- 594 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Hiç Bir Acı Mutluluğun Eteklerinde Dolanamazdı...
Bitmiyor bu dünyanın zeytin dallarının dökülüşü,
yapraklarının geç de olsa dökülüşü,
en son dökülecek zeytin dalı yaprağını bekleyecek zamanım yok artık ve de sevgide mutlu olmaya...
İşte bu yüzdendir yalnızlıklar seni boğar, işte bu yüzdendir yalnızlıklarla dolarsın dağ başı çukurlarına…
Teşekkürler bu bahar sonlarındaki günlere merhaba derken, zemherilerin sonlandığı, yeni yeni ayazların baş göstereceği günlere, aylara merhaba diyecekken hayatın son ıskaları belki de kalan bahtsız günler...
Her şeyin bir olmuşu varken olmuşuna bırakılacak günlerin hatrına, gelecek ayaz üşütmelerinin sabrına yine de merhaba...
Gelecek bahtsız günlerin özlemi hep olacak belki de istemsiz de olsa ama hayat çoğu zaman veryansın edenleri hep kapı ardında bekletir ki öğreneceğiz yorgan altlarında sessiz seslerle hıçkırmaları...
Belki bu zemherilerde açacak içimizde kar üstü çiçekleri, kavruk kızıl renkleri ile de olsa sindireceğiz içimize... Güzel günlerin beklentisi ile...
Gün batar, gün doğar fark etmezsin boğulduğun yatak çarşaflarında ter atar dökülür bedenin ama umursamazsın...
Bu gün bir masal yazdım sana ve günlerden Cumartesi ertesi, Pazar...
Harbi bir hikâyeden çok, belki de çocukluğumdan kalma, belki de dedemin, hocamın anlattığı öykü bu...
Şimdilerde masala dönüştü galiba, hem de sen ben masalı oldu kuşkusuz...
Kaderinden korkmayan bir adamla, sevmeye, sevilmeye ait olmuş, hırslardan ve riyalardan uzak bir kadına ait bir masal oluyor galiba...
Bir kurşun atımlık yol olsa, kendisi dururdu, kurşun hızındaki ona ulaşsın adam diye...
Uzaklardı, uzaklardan el uzatmaları ile ruhlarını bağlamışlardı yaralı yürekleri ile umutlarını
birbirlerine...
Yaralıydı kadın ve biteviye kanıyordu yaraları... Ve kadın uzaktan her bakışının ardında saklıyordu ağlamalarını... Yaralıydı adam ve gökyüzüne baktığında hep gözlerini güneş kurutuyordu... Uzağa, uzaklara bakmaya alışıktı gözleri, her arayışında da ortaya hayretli bakışları çıkıyordu... Adam da içten kopuk kopuk yaralıydı... Çoğu zaman yaralarını kendi düşünceleri ile geçmişten fırlayan çivilerle sanki içi an an kanıyor, kendi kendini kanatıyordu...
Şarkılar en zor zamanlarında bile hıçkırığa atardı onu, zavallılaşamıyordu, sadece kader denen yazgının yollarıydı taban diplerini kanatan...
Masal yaşamı bu ya, delik deşik bir ruh taşır gibi, bazen sebepsiz gülümser, bazen de gömülürdü hıçkırıklara...
Başı boş duyguların an an alevlenmesiydi sanki içini kavuran...
Adam bu ya, kadınım dediğini arar durur oldu yıllar yılı vedasız gidişlerin ardında...
Kadın bu ya, bitmeyesiye çileler yüklendi güzelliğini içine alan ruhuna taşıyamayacağı kadar yükler bıraktı...
Yılmadı, derlendi, toplandı ve uğraştıkça yeniden dağıldı, kırıldı, omuzlarındaki yükler hep ezdi onu...
Bir yeryüzü arıyordu adam, pembe, mor alaca karışımı, bir dünya ışıklarında umutları ile kaybolmak istiyordu adam...
Nefretten, kinden, tiksintilerden uzak, sevginin alaca, bulanık, karmaşasından uzak mutluluk coşkusuyla kaybolmak istiyordu adam...
Son nefeslerin seslerinde bile birliktelikte var olmak için, kıpırtı aksaklarındaki yüreğine sonsuz yalvarmalardaydı adam...
Umarsız, yıkıcı, alaycı olmak istemiyordu hayata kadın, var gücüyle sevmelere asılmıştı kadın...
Beklentisiz bir yaşamın içinde alçak gönüllülükle adamak istediği bir hayatı vardı kadının, adamım, koca adamım, rüzgârın rengi gözlerim dediği adama yüreğini sonsuza teslim etmek istiyordu kadın...
Gözyaşlarını içine akıtırken, her şeye rağmen, gülücüklerini teslim ediyordu adama...
Güldürmek ve güler kalmak istiyordu adamında...
Yorgun bir gece...
Ve...
Yorulmuş bir gece sonrası sabaha uyanıyordu koca bir şehir... Veya şehirler...
Ne fark eder ki bir şehir veya tüm şehirler, beldeler, mahalleler ve de tüm evlerle birlik yaşayan tüm canlılar...
Senin şehrin mi yoksa,
benim şehrim mi uyanıyordu bizle beraber sabaha,
ne fark eder ki
senin şehrin veya benim şehrim...
Tüm perdelerin çerçevelerindeki camlardan kısık ışıklar, bulanık bir aydınlık yapıyordu yarı açılmış gözlerin baktığı duvarlarda...
Tavandan sarkan ışık demetleri yavaş yavaş ışıkları ile ölgünleşiyordu, mor ötesi güneş ışıklarının kırıklığı ile...
Hep baş ağrılarım tutardı, son zamanlarda hep bu saatlerde, bütün gece avuçlarımla tuttuğum başımda...
Kâbuslu düşlerin yorgunluğu sallanıyordu hep bu anlarda başımın arı kovanı gibi uğuldayan kuytularında...
Ve gözler tavana sabit bakmaktan kurtulurcasına salınıyordu odanın içine doluşan mor ışıklara...
Hep yorulmuş gecelerin şehirlerinde uzun olurdu gecenin sabaha uzaması...
Belki yalnızlığın kâbusuyla çöküyordu beden yatağın girintilerine açık gözler ve düşüncelerin girdapları ile...
Bu yorgun gece sonrası ağarmaya çalışan şehir seninki miydi, yoksa benim zift kokuları arasına yasemin kokularının sardığı sokaklarımın gürültüsüz kokusu muydu bu yalnızlığın sesi?
Bana tarif edebilir misin sevgili, yalnızlığının veya yalnızlığımın sesinin kokusunu?
Sen mi bakar, yoksa ben mi bakar kalıyorum bu yalnızımsı yorgun gecemin sabahına?
Unutmanın acizleştirdiği yasemin kokulu gecelerin zavallılaştırdığı bedenin can havli ile nefes almaları bunlar, kararsız ritim bozuklukları ile dolanmış bir kalp atışları bunlar...
Özlemle nefretin karmalandığı kararsız veya yorgun geceler sonrası çaresiz düşüncelerle baş etmeye çalışması sanki bunlar...
Tek taraflı bir bedel ödeniyordu hayata karşı çaresiz ve de umutsuzca...
Çanlar bu sefer uykusuz geceleri yaşayanlar için çalıyordu belki de...
Uzaktan gelen ağıtları özlemlerin ardına gizlenmiş umutların yok oluşuna doğru uzanıyordu belki de...
Göçler başladı içimde kendiliğinden, sonbahar göçleri bunlar, güz göçleri bunlar, yüreğimden kopup parça parça bedenimden ayrışıyor, kendimi karanlıklarda görür gibiyim... Bir kentin taşlıklarından diğer kentin bulvarlarında kaçar görüyorum kendimi...
Tam bir yabancı gibi hissediyorum kendimi, kendime...
An, an değişen duygular peşindeyim, kendimi kendimle yer değiştiriyorum, iyi adamı diğerime, kötü adamı diğerime koyuyorum, yaptığım hayat boşluklarımı arıyorum...
Her arayış bir boşluk ertesi bir zamana atıyor beni...
Bir an geliyor kendimi senin yerine, senin düşüncelerine atıyorum, çapraşık düşünceler fırlıyor sanki bir kavanozdan... Hiç biri diğerine eş değil, tamlayıcı değil, tekrar yerlerini değiştiriyorum, bu sefer sen kayboluyorsun, ben düşünceleri çıkıyor ortaya, gene şaşkın düşüncelerle boğuşma zamanım, gene çaresizlikler, gene dar zamanlar, yine kesintisiz kayıp zamanlardaki benliğim çıkıyor ortaya... Bir ben, bir beni arar gibi baş sallıyor sağdan sola, yapma der gibi sallanıyor beynim...
Artık korkmuyorum tekrar düşmekten, tekrar yılgınlığa düşmekten, tekrar göz yaşlarımdan ve tekrar gece haykırmalarımdan korkmuyorum...
Biliyorum tekrar tekrar düşeceğim, biliyorum tekrar tekrar kâbuslar göreceğim, biliyorum tekrar tekrar anı bataklığı ile savaşacağım, biliyorum tekrar har düşlerine atılacağım, biliyorum gece sesleri ile uğuldayacak yine kulaklarım, beynim, biliyorum sessizliğin seslerinde yine, yine de boğulacağım, dağılacağım, eskiyeceğim, eskidikçe eski defterlerle karışacağım, geçmişin darbeleri tekrar tekrar vuracak sırtıma ama yılgınlığın kesik umutları olsa da yine de bir silahşor edasıyla dalaşacağım hayata yeniden...
Kaç baharın meyvelerinin çekirdekleri takılacak boğazıma, kaç şarkının cümleleri oyacak beynimi, kaç kelime yutkunmalarıma sebep olacak ama yine de o ezberimdeki kelimelerin üstünü çizeceğim, çizebildiğimce...
Unutmak kelimesi ile boşuna uğraşmayıp, üstüne üstüne basacağım anıların ki yine de sana muhtaçlığım olmayacak...
Elbet büyüyecek içimdeki haylaz, kırık dökük, çarpık bakışlı çocuk, elbet büyüyecek katlandığı acılarla bu çocuk da, elbet açılacak yeni dünyaya gözleri, elbet görecek gökkuşağındaki renkleri, renklerin ötesindeki sesleri duyacak, morla beyazı ayıracak, alacapembeliğe alışacak gözleri açıldıkça açılacak, aval aval bakmayacak kulak uğultularına aldırmayacak, haziran çocuğu olup acıların acizliğinden yılmayacak, bakacak mor ötesi ışıklara görmek için, görmese de öğrenecek bakarak göremeyeceği çok şeyin olduğunu...
Çocuk çocuk ağlayacak bakmayacak yere düşen yaşlardaki acı tariflerine, döküldükçe dökülerek yalnızımsı seslerin kıvrandırdığı bedenini tanıyacak... Büyüyecek elbet, bataklıklarda anı çukurları açıldıkça obruk çukurlarında arayacak güzel günleri ama yıkıklığa uzak kalacak...
Yalvaran sesleri tanıyacak, acımayı, acılanarak öğrense de çok şey verdiği hayatından bezginliğe düşmeyecek çocuk yüreği... Çocuk çocuk büyüyecek iç çocuğuyla birlikte... Çocuk çocuk ağlayacak iç çocukla birlikte ama yakınlarındaki gülmeleri çabuk öğrenecek...
Elbette büyük adımlar atacak, elbet öğrenecek yuvarlanmamayı, elbet öğrenecek sessiz seslerin ardındaki iniltileri ve yeşil toprağı görecek kurumuş yapraklar arasındaki hüzünlerle...
Hüzünlenmelerin öksüzleştirdiği gözlerini görecek aynada, kendi gözlerindeki kısıklığa bakacak açılmış göz kapakları ile, işte o zaman alt çenesini sağ avucunun içi ile bastırıp, sessizliğin titreyişlerini hissedecek avuçlarında... İşte o zaman öğrenerek görecek seslerin titreyişlerini...
Elbet içteki o küçük çocuk da büyüyecek, öldürülemeyecekler, yeniden, yeniden de yine doğacak kendi küllerinde, çünkü içinde Anka ruhu olacak...
Çünkü içinde umuda çıkan yolculuğun dirençlerini bulacak, dayanacak darbelere, bu sefer kendi kendine umut olacak içindeki haziran çocuğu... Hazin ay çocuğunun içinde yeniden, yeni, yeni tan şafakları oluşacak, yeniden yaşayacak gökkuşağı renkleri arasında...
Düşse de tutunmayı öğrenecek darbeli bedeni ile düşse de kalkmayı öğrenecek, eğilmeyecek, eğmeyecek bedenini yere...
Yeniden öğreneceğiz hayatın yollarındaki çakıllı taşlara basmayı...
Oysa biliyordum zamansız bedeni terk etmezdi...
Hiçbir acı yeni bir ateş olmadıkça alevinin boynunu eğmezdi...
Hiçbir acı mutluluğun eteklerinde dolanamazdı...
Bir senin bir de benim hüzne dayalı hayatlarımız vardı... Düşüre kaldıra birleştirmiştik biz eski yaşamları, yeni günlere umutlara bağlamıştık her anı, her anıyı birleştirerek...
Omuz vermiştik yeni yaşamlara, olmadı, olamadı, yıkıldık, birbirimize dayandıkça, her isteyen, hiç istemediklerimizi kopararak aldı hayatımızdan...
Düz bir yaşam, bir türlü avuçlarımızda tutamadıklarımız oldu, yıkıldık birbirimize yaslanamadan, yerlere serildik, unutmak istediklerimizle, unutamadıklarımız sıralanıp durdu yaşamımızda...
Yenildik...
Tüm yenilmişler gibi biz de serildik acı tozları ile sarmalanmış yaşamımıza...
Son söz ise bundan sonraki yaşam çaresizliklerle omuzlarımızdan sarsar oldu...
Oysa ne kadar da çok isterdik başımızı sevdiğimizin omzuna yaslayıp, hayatın cilvelerine umarsız bakmayı...
Oysa her aşkın kendine özgün bir hikâyesi vardı...
Çoğu zaman her aşık bu hikayenin içinde boğulup kalırdı...
Hiçbir aşk sonsuzluk mührü ile damgalanamazdı...
Mühürlense bile ömür zamanı devreye girince her aşk doyumsuzluğa ulaşmadan sonlanırdı...
Bitmeyesiye aşkları özlediğimiz müddetçe ömür yavaş yavaş eksilirdi...
Artık kendi kendimize, kaderimizle, kaderimize teslim olmuştuk...
Ölmüş rüzgârlar geçiyor ölgün bedenlerimizin ardında kalan yaşamından...
Yağmur suyuna doymuş bir bulut dolanıyor belki de tepemizde, ıslatmak için çok sevdim diyenleri...
Kaç defa sordum bu soruyu kendime, kaç kere? Doğdum haziran ayında, kaç bin defa öldüm bu hazin ayda... Tüm geçmişimin zamanlarını, kaç defa gömdüm bu aya ve kaç bin defa öldürdüm seni bu hazin ayda umutlarla sarmalanırken?
Bitmedi... Bitemedi... Her defasında yeniden doğdun tam da seni gömmek istediğim zamanlarda...
Bitmeyesiye dönen bir kâbus devinimiydi bu...
Tüm heyecanları, kahırları tüketemeyesiye taşladığım bu ayın dakikalarını saniyelere çevirirken, her defasında kendim devriliyordum o çukura...
Bir uzaktan görüntün sarmalandı içime, yılların ardında kalan pişmanlıklarımla, sen miydin,
yoksa,
sen gibi bir karartın mıydı, hep sarar bu düş beni, Haziran sonlarında...
Değişmek gerekti yaşamı da
İsmi de
ve
sonuç
değişselerdi her şeyi birleştirip
mutlu olacaklardı...
Seni sana yazsam,
beni sana yazsam
bendeki ben biter
bilirsin bu son satırlardır,
iç seslerimi içine alan
bilirsin sen
hayatı ne kadar zorladığımı
ne kadar zavallılaştığımı
ne kadar rüzgâra ıslık çaldığımı da
bilirsin...
En azından yokluğu bilirsin,
yokluktaki,
inleme seslerini bilirsin aynı çatı altında olsan da yokluğun sensizlik olduğunu da bilirsin
sana beni yazmam
sana seni de yazmak istemememi
bilirsin
ardından hep irin çıkar
hep tiksinti çıkar
bilirsin
sevmelerin ardındaki kapıların
ne kadar dar açıldığını
dalgaların ne kadar yüksek olduğunu
nazların ne kadar çekilmez olduğunu
bilirsin...
Bilmediğin bir şey var ki
seni ne kadar sevmiş olduğumdur
ki
acıların hep ölü dalgaları vurur bedenime...
Bu yüzden ben sevdim seni diyemezdim
bilirsin...
Yazgının sonu...
Son söz ise...
Cehennem Dağı’ndaki yalnızlığımın gölgesindendir bu sıkıntılar...
Artık kendi kendimize, kaderimize, kaderimizle teslim olmuştuk...
Mustafa Yılmaz