hikmet, Ağaoğlu Ahmet, Hüseyinzâde Ali, Doktor Âkil Muhtar gibi şahsiyetler tarafından kurulmuştur.
Türk Yurdu Cemiyet’i “Türklerin faidesine çalışır” serlevhasıyla Türk Yurdu mecmuasını çıkardı. Bu cemiyet,Türk Ocakları’nın hazırlık döneminde ortaya çıktığı için kurucuları daha sonra Türk Ocakları içinde yer aldı. Türk Yurdu mecmuasının imtiyaz sahibi ve Türk Ocaklarının kuruluş teşebbüslerine boyunca reisi Mehmet Emin Bey’dir.
İttihat ve Terakki yöneticileri Mehmet Emin Bey’e Türk Yurdu mecmuasındanki vazifesini terk etmesi şartıyla İstanbul Merkez Murahhassasını teklif ettiyse de Mehmet Emin Bey kabul etmedi. 1912 yılı başlarında İttihat ve Terakki Mehmet Emin Bey’i o istememesine rağmen vatanî hizmetin kudsîliğini öne sürerek Erzurum Valiliği’ne gönderdi. Mehmet Emin Bey, Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Yurdu’nu Yusuf Akçura’ya devrederek Erzurum’a gitti. Ancak 1913 yılında iktidarını pekiştiren İttihat ve Terakki kendisini Sivas Valiliği’nden emekli sevk etti.
I. Dünya Harbi yıllarında Türk milleti birden fazla cephede vuruşmaktayken Mehmet Emin Bey, Musul mebusudur. 1915 yılında “Tan Sesleri” adlı kitabı yayınlanır. Harbiye Nezareti, I.Dünya Harbi esnasında Çanakkale Cephesi’ndeki eşsiz mücadele ve kahramanlıkları tespit ettirip bu kahramanlık destanını diğer cephelere de yaymak gayesiyle başlatılan harp edebiyatı meydana getirme faaliyetleri çerçevesinde İstanbul Edebiyat Heyeti’ni Çanakkale Cephesi’ne gönderdi.
Mehmet Emin Bey de bu heyete dahildi ve İstanbul’a dönüşüyle birlikte “Çanakkale Kahramanlarına” ithaf ettiği “Ordunun Destanı” adlı kitabı yayınladı. “Ordunun Destanı” Mustafa Kemal’den bahseden ilk manzum eser olma vasfına haizdir. Ordunun destanı kitabı “Orduya Selam” ve “Ordunun Destanı” isimli iki uzun şiirden meydana gelir. 678 mısra olan “Ordunun Destanı” şiirinin son kıtaları şöyledir:
“Ey, bugüne şâhit olan sarp hisarlar
Ey, kahraman Mehmet Çavuş siperleri
Ey, Mustafa Kemallerin aziz yeri
Ey, toprağı kanlı dağlar, yanık yarlar!
Sizler burada gördügünüz büyük cengi
Elde kılıç parladıkça unutmayın ;
Bugünü de bundan üç bin yıl evvelki
Kahramanlık devri gibi unutmayın!” (Ordunun Destanı)
1916’da “Dicle Önünde” adında müstakil şiirden oluşan kitabı, 1917’de de “Hastabakıcı Kadınlar” adlı kitabı yayınlandı.
Yıl 1917...
Mehmet Emin Bey, 1890 yılında evlendiği Müzeyyen Hanım’ın memleketi olan Şarkîkarahisar (Şebinkarahisar) mebusuydu.1918’de “Turan’a Doğru” ve “Zafer’e Doğru” kitaplarındaki şiirleriyle askerimizi son bir gayrete davet etti. Askerimizin cephede canhıraş gayretlerine rağmen savaş aleyhimize neticelendi, akabinde İttihat ve Terakki kendini feshetti, ileri gelenleri yurtdışına çıktı. Memleket içinde bulunduğu durumdan kurtulması için milletin imkânlarını seferber edecek kahraman evlâdını beklemekteydi. En son ocak sönmeden teslim olmamaya and içen Türk milleti, İzmir’in işgalini (15 Mayıs 1919) telin için 23 Mayıs 1919 günü Sultanahmet Meydanı’nı doldurdu. Mehmet Emin Bey, o mahşerî kalabalığa şöyle seslendi:
“Kardeşler, keşke asırların geceleri ve dünyaların mezarları gözlerime dolarak bir kör olsaydım. Sokak sokak dilense idim de milletimin, kulağımı parçalayan bu felâket seslerini işitmeseydim, bu kara günleri görmeseydim.Keşke göğün yıldırımları, yerin canavarları birleşerek beni kanlar içinde topraklara yuvarlasaydı da vatanımın bu musibeti huzurunda bulunmasaydım ve bu azapları çekmeseydim. Zira bugün uğradığı felâket ve musibetler o kadar acı!...”
...“Demir ve ateş; kardeşler ben bunlarla hiçbir vatan ve ırkın öldüğünü işitmedim. Şerefli bir tarih ve medeniyete, sağlam bir fazilet ve ahlâka, zengin bir şiir ve edebiyata, dinî ve millî ananelere, ırkî ve vatanî hatıralara mâlik olan bir milletin mahvolduğunu tarih göstermiyor...” “Vur ey Türk, vatanın bakirlerine
Günahkar gömleği biçenleri vur;
Kemikten taslarla, şarap yerine
Şehitler kanını içenleri vur!
Vur, güzel âşıklar cenazesinden
Kırmızı meşaleler yakanları vur;
Şehvetin raksına yetim sesinden
Besteler, şarkılar yapanları vur!”
(Ey Türk Vur)
II.İnönü Savaşı esnasında Yusuf Akçura ve Mehmet Emin Bey İnebolu’ya geçti. Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçmelerinden duyduğu memnûniyetini ve zafer haberini çektiği telgraftaki “Türk milliyetperverliğinin ilâhi müjdecisi olan şiirleriniz bugünkü mücadelemizin kahramanlık ruhuna doğuş ufku olmuştur. Gelişinizden duyduğum memnuniyeti ifade ile sizi milletimizin mübarek babası olarak selâmlarım” sözleriyle belirtmiştir.
Zafer haberini duyup, İnebolu’nun Hürriyet meydanında toplanan halka önce Mehmet Emin Bey, daha sonra Yusuf Akçura nutuk irad etti. Zafer haberini bildiren telgrafı açık artırmaya koyarak o günkü adı Hilâli Ahmer olan Kızılay’a 6 000 lira para toplamışlardır. Mehmet Emin Bey’in uzun nutkunun bir kısmını “Ey Türk Vur!” şiirinin tahlili olarak da görebiliriz; “ İnönü zaferi gururun, tamahın muharebesi değil, vatanın, haritanın muharebesidir... Peygamberimiz Hz. Muhammed’le; memleketi, sandukası hakarete uğrayan Gazi Sultan Osman, mezarlarından kefenleriyle çıkarak Söğüt önlerine gelmiştir ve Allah’ın din, vatan ordusuna fetih, yardım gelmiştir... Ey Türk! Vur! Senin mazlum İzmir’in, yaslı Edirne’nin, esir İstanbul’un, Suriye ve Türkiye’nin bütün ümitleri sende. Bunlar ezanları susmuş; minareleri, minberleri yıkılmış; camileri, kandilleri kararmış kabileleriyle, esir ve mahpuslarla dolu zindanlarıyla senin Anadolu’na gözlerini dikmişler, kahraman evlâtlarından mucize bekliyor, vur! Senin beldelerine yangınlar, çocuklarına zincirler getirenleri, yeşil ovalarını kemiklerle ağartanları, gümüş ırmakları kanla kızartanları vur! Sana bir kara yılan gibi sarılmak istenen esareti boğmak için vur! Gururlu hırsları taşlara gömmek için vur! Ve silâhın kırılıncaya kadar vur! Seni, yukarıda Allah, aşağıda tarih seyrediyor, vur!”
Mehmet Emin Bey, 8 Nisan 1921’de Ankara’ya geçti. Millî Mücadele boyunca cephe gerisinden başta Ankara ve Adana olmak üzere milleti gayrete getirmek için didinip durdu. Aynı eser 1928 yılında “Mustafa Kemal” adıyla tekrar yayınlandı. “Kral Corc” mensur eseriyle vatanımıza hayasızca ve pervasızca musallat olan “tek dişi kalmış canavar”a çatmıştı.
Millî Mücadele’nin zaferle neticelenmesinden sonra 2.TBBM Şebinkarahisar mebusu oldu. Bir dönem sonra- 3.dönem Şebinkarahisar mebusluğu sırasında- Serbest Fırka’nın kurucuları arasında yer aldı. Kısa süren bu denemenin neticesiz kalması sonrası maddî ve manevî zorluklar uğraştı. Daha sonraki yıllarda Atatürk’ün vefalı tutumuyla, Urfa ve İstanbul mebusu olarak TBMM’de yer aldı.1939 yılında yayınladığı “Ankara” adlı eserinde Atatürk ve inkılâplarını ne kadar kıymetli bulduğunu anlattı.
Dilin anlaşma vâsıtası olduğundan dem vurmuş, halk diline yakınlaşmasını savunmuştur, şiirde aruz geleneğini bırakıp hece veznini tercih etmiştir.Bu husustaki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir:
“Ben daha ziyade elemlerin, acıların ve biçarelerin şiirini duyurmak istedim. Lisana gelince… Mademki bütün diller anlamak ve anlatmak için bir vasıtadır, bizim lisanımızın da bu gayeye göre halk tarafından anlaşılacak bir surette tasfiyesi lâzım geliyordu. Bundan dolayı biz, dilimizi Arap ve Acem terkiplerinin zincirinden kurtararak hür yapmak istedik. Şiirlerimizi de bu millî ve hür lisanla yazdık… Kendi millî, yani hece veznimizse dervişlerin ilâhilerinde, nefeslerinde, âşıkların koşmalarında, destanlarında ve halkın türkülerinde vardı. Tabiî biz bunu kabul ettik ve buna bir genişlik vermeğe çalıştık. Mevzularımızı memleketimizin hayatında bulduk. Hislerimizi halkın kalbinden aldık ve Türk sazı ile Türk ruhunu terennüme başladık.”
Kendisini, Benim Ömrüm şiirinde
“Genç çağdaydım, kendimi bir dikenli yolda buldum;
Hıçkırıklar işittim, gül ve bülbül bağlarından.
Felâketler topladım, Anadolu dağlarından;
Uzun sazlı Âşıklar diyarında şair oldum.
Ezgi koydum, âhlarla, figanlarla Türk şi’rine,
Öz dilimle haykırdım, "Ey milletim, uyan!" diye;
Viran yurdun dolaştım, bir şehrinden bir şehrine;
Saç ve sakal ağarttım ben de,`Vatan, vatan!` diye.”
mısralarıyla anlatan şair, eşinin vefatı, evinin ve değerli kütüphanesinin yanmasına çok üzülünce, kalbinden rahatsızlanarak Alman Hastanesi’ne kaldırılır. Yirmi beş gün kadar hastanede kalan şair, 14 Ocak 1944 Cuma günü hayata veda eder. 15 Ocak günü hastaneden alınan cenaze Teşvikiye Camii’ne getirilmiş, burada cenaze namazı kılınmıştır. Maçka Mezarlığı’nda Cemalettin Afgani’nin yanına gömülmek şeklinde vasiyeti olsa da bu istek mezarlığın kaldırılacağı söylenerek Vali Lütfü Kırdar tarafından kabul edilmemiş, cenazesi Zincirlikuyu Mezarlığı’nda A adasında toprağa verilmiştir.
Kendisini rahmet ve minnetle yâd ediyoruz.
Bütün Eserleri:
Fazilet ve Adalet (1890)
Türkçe şiirler (1899)
Türk Sazı (1914)
Ey Türk Uyan (1914)
Tan Sesleri (1915)
Ordunun Destanı (1915)
Dicle Önünde (1916)
Hastabakıcı Hanımlar (1917)
Turan’a Doğru (1918)
Zafer Yolunda (1918)
İsyan ve Dua (1919)
Aydın Kızları (1919)
Türk’ün Hukuku (1919)
Dante’ye (1920)
Mustafa Kemal (1928)
Kral Corc’a (1928)
Ankara (1939)
ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER :
BENİM ÖMRÜM
Genç çağdaydım, kendimi bir dikenli yolda buldum;
Hıçkırıklar işittim, gül ve bülbül bağlarından.
Felâketler topladım, Anadolu dağlarından;
Uzun sazlı Âşıklar diyarında şair oldum.
Ezgi koydum, âhlarla, figanlarla Türk şi’rine,
Öz dilimle haykırdım, "Ey milletim, uyan!" diye;
Viran yurdun dolaştım, bir şehrinden bir şehrine;
Saç ve sakal ağarttım ben de, "Vatan, vatan!" diye
BENİM ŞİİRLERİM
"Sen kalbsizsin; hani senin gençliğin hayatı?
"Aşklarım mı? Bir nefeste solabilen bu şeyler,
"Bir yanar-dağ ateşiyle kömür gibi karardı;
"Şimdi ise yerlerinde bir sıtmalı yel eser.
"Evet, benim her şi’rimde yılan dişli diken var;
"Sizler gidin bal verecek yeni açmış gül bulun.
"Belki benim acı sesim kulakları tırmalar;
"Sizler gidin, genç kızların türküsüyle şen olun.
"Varın sizler, onlar ile korularda el ele
"Gezin, gülün, bir çift bülbül aşkı ile yaşayın;
"Yalnız kendi, yalnız kendi rûhunuzu okşayın.
"Zavallı ben, elimdeki şu üç telli saz ile
"Milletimin felâketli hayatını söyleyim;
"Dertlilerin gözyaşını çevrem ile sileyim!.."
BIRAK BENİ HAYKIRAYIM
Ben en hakîr bir insanı kardeş sayan bir rûhum;
Bende esîr yaratmayan bir Tanrı’ya îman var;
Paçavralar altındaki yoksul beni yaralar;
Mazlumların intikamı olmak için doğmuşum.
Volkan söner, lâkin benim alevlerim eksilmez;
Bora geçer, lâkin benim köpüklerim kesilmez.
Bırak beni haykırayım, susarsam sen mâtem et;
Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;
Zaman ona kan damlayan dişlerini gösterir,
Bu zavallı sürü için ne merhamet, ne hukuk;
Yalnız bir sert bakışlı göz, yalnız ağır bir yumruk!..
CENGE GİDERKEN
Ben bir Türk’üm dinim, cinsim uludur
Sinem, özüm ateş ile doludur
İnsan olan vatanının kuludur
Türk evlâdı evde durmaz, giderim.
Bu topraklar ecdâdımın ocağı
Evim köyüm hep bu yurdun bucağı
İşte vatan! İşte Tanrı kucağı!
Ata yurdun evlât bulmaz, giderim.
Yaradanın kitabını kaldırtmam
Osmancığın bayrağını aldırtmam
Düşmanımı vatanıma saldırtmam
Tanrı evi viran olmaz giderim.
Tanrım şâhid duracağım sözümde
Milletimin sevgileri özümde
Vatanımdan başka şey yok gözümde
Yâr yatağın düşman almaz, giderim.
Ak gömlekle gözyaşımı silerim
Kara taşla bıçağımı bilerim
Vatanımçün yücelikler dilerim
Bu dünyada kimse kalmaz, giderim.
ŞÂİR
"Öc Şâiri’ne"
Tarih nankör değildir, bir hizmeti unutmaz;
İstikbâlin vicdânı aşk istemez, kin tutmaz.)
Bana yirmi yaşımda ateş saçan bir sevdâ,
İlk şi’rime altundan kanad veren o hulyâ
Ak saçlarım altında yine alev saçacak.
Milletinin ruhuyle feryad eden bir dudak
O şeyleri söyler ki çağlattığı gümüş ses
Asırların önünde nağmesini dindirmez.
Hiddet, tahkir hepsi boş!.. Her cefaya katlanan
Yine şair kalbinden başka bir kalb değildir;
Bu zayıf kalb en mağrur alınları eğiltir.
Şu dünyada bir büyük rüya gören kahraman
O kartala benzer ki en yangınlı şimşekler
Onun sisli ve korkunç yollarına nur serper.
VUR
Ey Türk vur, vatanın bakirlerine,
Günahkar gömleği biçenleri vur;
Kemikten taslarla şarap yerine
Şehitler kanını içenleri vur!
Vur, güzel aşıklar cenazesinden
Kırmızı meşaller yakanları vur;
Şehvetin raksına yetim sesinden
Besteler, şarkılar yapanları vur!
Vur, katlin o kızıl sapanlarıyla
Dünyaya ölümler ekenleri vur;
Vur, zulmün o kanlı urganlarıyla
Bir kavmi iplere çekenleri vur.
Vur, etten, kemikten saraylar kuran
O vahşi ruhları ezmek için vur;
Dört büyük rüzgara küller savuran
O mücrim elleri kesmek için vur!
Vur, sen de mukaddes hürriyet için,
Dünyanın diktiği bayrak için vur;
Her dinin sevdiği adalet için,
Her yerde haykıran bir hak için vur!
Vur, aşkın ve hakkın zaferi için,
Vur, senden bak, dünya bunu istiyor;
Vur, yerde bak tarih senin seyircin;
Vur, gökten bak Allah sana; "Vur!" diyor.
Vur, çelik kolların kopana kadar
Olanca aşkınla, kuvvetinle vur;
Son düşman, son gölge kalana kadar
Olanca kininle, şiddetinle vur.
Vur, senin darbenden çıkacak ateş
İntikam isteyen bir milletindir;
Alnında doğacak kırmızı güneş,
Bu senin ilahi hürriyetindir!...
ANADOLU
Yürüyordum: Ağlıyordu ırmaklar;
Yürüyordum: Düşüyordu yapraklar;
Yürüyordum: Sararmıştı yaylalar;
Yürüyordum: Ekilmişti tarlalar.
Bir ses duydum, dönüp baktım, bir kadın:
Gözler dönük, kaşlar çatık, yüz dargın;
Derileri çatlak, bağrı kapkara,
Sağ elinin nasırında bir yara
Başında bir eski püskü peştemal
Koltuğunda bir yamalı boş çuval…
-Ne o bacı?
- Ot yiyoruz, n’olacak!..
-Tarlan yok mu?
- Ne öküz var, ne toprak…
Bugüne dek ırgat gibi didindim;
Çifte gittim, ekin biçtim, geçindim,
Bundan sonra…
- Kocan nerde?
- Ben dulum;
Kocam şehit, bir ninem var, bir oğlum.
- Soyun, sopun?
- Onlar dahi hep yoksul!
Ah Efendi, bize karşı İstanbul
Neden böyle bir sert, yalçın taş gibi?
Taşraların hayvanlık mı nasibi?..
Hayır hayır, bu nasibi almak için doğmadın.
Onun için doğdun ki sen kadınlığın hakkiyle
Ocağının karşısında saadete eresin,
Göğsünü kabarttıran anneliğin aşkiyle
Evladına südün gibi pak duygular veresin.
Sen bir aziz yoldaşsın:
Senin sesin hayat için dövüşmeğe koşturur;
Senin sevgin vatan için fedakarlık öğretir;
Senin yüzün insan için bir merhamet duyurur;
Senin ile insanoğlu yeryüzünü şenletir.
Lakin bizler bu hakları unuttuk;
Kadınlığı hayvanlıkla bir tuttuk;
Ninen gibi sana dahi hor baktık;
Seni dahi garip, yoksul bıraktık!..
Kinler için karaları bağlıyan,
Zevkler için zelil sefil ağlıyan.
Acı gören, cefa çeken, ezilen,
Irzdan başka her şeyini veren sen!
Sen şu güzel vatanında cehennemde gibisin;
Gözyaşınla ıslattığın kanlı toprak üstünde
Sana her yer bir çöl gibi cıvıltısız, çiçeksiz;
“Ekmek” diye ağladığın sağır bir halk önünde
Sana herkes bir kurt gibi merhametsiz yüreksiz.
Senin herbir ümidin
Ayrılıksız, yoksulluksuz bir dünyaya kalmıştır,
Oraya ki masum çiftler hıçkırıksız yaşarlar;
O melekçe sevgilerle birbirini okşarlar;
Ve burada Allah bütün dilekleri yaratır?
Ne vakte dek gençliğine hakaret,
Bu ayrılık, bu gözyaşı bu ölüm?..
Bu sert demir, bu ağır yük. bu zulüm?
Yazık, sana ağlamıyan şiire;
Yazık, sana titremiyen vicdana;
Yazık, sana uzanmayan ellere;
Yazık, seni kurtarmıyan insana!..
Ey vatanın bağrı yanık bucağı.
Hani senin bereketli hasadın,
Yeşil yurdun, mesut çatın, şen çiftin?
Hani senin medeniyyet hayatın,
Yolun, köprün, kazman, iğnen, çekicin?
Ey Türklüğün otağı!
Ne vakte dek bu acıklı sefalet,
Bu viranlık, bu inilti, bu kaygu?
Ne vakte dek bu uğursuz cehalet.
Bu taassup, bu görenek, bu uyku?
Yazık, sana ağlamıyan şiire;
Yazık, sana titremiyen vicdana,
Yazık, sana uzanmayan ellere;
Yazık, seni kurtarmıyan insana!.
YUSUF BİLGE
YORUMLAR
"EY TÜRKLÜĞÜN OTAĞI
Ne vakfa dek bu acıklı sefalet
Bu virajlık, bu inilti, bu kaygı
Ne vakfa dek bu uğursuz cehalet
Bu taassup,bu görenek,bu uyku." M.E.YURDAKUL'un anısına saygı, yaşatanlar selam ve duayla...
gursel.ozkan tarafından 14.4.2024 14:25:13 zamanında düzenlenmiştir.