- 909 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bana Aşkı Tarif Et | Bölüm 6
Orada olduğuna inanmıyordum. Onu görünce ne yapacağımı bilmeden ayağa fırladım. Mutluluktan her an hüngür hüngür ağlayabilirdim. “Oysaki ne saçma değil mi? İnsan neden mutlu olduğunda ağlar ki?”. Kendi sözlerim o an aklıma geldi. “İçimden bu kadar yoğun bir şey bir şekilde patlar.” diye kendimi cevapladım. İlk işim Rabia’ya sarılmak oldu.
- Yanlış kişiye sarılıyorsun!
- Pardon. Haklısın…
Ufak adımlarla Fatih’e yaklaştım. Birden kendimi kollarında buldum. O da sıkıca sarılmıştı. Hiç olmadığı kadar hem de. Öylece duruverdik bir süre. İkimiz de özür diler gibi bir şeyler fısıldıyorduk. Şimdi yazarken fark ediyorum da bu iğrenç bir romantizmden başka bir şey değilmiş. Oysa o an ne kadar güzel gelmişti bana.
Arkamı döndüğümde Selin ve Rabia bizi biraz yalnız bırakmak için yürümeye başladılar. Biz de ellerimiz sıkıca kenetlenmiş vaziyette biraz oturduk. (İğrenç!) Sanırım ikimiz de ne söyleyeceğimizi düşünüyorduk.
Sorunlarımız hakkında konuşmaya başladık. İkimiz de kendimizi suçlayan zırvalarla boş laflarla içimizi dökmeye çalışıyorduk. Ama bir şeyi her zamankinden daha yoğun hissettim ki; artık eskisi gibi değildik. Buz gibiydik. Havanın soğuk olmasıyla alakası olmayan bir soğukluk… Yan yana oturuyorduk evet. Ama aramızda koca bir mesafe vardı. Sıkıca sarılmıştık ama sanırım kızların yanında olmamız bunun en büyük sebebiydi. Benim hazırlıksız yakalanmam ve şaşkınlığım da bir anda o kadar çok sevinmeme sebep olmuştu.
O akşam yanından ayrıldığımda içimde hem rahatlama hem huzursuzluk vardı. Yine de bu ikisi için de Rabia’ya minnettardım. Sıkıca sarılıp teşekkür ettim. İhtiyacım olanları da biliyordu ihtiyacım olmayanları da. O gece cebimde gezdirdiğim sigarayı sonra içmek üzere dolabıma koydum.
***
Aşkın tanımını yap deseniz, kimse net bir tanım koyamaz. Bir ergene sorsanız size ilk olarak bugünkü sevgilisini gösterir ve “işte aşk o” der. Bir hafta sonra bir başkasına “aşkım” diye hitap ederken rast gelirsiniz.
Ben hep “aşkım, sevgilim, hayatım, bir tanem” gibi hitapların çok özel olduğuna inandım ve yerli yersiz –her mesajın başında ve sonunda, her konuşmanın alakalı alakasız yerinde ya da konuşma olmaksızın boş bir şekilde- kullanılmasından hep nefret ettim. Böyle ilişkiler bana samimiyetten uzak ve –aslını sorarsanız- yılışık, yapış yapış gibi geliyor. İşte bu yüzden Fatih’le aramızdaki şey, her neydiyse, her saniyesinden nefret ettiğim ilişkilerimin başlıcasıdır. Çünkü ilişkimiz boyunca anladığım tek şey; seni yeterince sevmeyen bir karşı cinsi daha uzun süre seninle tutabilmek için “aşkım, sevgilim, hayatım, bir tanem” demen gerekiyor.
Kısa bir ilişki için bu kadar çok şeye katlanmış olmak ise benim gibi yarı feminist bir kız için büyük yıkımdı doğrusu. Tarihin ilk feministinin kemiklerinin sızladığını hissedebiliyorum…(Affet beni Puduhepa)
Barışmamızdan sonraydı. Fatih ailesi ile İstanbul’a gidecekti. En az bir hafta görüşemeyeceğimizi söyledi. Üzülmedim demek isterdim ama inanın kendimi tanıyamayacak kadar sağlam çarpılmıştım. Ve o kadarlık bir ayrılığa ikinci kez katlanmaya çalışmak benim için bir yıkım bile olabilirdi. O henüz yoldayken ara sıra kısa mesajlarla haberdar oluyordum. O İstanbul’dayken de “ara sıra” diye tabir ettiğim zaman aralıkları ile görüşüyorduk. Mesajlarıma çok geç cevap veriyor ya da hiç geri dönmüyordu. İşin aslı ne kadar âşık olmuş olursam olayım, asla kıskanç ve cazgır bir kız olmadım. Ve ona bu yüzden sitem etmiyordum.
Sebebini hatırlamıyorum. Ama yine bir şeyden dolayı tartıştık. Yine her zamanki buzdan zırhlarını giymiş ve benim konuşmalarımın fayda etmeyeceğini belirtecek tavır takınmıştı. Yine konuşmuyorduk. İki farklı şehirde olunca araya hem gerçek hem de manevi anlamda mesafeler girmişti. Ben iyice alışmıştım melankolik halime. O yüzden garip gelmiyordu artık. Her kavgamızdan sonra sessizce yas tutuyordum kendi kendime.
Sonra düşündüm. Benim kuvvetli yönlerim nelerdi? Ona kendimi en iyi nasıl ifade edebilirdim? Bir şey yapmalıydım artık. Çok yıpranıyordum. Kavgamız eksik olmadan 40 gün geçirmiştik. Sonunda yazmaya karar verdim.
Ona ufak bir şey yazacaktım. Şiir olmazdı. Çok abes kaçacağı barizdi. Ama belki mektup gibi bir şey…
Antika bir insanım. Teknolojiyi kullanır ama bir yandan da yakınırım. Parşömen kitapları okurken “e-kitap” denen şey aklıma gelir kendi kendime sinirlenirim. Birine mesaj atarken “mektubun suyu çıktı sanki” diyerek hayıflanırım. Telefonda zaten konuşamama gibi bir özre sahibim. Ona maddi olmayan bir şey sunarsam daha bir “benden” olur diye düşündüm. Mektup yazacaktım.
Ama talihin işine bakın ki mektubu elimle yazıp bilgisayar aracılığı ile göndermekten başka çarem yoktu. Kendisi Çorum’da olmadığı gibi İstanbul’daki adresini de bilmiyordum. Kendimle çelişmek zorunda olmaktan nefret ediyordum.
Öyle ya da böyle o mektubu yazdım:
“1 Aralık Çarşamba…
Güzel bir başlangıç tarihi… Hepsinden önce sevimli… Çarşambayı da severim hani… Ama şimdi daha bir, çok sever oldum.
İnsanların 2 milâdı vardır hayatları boyunca. Biri doğdukları zamandır diğeri de eşlerini, anlamlarını buldukları zaman… Ruh ikizi de diyebilirsin buna. Her ne ise… Farklı zamanları milâdın sanırsın. Yanılırsın. Tek pişman olduğun da yanlış kişiye ANLAMIM demen olur. Kiminin canını sen yakarsın kimi senin canını yakar. Ama vakti geldiğinde, hayat yeniden başladığında… İşte o zaman pişmanlıkların, geride kalmışların… Hepsi silinir gider. Tek hatırlamak istediğin bugünün, yarının olur.
Kendi ellerimle yazıyorum bunları. Birinin zorlaması yok, başka birinin yardımı da. Planlanmış bir şey de değil. İçimden geldiğince… Bunca zaman sonra gerçekten ilk defa…
Durmadan düşünmeden aklımda tarihler dönüp duruyor. 1 Aralık 2010… Hiç de tarih tutamazdım aklımda. Ne hikmetse artık… 1 Aralık Çarşamba… Güzel bir tarih esasında…
Mum ışığında yazıyorum bunları düşün romantizmi… Romantizm olsun diye söndürmedim ışığı, semtin elektriğini kesmişler… Ama yine de romantik. Hoş seni düşünürken romantizm için ayrı bir çaba harcamama gerek kalmıyor ama.
Ne diyordum? Ha, milat… Başlangıç, yeniden doğum, artık ne dersen… Ben şey diyecektim… İzin isteyecektim yani senden. Eğer, sakıncası yoksa… İzin verirsen… Hayatımın merkezine oturtabilir miyim seni? Kimseye ihtiyacım olmadığı kadar ihtiyacım var sana, farkındayım… Kimseyi önemsemediğim kadar önemsiyorum seni, çok ciddiyim… Sen zamana ihtiyacın olduğunu söylersin ben itiraz etmesem de çığlık çığlığa hayır der içim… Özür dilerim seni kırdığım için. Kabul, cazgır çingenenin tekiyim. Kabul, düşüncesizin önde gideniyim. Ama beni geçmiş yüzünden bırakıp gidemezsin… Sen geçmişim değil geleceğimsin… Dün değil bugün ve yarın… Öncesi değil başlangıç ve son…”
Ona nasıl ulaştıracağım konusunda ciddi tereddütlerim vardı. Bu mektupta
ciddi bir soru sormuştum ona. Bu kadar gençken böyle saçmalamamı mazur görürsünüz umarım. Ama ergenlik insanları 20li yaşlarını geçene kadar işkenceye tabi tutuyor. Şu an geçmişe baktığımda yaptığım en mantıklı şey okul kazanmak…
Mektubu Facebook’ta not olarak paylaştım. Özellikle onun görmesi için onu
etiketledim. Arkadaşlarımdan olağan dışı tepkiler gördüm, evet. “Bunu bile yazdığına göre…” “yok artık!” ve benzeri yeterince can sıkıcı cümleler. Henüz Fatih okumadan bir yığın insan okumuştu notu. Tarih 09.01.2011’di… Ben ise umutsuz olmak konusunda karar verememiş vaziyette, “evet” cevabını bekliyordum.
“Hayatım olur musun?”
“Evet…”
***
Ertesi gün okuldan çıktığımda hâlâ bir cevap alamamıştım. Büyük ihtimalle
okumamıştı. Artık okuması gerektiğini kendime defalarca söylemek yerine ona bir kez söyleyebilseydim eğer, cevabımı – ya da ağzımın payını- çoktan almış olurdum.
Ağabeyim sömestr için gelmişti. Evde onun boyuna uygun tek yatak benimki
olduğu için benim odamı ona bırakmıştım. Ve ben kız kardeşimle aynı odada kalıyordum. O –hatırladığım kadarı ile- kitap okuyordu. Ve ben huzursuz bir şekilde kıpırdanıp duruyordum. Edanur kafasını kaldırıp:
- Abla, arar merak etme sen, dedi.
- Umarım, dedim ümitsizce.
Haklıydı. Arıyordu. Duvarın dibine tünemiş vaziyette oturdum. Ellerim titreyerek açtım telefonu. Sesi kısıktı. Duymayı istemeyeceğim bir şeyi söylemeye hazırlanır gibiydi.
- Nasılsın? dedi umarsızca.
- Eh… Sen nasılsın?
- Eh… Şey… Yazdığını okudum…
- …
- Çok güzel…
- Beklediğim cevap bu değildi…
- Hilal ben…
- Fatih istediğim çok bir şey değil sadece bir cevap. Tek kelime. Evet ya da hayır…
- Hilal aslında…
- Geveleme de cevap ver. Açıklama istemiyorum.
- …
- Evet mi? Hayır mı?
- …
- …
- Hayır hilal, hayır…
Telefonu kapattım. Ne ben tek kelime ettim ne de ona izin verdim. Ne bekliyordum ki? “Ne güzel yazmışsın, o zaman evlen benimle” mi diyecekti? En başından ciddiyete gelemeyeceğini biliyordum aslında. Neden böyle körü körüne bağlanmama izin vermiştim ki sanki.
Ne o benim miladımdı ne de ben onun miladıydım. Aslına bakarsanız onu bilmem ama benim ikinci bir miladım hiç olmayacak gibi görünüyordu. Çünkü tam bir umutsuz vakaydım…
İki hayırla yolcu edildim…