- 538 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Dindarlar ve "Ötekiler" -II- Böyle mi Olmalıydı?
Bundan önceki yazım üzerine yapılan yorumlarda, sanki “Türkiye’de ezilen farklı gruplar zor günlerinde dindarlara destek sunmadıkları için, dindarların da ezilenlere destek çıkmamasını normal karşılamışım gibi” bir algı söz konusu olmuş. Bu durumdan son derece ızdırap duyduğumu belirtmek istiyorum. Hem hayatım ve hem de yazdıklarım ortada; defalarca “birimize yapılan zulmü hepimize yapılmış gibi kabul etmemenin acılarını” yazdım.
Şimdi dindarların başta Kürtler olmak üzere diğer mazlum ve mağdur halklara/gruplara neden destek olmadıkları konusuna gelelim. Konuya geçmeden önce dindarlardan kastımız birey olarak değil ana gövdeyi oluşturan cemaat, tarikat ve diğer örgütlenmelerdir. Bunu daha açık şekilde söylersek Risale-i Nur cemaati-okuyucuları, metropollerdeki tarikatlar, Milli Görüş çizgisindekiler başta olmak üzere, Milli Mücadeleciler ve diğer “İslami hareketler”i bu dindarlar kategorisine koyabiliriz.
Dindarlar neden “öteki”lerin haklarına sahip çıkmadılar?
Üç kıtaya hükmeden, “islam dininin bayraktarlığını yapan” koskoca Osmanlı İmparatorluğundan geriye 800 bin km kareye sıkışan genç bir cumhuriyet, onun da “dört yanı da düşmanlarla çevrili” iken, haklarla ilgili her söylem “dış ve iç düşmanların oyunu” olarak addedildi. Bu paranoyayı halka empoze etmeyi genç cumhuriyetin kurucu kadrosu çok iyi başardı. Oysa cumhuriyet kurulduktan sonra düşmanlarımızla ciddi bir sorunumuz kalmamıştı. Sorun cumhuriyet öncesi durum, Hilafetle ilgiliydi. “Yorgan gitti, kavga bitti” misali Hilafetin lağvı görüldü ve kavga bitti.
Kavganın bitişi ile boşta kalmaması için dindarların potansiyelinden cumhuriyetin kurucu kadrosu çok iyi yararlanmıştı. Hem Kurtuluş Savaşında ve hem de cumhuriyetin kuruluş sürecinde.
Dindarları cumhuriyeti-devleti sahiplenme konusunda dini referanslarla ikna eden kurucu kadro, hem dindarları yanında tutmasını bildi ve hem de yönetimde dışarda tutmasını… ama belirttiğimiz gibi yıkılması tüm komşular ve batı tarafından istenen devleti dindarların sahiplenmesi kaçınılmazdı.
Bu sebeple,
Ülkenin dindarları, “devlet zalim de olsa bizim devletimiz, ona itiraz etmek, ona karşı çıkmak dinen caiz olmadığı gibi ‘devletimizi güçsüz kılacak bir durum düşmanların bize saldırmalarına sebep olacağı için’ her halükârda devletimize uymak, onu korumak dini vecibedir” diye inanıyorlardı. Bu sebeple özellikle Kürtlerin, Alevilerin ve “gayrı Müslimlerin” hakları söz konusu olduğunda devletçi ve millî(yetçi) refleks devreye giriyordu.
Türkiye’de dindarlıklarıyla ön plana çıkan organize yapıların başında gelen milliyetçi-mukaddesatçı gelenek aynı zamanda sağcı-devletçi çizgiyi temsil ediyordu. Dindarlar, “ümmetçi”likten kaynaklı anlayışlarını, beslendikleri sağcı-gelenekçi-devletçilikle pekiştirdiler. Bu yüzden pek çok cemaat Türklükle İslamiyeti/Müslümanlığı aynılaştıracak kadar ileri gittiler. Bu durumda Türk-Türklükle ilgili dile getirilen bütün olumsuzluklar ve/ya olumsuzluk addedilen fikirler, art niyetli, gayri İslami, düşmanlık vs. olarak kabul görüldü. Nihayetinde en masumundan Kürt ve hakları söz konusu olunca ırkçılık, Ermeni oyunu, bölücülük olarak değer/siz/lendirildi.
Dindarlarımız bu yanlış ve vebal teşkil eden anlayışı ülkedeki Aleviler için, Ermeni, Süryani, solcu ve Rumlar için de sürdürmeyi dini bir gereklilik (vecibe) olarak gördüler.
Tekrar ve kabul edelim;
Türkiye’deki dini, siyasi, sosyal gruplar birbirlerinin derdiyle dertlenmediler. Her grubun, cemaatin acıları kendilerine aitti. Ne birbirlerinin acılarını paylaştılar ve ne de çare ve deva aramada birbirlerinden destek talep ettiler.* Çünkü kendi kendilerini kuşatıp kapandılar, çünkü dini-siyasi gruplarımız kendine Müslüman, kendine solcu, kendine Alevi, kendine özgürlükçüydüler. Çünkü “varlıklarını borçlu oldukları” devlet böyle olmaları istemişti, dayatmıştı.
Aslında Türkiye’deki muhalefetin içler acısı bu durumunu toplumbilimcilerin ciddi analize tabi tutmaları gerekir. Biliyoruz ki olaylar tek okumayla değerlendirildiğinde eksik ve yanlıştan hali/beri olamaz.
Bir ülkede hizmet sunan, faaliyet gösteren başta dindar gruplar olmak üzere bütün grupları o ülkenin siyasi yapısı, gelişmişlik düzeyi ve buna bağlı gelişecek olan komplikasyonlardan azade-beri tutamayız. Neticede insanın zihni(yeti)ni, düşüncesini, olaylara ve olgulara bakışını ve bunları değerlendirmesini şekillendiren şey, vatandaşın yaşadığı ülkenin-bölgenin bilinç düzeyinden, “üretim araçlarından”, ülkenin –yapay da olsa- oluşturduğu kaygılarından etkilenmemesi muhaldir. İşte asıl sorun bu; g/ayrılıklarımız burada, bu gerçekte yatmaktadır. Buna bir de “Türkün Türk’ten başka dostu yok” gibi hamasi bir kaygıyı eklerseniz durum daha da netleşir. Bu kaygı “Yeryüzünde son Türk devletini yıkmak için aramıza fitneler sokan ecnebiler var” bu sebeple zalim de olsa devlete sahip çıkma anlayışı kaygısıydı ve bu endişe yeşerip kalplerde yer buldu.
Aynı zamanda “devletin asıl sahipleri” inanılmaz siyasi oyunlarla önce grupları yanına çekerek onların birlikte hareket etmelerini engelledi. Aynı grupların bir araya gelmelerine mani olan devlet, sırası gelince de o grupları tek tek hedef haline getirerek pasifize etmeyi de başardı. Kimi zaman bir yolunu bulup sağcıları-dindarları yanına alan devlet, başka bir konuda da Alevileri, farklı bir yolla da solcuları “devletçi” kılmayı başardı. Devlet bunların birlikte muhalif bir güç olmalarını engelleyip, yeri geldiğinde bu güçsüz kalan yapıları tek tek karşısına alıp “hizaya getirmede” de oldukça başarılı oldu.
Nasıl mı?
1919’la başlayıp 1921 anayasası ile Türkiye halklarını birbirine yaklaştıran, yakınlaştıran süreç 1924’ten sonra (dış düşmanlarla savaşı bitirip, iç düşmanlarla savaş dönemine girildiği için) yerini jakoben, tektipçi, westernist bir anlayışa terk etti. Bu anlayışta da en yoğun görülen şey “öteki”leştirme hastalığıydı. İşin acı olduğu kadar garip tarafı ötekileştirilenler “öteki” haklarını da tanımak, kullanmasına olanak tanımak gerekirken bu hakları yok saydılar. Hak iddia edenleri çeşitli yaftalarla boğdular.
Cumhuriyetin kuruluş sürecinde başlayan bu ayrışma, ister istemez birilerinin ayrı-gayrı olmasına sebebiyet verdi. Bu g/ayrılık kimi zaman şiddeti beraberinde getirdi. Ben bütün bunların planlı olduğuna inanıyorum. Çünkü birileri Osmanlı bakiyesini batıya ram etmeyi göze almış ve bunun önündeki engelleri bertaraf etmesini hedeflemişti. Bu bertaraf etme iş(lem)i öyle kolay sağlanamayacağına göre bütün dünyada uygulanması gereken metoda başvurulmalıydı; düşman üretme, düşmanı abartma, yakın tehlike ve tehditler oluşturma vs.
Bu günah keçileri,
. Kürtler
. Aleviler
. Dindarlar olarak belirlenmiş, bütün kirli ve tehlikeli oyunlarını bu gruplar üzerinden sergilemeyi planlamışlardı. Planlamışlardı ama bu o kadar da kolay olamayacaktı ve bunun için bir bahane-yol-çare bulunmalıydı. En uygun çare, Osmanlıda var olan ve halkta yer bulan ‘birlikte hareket etme’ anlayışına darbe vurulmasıydı.
Devlet, sürekli kendisi için “dış tehditler” olduğunu iddia ederek bununla ileride yapacaklarına halkı hazır hale getirdi. Halka, “dış güçler bizi bölüp parçalamak ve bu şekilde yönetmek istiyorlar” paranoyasını empoze etti. Devlet bu yöntemi muhaliflerine uyguladı. Böldü-parçaladı ve yönetti. Önce Alevileri yanına alıp dindarları vurdu. Bir süre sonra dindarlara yakın durup Alevilere ağır bir darbe vurdu. Sonra ikisine de “gelin devletinizin yamacına” deyip bu grupları himayesine aldı.
1960 sonrası solcu-sosyalist-komünistleri tehdit ilan eden devletin yanında dindarlar konuşlandı. Ateist komünistlere karşı İskilipli’yi, Şeyh Said gibi dini liderleri idam eden laikçi devletin yanında yer aldılar.** İşin hazin tarafı Menderesi’i idam eden devlete destek verenler de solcular ve komünistlerdi.
Ama ne olursa olsun dindarlar daima devletçi davrandılar. Öyle ki kendilerinden olanlara dahi sahip çıkmadılar.
Şimdi geldiğimiz nokta dindarlar Türkiye’de yaşayan herkesimle helalleşmek istiyorlar. Eğer bunda hakikaten istekli iseler işte fırsat; Kürtlerle helalleşmeleri, Ermenilerle ve diğer kesimlerle eşitlik ve hakkaniyet temelinde yeni bir birliktelik kurmanın önünü açacak teşebbüslerini çoğaltmalı ve güçlendirmelidirler. Bu dindarlıklarıyla alakalı olduğu gibi, insani olarak da son derece gereklidir. Önümüzde ESSAHçı olup olmadığımızı ispatlamak için çok önemli bir fırsat var. Bunu yeşertmek ebedi barışa giden yolu açmak demektir.
Bütün işlerini, görevlerini erteleyen, öteleyen ve haklarını devretmeyi deneyen bu havzanın insanlarından dindarlar, “bu sefer sorunlarımızı biz çözeriz” diyerek rol almalıdırlar. Bu vesileyle Sayın Cemal UŞŞAK’a teşekkür ediyoruz. Hepimize temiz bir ayna bulup elimize tutuşturduğu için. Bu aynayla yüzümüze iyi bakıp geleceğimize “kara yüzle” değil ak-u pak yüzle bakmalıyız.
Kimse “bu sorunların müsebbibi biz değiliz, çözümünde de katkımız olmaz” deme lüksüne sahip değildir. Bu kolaycılığa kaçmanın izah edilebilir bir tarafı yoktur. Dindarlık aynı zamanda çözüm üretmektir;
Hani Rabbinin hazineleri tükenmezdir ya. Hani açabildiğimiz kapıları açmayı başardığımızda diğer kapıları açmayı da nasip edecek ya. Hani “her zorlukla beraber bir kolaylık vardır” ya…
Saha müsait, seyirci uygun, hava müsbet;
Haydi hayırlısı.
___________________________________
* Gariptir, dindarlardan bazılarına yapılan haksızlıkları dahi diğer dindar gruplar görmezden geldiler.
** Sünnilerle Alevilerin önderlerini katleden devlete bu iki ana grup bağlılıkta adeta yarıştılar. Bu ayrı bir makale konusu.
YORUMLAR
Merhaba,
Ülkemiz,"Herkes kendine Müslüman" ya da "Herkes kendine demokrat "anlayışından yavaş yavaş olsa "Herkes için demokrasi" anlayışına geçiyor.Bu süreçte herkesin kendi gerçeğiyle "yüzleşmesi" gerekir.-Ki hesaplaşmak değildir bu yüzleşmek.-Çünkü bir yazarın dediğince,"yüzleşmezsek,geçmiş olmuyor da ondan "sözü önemlidir.-
Çoğunlukçu değil,çoğulcu bir yapının kurulması ancak ve sadece farklı olanı "düşman" görmeden onu anlamaya çalışmakla mümkün olacaktır.Amerikan Yüksek Mahkemesi'nin 1972 yılındaki Amishler hakkında verdiği kararı tekrar tekrar okuyup,öğrenmenin zamanıdır:Amishlerin bize ters,zıt ve hatta yanlış gelen hayat tarzlarından dolayı kınanıp,mahkum edilemeceğini bilmemiz gerekir!