- 1120 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
MODADA BİR SONBAHAR
İlkbahar mevsimi neşeyle, coşkuyla sararken gönülleri…Sonbahar mevsimi aksine hüzne, karamsarlığa hatta melankoliye bile sürükleyebiliyormuş…Aslında önemli olan bitmeyen kışların, hoyrat fırtınaların gönüllerde kalıcı olmaması değilmidir…Yoksa her mevsimin kendine özgü renkleri, tatları, yaşanılası güzellikleri var tabii ki. Sonbaharla ilgili kaleme alınan onca güzel çalışmaları, harika fotoğrafları, nefis doğa manzaralarını ve benim bayıldığım sonbahar sağanaklarını hesaba katarsak, SONBAHAR mevsiminin de ruhlara farklı güzellikler, derinlikler kattığını hissetmemek olası mı…Hüzünlü de olsa gizemli hülyalara saldığını anlamamak mümkün mü…
İkinci bahar yaşıyor ömrüm
Gel benim yarim oluver şimdi
Seni bir gül gibi öpe koklaya
Gözümden dilimden sakınır saklar
Bu günkü aklımla severim şimdi
Yıllardır zevkle dinlenen şarkının sözleri böyle söylerken. Bir başka söz de “Akıl yaşta değil baştadır.” diyor. Oysa yine de pek çok şeyin yaşanmadan, hissetmeden, tatmadan tam olarak anlaşılamayacağı da bir gerçek. İnsan sevdiği kişiyi ‘yüreğinin aklıyla’ sevmeyi şarkıdaki gibi daha çok ‘ikinci baharını’ yaşarken mi öğreniyor yoksa…
Bu gün bir tuhaflık, bir karamsarlık var bende nedense. Yoksa sonbaharın azizliğine mi uğradım! Bilmem ki...Uzakta yaşayan çok sevdiğim bir dostumdan uzun zamandır haber alamıyorum. Bitişiğimizdeki köşkün bacasını yıllardır kendilerine mesken tutan benim sevgili pencere dostlarım. Ve “Alıcısı Bulunamadı” kitabıma ilham kaynağı olan iki Beyaz Martım da beni terk ettiler aniden. Hüznüm biraz da bu yüzden olsa gerek. Kilisenin önündeki asırlık çınar ağaçlarından savrulan yapraklar, dışarıya çıkmamın ruhuma şifa olacağını müjdeler gibi açık balkon kapısından uçarcasına geçip, çalıştığım odaya doluşuyorlar sarı sarı sevinçlerle. “Yaşamak bir günü en güzelinden” deyişinde olduğu gibi şairin, kaptığım gibi fotoğraf makinemi fırlayıp çıkıyorum hemen. Moda sahil turu var aklımda öncelikle. Oo! denizde harika bir lodos şenliği var. Dalgalar kayaları aşıp kıyı şeridini yıkıyor dalga dalga. Karabataklar nefis geometrik adacıklar oluşturmuşlar kendi aralarında bir araya gelerek. Kınalı Ada, insanı birkaç kulaçta gidilecekmiş hissine kaptıracak kadar yakın ve net görünüyor. Hava temiz. Gökyüzü aydınlık. Seyyar çaycılar, balonlara atış yaptıranlar her zamanki yerlerini almışlar. Selamlaşıp devam ediyorum turuma. ’Sarı Balon’ turumun dönüş noktasını belirliyor. Aynı yoldan dönüyorum geriye. Moda Deniz Kulübünü geçiyorum. Moda İskelesinin önünden diğer sahil şeridine giriyorum bu kez. İstikamet ‘Kurbağalı Deresi.’ Derenin her iki yanına bağlanmış 150 kadar irili ufaklı tekne. Balıkçı kayıkları…Sabahın erken saatinde balığa çıkanlar saat 10.30’da dönmüş oluyorlar çoğunlukla. Kurbağaların sesi. Derenin kötü kokusu kesilmiş şimdilik. “Kurbağaların sesi kesilmeseydi keşke” diyorum. Yaşamın içinden sesleniyorlardı bana yeşil yeşil…Yüreğimdeki bir ses, bir renk daha terk etti beni. Yolun sonundan kıvrılıp derenin karşı tarafına geçiyorum. İki erkek laflamaktalar ayak üstü. Yanaşıp “Merhaba” diyorum. Karşılık veriyorlar aynı şekilde. “Oldukça eski bir Kadıköylü sayılırım. Ama şu dillere destan Kurbağalı Deresi’nin çok daha eski halini iyi bilen birine rastlayamadım onca usta balıkçı arasında. Bu kadar mı yenisiniz buralarda?” diyorum. Biri “Ben daha 48 yaşındayım. Nereden bileceğim o günleri” diyor. “Mutlaka o günlerde mi yaşamış olmak gerekir bilmek için. Merakta mı etmediniz?” diyorum bu kez de. Haddimi aştığımı bile bile. Diğeri “Hanımefendi benimle şu karşı barakaya kadar gelirseniz size o günlere ait fotoğraflar gösterebilirim” diyor. İnanılır gibi değil. “Gerçekten mi? Hay yaşayın siz!” diyorum çocukça bir heyecanla. İki adım ötedeki bir barakaya giriyoruz. Vay be! Ne fotoğraflar…Gör de inanma! Ben sokak adlarını söylüyorum, beyefendi kontrplak duvarları kaplamış bir dolu fotoğrafın arasından bulup gösteriyor o günkü hallerini anında. Uçuyorum sevinçten. Tam bir İstanbul beyefendisi. Her halinden belli oluyor bu. Defalarca teşekkürler edip barakadan çıkmak üzereyken, tahta bir sedirde sessizce oturmakta olan başka bir bey “Hanımefendi farklı biri olduğunuz çok açık. İzin verirseniz, ben de size bu Hollanda lalesini takdim etmek istiyorum. Toprağı hala nemli. Hemen ekerseniz nefis bir lale olduğunu göreceksiniz zamanı geldiğinde.” diyor ve elindeki lale soğanını bana uzatıyor. “Ay! Ne kadar güzel. Ne hoş. İnanmak zor. Bu gün şanslı günümdeyim anlaşılan. Bir tekne hediye etmiş olsaydınız! bu kadar makbule geçmezdi.” diyorum ve yeniden içtenlikle teşekkürler edip çıkıyorum barakadan. İşte özlediğim, görmek istediğim insan yüzleri, insan yüreği ve tavrı… Niyetim Fenerbahçe Burnuna kadar yürümek. Sonbaharı Fenerbahçe Parkında solumak. “Yapraklar ne renklere bürünmüştür şimdi kim bilir...” diyorum. Dere yatağını geçmek üzereyken bir teknede çalışan iki kişiye takılıyor gözlerim. Yaklaşıp selamlıyorum. “Fotoğrafınızı çekebilirmiyim?” diyorum. “Elbette.” diyorlar. Çekiyorum. Tekneye inmek istediğimi söylüyorum. Yardım ediyorlar özenle. Sohbet ediyoruz kısa bir süre. İkisi de bilinçli, duyarlı, hoşsohbet insanlar. Oradakilerden biri olsa gerek. Tekneye yaklaşıyor. Makineyi ona uzatıyorum bizi görüntülemesi için. Ardından vedalaşıp ayrılıyorum yanlarından. Kalamış sahilinden yoluma devam edip ulaşıyorum parka.
Park, panayır yerine dönmüş adeta. Seyyar satıcılar arabalarının başında neşeyle satış yapıyorlar. Çayhaneler, cafeler, salaş balıkçı mekanları...Hepsi açık. Çoluk çocuk, herkes sonbaharı, ilkbahar coşkusuyla yaşıyor gibiler...Sonbaharla İlkbaharın arasından ’su sızmıyor!’ Sonbahar, İlkbaharı doğuma hazırlıyor gizli gizli belli ki…İki kez turluyorum parkı. Oturuyorum yeşillikler ortasında bir çayhaneye. Karşımda adalar. Sağ yanımda Moda Burnu. Demleme güzel bir çay içiyorum, her yudumunda sonbaharın efsunlu güzelliklerini de yudumlayarak. Yüreğim hüzünlerden sıyrılmış…Aklım Sonbaharın sarı ışıltılarını peşime düşürmenin hınzır hevesinde…
YORUMLAR
Bu İstanbul gezmekle bitmez. Bir sonraki İstanbul gezim için heyecan verici bir rota önermiş oldunuz. Güzel yazınız için teşekkürler.