- 758 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
KALEMİME BAŞLIK
ANI HİKAYELERİ - II
Zamane çocukları çok şanslı günümüzde değil mi? (!) Annem de aynısını söylerdi hep ben çocukken.
Ne play stationlar, ne 3 – 5 boyutlu filmler, ne de herkesin vazgeçilmezi, dünyayı bir etmiş internet denen bu koca iletişim ağı.
O zaman olmayanları saymaya kalsam şimdi, yazımın sonu gelmez biliyorum. Onun için merak etmeyin hemen vazgeçiyor ve sadede geliyorum.
Benim sorunum o günlerin trendi, kurşun kalem uçlarına takılan, çeşitli başlıklardan birine sahip olmaktı.
İlk piyasaya çıktığından beri, tüm çocukların olmazsa olmazı haline gelmişti. Eline yeterli para toplayan, bir tane geçiriyordu kalemin tepesine.
Ee! Ben durur muyum? İlle ki alacağım bir tane.
Harçlığımdan ayırdığım kuruşlar cebimde, kendimi buldum ilk kırtasiyecinin önünde.
Bütün kızlar genelde, Rapunzel gibi upuzun sarı, siyah kızıl saçları olan bebek başlarına rağbet ediyordu.
Benim aklımda ise, boynunda spiralden bir teli olan ve kalem hareket ettikçe başını sallayan Miki mause’taydı.
Ama bu kırtasiyede bir tane bile yoktu. Bir diğer kırtasiye ise, benim yürüme alanım dışında, yani yasak bölgede bulunuyordu.
Canım çok sıkılmıştı buna. Ancak bir kere düşmüştü aklıma. Kısa bir tereddüt yaşadıktan sonra “Aman, dedim, hemen gider gelirim.
Hem ben söylemezsem annem nerden bilecekti ki?” deyip, hızlı adımlarla koşturmaya başladım, Sıraselviler’deki diğer kırtasiye dükkanına.
Bu arada yılbaşına bir hafta kadar kalmıştı. Önünden geçtiğim dükkanların vitrinleri, çeşitli süslerle dekore edilmişti ve önlerinden geçerken durup bakmayı ihmal etmiyordum.
Çünkü bu süslemelere bayılıyorum. Nihayet etrafa bakına bakına, vardım kırtasiye dükkanına. Ama hevesim yine kaldı kursağımda. Burada da aradığım tarz bir kalem başlığı yoktu çünkü.
Tam büyük bir hayal kırıklığıyla dışarı çıkmıştım ki, az ilerdeki otelin, kapısına konmuş üzeri rengarenk sırça toplar ve kırmızı fiyonklarla süslenmiş kocaman çam ağacı takıldı gözüme.
Öyle hoş görünüyordu ki, yakından görmek için hemen gittim yanına. Bir süre öyle hayran bakındım.
Derken ilerleyip bir sonraki mağazanın süslemesine bakmak istedim. Sonra daha ilerikine ve bir diğeri derken, bir baktım varmışım Taksim meydanına.
Tam karşımda meydanda, sıra sıra otobüsler dizilmiş duruyorlardı.
O zamanlar Taksim meydanın tam ortası, İstanbul’un bir çok bölgesine kalkan otobüs duraklarıyla doluydu.
Biz de senede bir iki kez, buradan annemin, teyzesini ziyarete giderdik. Birden onu özlediğimi fark ettim.
Çünkü sadece annemin değil, hepimizin çok sevgili teyzesiydi o. Bize çok sevecen davranırdı her zaman ve bayramlarda en dolgun harçlıkta bir tek ondan gelirdi.
Tüm bunları hatırlayınca, çocuk aklı işte, yılbaşı süslerini de, kalemime takmak için aradığım miki mause başlığı da unuttum gitti.
Doğruca karşıya otobüs duraklarının bulunduğu alana geçtim. İlk durak, Sarıyer’e giden otobüslere aitti ve Hasibe teyze’ye bu duraktan binildiğini biliyordum.
Otobüs henüz gelmemişti. Sırada bekleyenlerin arkasına geçip, beklemeye koyuldum. Nane şekeri satan bir çocuk geçerken durdurup, cebimdeki bozukluklardan verip, bir paket de nane şekeri aldım elime. Etrafı seyrederken keyfim gelmişti yerine.
Duraktaki insanlar, kendi halindeydi.
Yedi, sekiz yaşlarındaki bu kız çocuğunun tek başına sırada bekliyor olmasının kimse farkında bile değildi. Farkındaydılarsa da, kimsenin umurunda değildi.. Derken otobüs geldi ve herkes bir telaş binmeye çalışırken, bende peşlerinden girdim içeri. .
Sarıyer’e sık sefer olmadığı için olsa gerek, bayağı kalabalık olmuştu. Ben, şoförün yanında ayakta dikilmeyi tercih etmiştim.. O ise beni ancak, hareket ettikten bir süre sonra fark etmişti.
“Kızım, burada ayakta durma, inen binen oluyor. Hadi sen annenin yanına geç bakayım!” diye nazik bir biçimde ikaz etti.
İyi de… Ne annesi? Kimin yanına gidecektim ki? Kafayı çalıştırıp hemen bir yalan uydurdum ardından.
“Şey!.. Şoför amca, tek bindim ben… Sarıyer’de bir teyzem var, onun yanına gidiyorum” dedim ve elimi eteğimin cebine sokup kalan bozuklukları şoföre uzattım.
“İşte buradan ücreti alabilirsiniz.”
Şoför bir uzattığım bozuk paraya, bir de bana baktı. Ne desin, şaşırıp kalmıştı.
“Sen tek başına ta buradan oraya nasıl gidersin çocuk?.. Annen nasıl izin verdi buna?” dedi hayret içinde.
Ah! Annem bir duysa koparırdı dilimi ya!.. Adam beni otobüsten indirmesin diye, boynumu bir yana eğerek, hemen okkalısından başka bir yalan daha uyduruverdim.
“Amca, benim annem yok ki... Babam da seyahatte. Üvey annem her gün dövüyor, o yüzden ben de teyzeme gidiyordum.”
Babamın seyahatte olduğu doğruydu. (O sıralar, çalıştığı şirketin Diyarbakır’daki şantiyesindeydi görevi ve ayda bir veya iki kez, hafta sonları bizi görmeye gelebiliyordu.) Ancak ben bu konuşma ile şoförü etkilemeyi. Başarmıştım. Adam elini başıma götürüp sevgiyle okşadıktan sonra;
“Öylemi.? “ dedi. Üzülmüştü belli.
“Peki sen teyzenin adresini biliyor musun kızım?” dedi. “ Otobüsten indiğinde bulabilir misin evini?”
“Evet.. Tabi biliyorum amca,” dedim sevinerek.
Bunu sorduğuna göre, beni otobüsten indirmeyecekti demek. Artık yanında durmamama da izin vermişti.
İnen binen oldukça, beni sıkıştırmasınlar diye yol boyunca kollamıştı üstelik. Sarıyer’e vardığımızda, ona teşekkür ederek, kalabalığın arasına karışıp attım kendimi aşağıya.
Bir an önce teyzemin evine gitmek vardı aklımda.
Ama, o da ne? Burası bana hiç mi hiç tanıdık gelmemişti. Çok kalabalık başka bir meydanın ortasında buluvermiştim kendimi. Sağa baktım, sola baktım, hiçbir iz yok bildiğim yerlerden.
Gözüme kestirdiğim ilk sokaktan içeri daldım. Hayır burası da tanıdık bir sokak değildi. Sonra bir diğerine koşturdum.
Yok!.. Hayır, burası da değildi. İşte o an ilk kez paniklemiştim.
“Off! Ya!! Neredeydim ben... “ diye sızlandım. “Ah! Anne, anneciğim nereye geldim ben böyle?”
Birden yapayalnız ve çaresiz hissetmiştim kendimi. Teyzeme gitmekten de çoktan vazgeçmiştim.
Doğruca, beni getiren otobüsün durduğu yere gittim, gerisin geriye. Hareket saatine epey varmış öğrendiğime göre.
Ama ben beklemek istemiyor, bir an önce evime gitmek istiyordum. Taksime kalkan minibüslerin bulunduğu yere gittim bu kez.
Minibüsün kapısında bekleyen şoförün yanına gittim ve yine cebimden bozuk paraları çıkartım uzatarak, sordum.
“Amca, Taksim’e götürmenize yeter mi bu kadar para?”
Adam etrafına bakındı şöyle bir, kimseyi göremeyince;
“Ee!.. Kim var senin yanında peki?”
“Kimse yok. “ dedim. Ben kendim gideceğim!” Yerinden şöyle bir doğrulup, elini beline koydu.
“Bak sen! Yalnız gideceksin Ha! “ dedi. “Evden mi kaçtın kız yoksa sen!”
Böyle demesine şaşırmıştım. Hemen itiraz ettim.
“Yo!!!.. Niye evden kaçayım! Ben orda oturuyorum zaten.”
Adam iyice şaşırmıştı bu cevabıma, belki de inanmamıştı. Minibüse binmeme izin vermeyip, “Hadi bakayım, doğruca evine.” diye beni oradan adeta kovalamıştı.
Çaresiz yeniden otobüs durağına gittim ve kalkış saatini bekleyen otobüse bindim. İçinde sadece üç beş kişi oturuyordu.
Arkalarda bir sıraya geçip oturdum ve yine kimse aldırmadı bu küçük kıza.
Aslında böyle düşünürken çok yanılıyordum. Beş on dakika sonra otobüsün ön tarafından az önce konuştuğum minibüs şoförü girmez mi içeri?
Arkasında da orta yaşlarında bir polis. Adam eliyle işaret ederek “İşte memur bey” dedi. “ Şu arkada oturan şu küçük kız.”
Polisi görünce iyice korkmuştum. Sanki bir suçlu gibi ayağa kalkıp hemen arka kapıya yönlendim.
Ama polis memuru benden daha atak davranıp aşağıdan dolanarak yetişmişti arka kapıya. İner inmez de aşağıya, beni kavradığı bir elimin bileğinden sıkıca. .
“Dur bakalım küçük hanım.”
“Ama ben bir şey yapmadım ki!”
“Tamam… Öyleyse kaçmaya çalışmana bir neden yok değil mi ?
Minibüs şoförü de az sonra yanımıza gelmişti. Polis memuru ona dönerek duyarlılığından dolayı teşekkür ettikten sonra, birlikte tıpış tıpış gittim karakola.
Ancak ne yapsalar bir türlü beni konuşturmayı başaramıyorlardı. Ne sorsalar cevap vermek yerine, ha bire omuzlarımı yukarı, aşağı kaldırıp indiriyordum..
Derken, çaylar geldi ve beni getiren memur bir de simit tutuşturdu elime.
Hemen iştahla yemeğe başladım. Ne kadar açıkmışım da farkında değilmişim meğerse. Karnım doyunca daha bir rahatlamıştım.
Bundan sonra sorduklarını her soruyu da cevaplamıştım. Çünkü artık bana dost olduklarını anlamıştım.
Yalnız, teyzemin adresini tam olarak bilmiyordum. Tarif ile anlatmaya çalıştım ama olmadı.
Annemin tepkisinden korktuğum için evin telefonunu da hatırlayamadığımı söyledim.
Teyzem ondan önce bulmalıydı beni. Onun yerine, Tophane’de eniştemin büyük bir sinema salonu olduğundan bahsettim.
Rehberden ismiyle arayıp buldular hemen. Eniştem, (annemin diğer teyzesinin kocası) bir başıma ta… Sarıyer’e gitmeme çok şaşırmıştı.
Hemen Büyükdere’deki teyzemin adresini verdi memurlara. Onlar da” Lütfen siz de ailesini haberdar edin” deyip telefonu kapattıktan sonra, bana dönüp,
“Hadi bakalım, küçük hanım… Teyzenin adresini öğrendik“ dediler. “Seni götürüp, teslim edelim.”
Az sonra polis minibüsü içinde, iki polis eşliğinde teyzemin sokağına girdiğimizde, hemen tanıdım ve sevinçle haykırdım.
“Tamam… İşte bu sokak. Hadi, indirin beni. Bundan sonrasını ben biliyorum”
Benimle gelsinler istemiyordum.
Tabi ki dinlemediler. Teyzemin bahçe kapısına gelip durduğumuzda, arabadan iner inmez bahçe kapısını açıp koşturdum kapıya. Poliste mecburen bana ayak uydurup peşimden koşturdu.
Kucağında torunu, kapıyı açan teyzem, önce polisi ve aşağı doğru bakınca da beni görünce “Aa… Bismillah” diye şaşırıp kaldı.
Anında yüzü bembeyaz olmuştu. Bir elini göğsünün üzerine bastırarak. “ Billur sen nerden çıktın,” dedi. “Annen nerde?”
Ben beline yapıştım hemen. Emniyetteydim çok şükür. Polis memuru
”Sakin olun hanımefendi önemli bir durum yok. Bu küçük hanım sizi görmeyi çok istemiş ve kendi başına ta buralara gelmiş” dedi. “Dua edin ki, minibüs şoförü kaybolduğunu fark etmiş de bizi haberdar etti.”
Teyzem, memurun uzattığı kâğıtları tek eliyle imzalarken, bir yandan da hayretle başını sağa sola sallıyordu. ”İnanamıyorum buna Billur… Nasıl yaptın sen böyle bir şeyi? Anneciğin ölmüştür şimdi meraktan”
Polisler gittiler ve biz hep birlikte girdik içeri. Teyzem, kucağında torunu arkamdan geldi. Hala cık cıklayıp duruyordu.
Baktım masanın üzerinde, süslemesi yarım kalmış bir çam ağacı ve ağzı açılmış kutularda, rengârenk sırça toplar ve çeşitli süslemeler duruyor masanın üzerinde.
Biz kapıya dayandığımızda, torunu Berkan ile bu ağacı süslüyorlarmış meğerse. Teyzem,
“Hadi gel bakalım, “ dedi. Torununu masanın üzerine çamın yanına bırakarak. “Hep birlikte devam edelim yılbaşı camının süslemesine”
Beni daha fazla üzmek istememişti sanırım. Aradan iki üç saat kadar geçmiş ve hava kararmıştı.
Biz de bu arada çamın süslemesi bitirmiş, ışıklarını yapmış camın önündeki yerine yerleştirmiştik ki kapı çaldı. Gelen gözlerinden ateş fışkıran annemdi.
“Ay! Teyze öldüm ben, ömründen ömür gitti. Nerde o” diye bağırdığını duyunca, kendimi sakladım masanın altına.
Bir yandan da içimden ”Teyzem kurtarır nasılsa” diye söyleniyordum kendi kendime” Annem içeri geldiğinde ayaklarını gördüm sadece.
“Neredeysen çık ortaya” dedi. Etlerini cımbızlayacağım gör bak! “
“Eyvah!” Annem tahmin ettiğimden de çok sinirliydi. Korkarım, teyzem de kurtaramayacaktı hışmından beni.
[“Dur Bedriye, sakın ol kızım”dedi teyzem.
“Sonradan üzüleceğin bir davranışta bulunma… Bak çocuk yeterince korkmuş zaten. Hadi, lütfen, benim hatırıma.”
Annem koltuğun üzerine bıraktı kendini ve “Teyze iyi de, kaç saattir ben neler çektim biliyor musun?
Ya o minibüs şoförü kaybolduğunu anlayıp haber vermek yerine, alıp bir yerlere götürseydi onu.
Ya başına başka işler gelseydi, ne yapardık” diye başladı ağlamaya. Sinirleri iyice boşalmıştı.
Onu böyle görünce, dayanamadım ve ben de başladım ağlamaya. Ama bu kez annemi bu kadar meraklandırdığım ve üzdüğüm için pişmanlığımdan. Masanın altından çıkıp,
“Anneciğim affet beni… İstersen döv, ama ne olur ağlama! “ diye ayaklarına sarıldım.
Annem teyzesine söz vermişti az önce, o yüzden bir fiske bile vurmadı bana. Hemen yerden kaldırıp aldı kucağına ve bastı bağrına.
“Sen beni öldürecek misin kızım? Niye böyle şeyler yapıyorsun…
Ne akla hizmet buralara gelmeye kalktın böyle bir başına?” diyor ve inci gibi gözyaşları dökülüyordu o güzel yeşil gözlerinden.
Başımı yasladığım, sevgi dolu o kocaman yüreği, küt küt atıyordu. İçim parçalanmıştı haline ve çok kızdım kendime.
“Anne ne olur, sus ağlama…” dedim. Bir daha söz, senden habersiz gitmem hiçbir yere”
Bu arada teyzem hadi sofrayı hazırlayalım da bir şeyler yiyelim acıkmışsınızdır dedi. Ancak annemin aklı yaşlı anneanneme bıraktığı kardeşim Selim’de olduğu için;
“Yok teyze, yeterince geç oldu zaten. Daha fazla oyalanmadan eve gidelim biz” deyip izin istedi.
Kötü bir deneyimdi yaşadığım bunu fark etmiştim. Otobüse binip orta sıralarda bir koltuğa el ele oturduğumuzda, anneme yaşattıklarımdan dolayı pişmanlığı da ta yüreğimin en derinlerinde hissediyordum. Taksim’e varana kadar bir daha hiç konuşmamıştık.
Çünkü her ikimiz de, yan yana, can cana olmanın ve yeniden birbirimize kavuşmuş olmanın mutluluğunu yaşıyorduk ve bu bize yetmişti.
***
YORUMLAR
Anne - baba oluncaya kadar en kızdığımız sözdür '' Bir gün sen de anne ( Ya da baba ) olunca anlayacaksın'' sözü...Anne- baba olunca da en çok tekrarladığımız söz....Ah o çocukluk günleri....Siz bir miki mause yüzünden dyağın eşiğinden dönerken ben ders kitaplarının arasında Teksas- Tommiks okumak yüzünden az dayağını yememişimdir rahmetli babamın... Ne garip değil mi ? Şimdi ise keşke bir şeyler okusun da varsın Teksas- Tommiks okusun diye bakıyoruz çocuklarımıza...Çok güzel bir anıydı...Bir solukta zevkle okudum.
bazen ne olacağını kestirmeden yalnış davranabiliyoruz çok çok güzel bir anıydı sürükleyip götürdü kutlarım sevgilerimle..
Billur T. Phelps
Paylaştığın için çok teşekkürler canım. Beğeniyle okudum. Anılar herşeyimiz. Sevgilerimle.
Billur T. Phelps
Çok teşekkür ederim Aysel,
Anılar gerçekten değerli ve bazıları öyle yer ediyor ki içimize
unutmak ne mümkün yıllar geçsede değil mi ? :)
Billur T. Phelps
Sevgiler :)
Billur T. Phelps
Ne demezsin...
Ama maalesef işte böyle aklına her estiğini yapan biriymişim.
Şimde de çok farklı sayılmam ya :)))