- 600 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KÜÇÜK ÇOBAN
KÜÇÜK ÇOBAN
Tam hatırlamıyorum ama ya beş ya da 6 yaşındaydım. Daha pantolon bile giymiyordum. Annem, tuvalet ihtiyacımı kolay gidereyim diye, Sümerbank’ta satılan kalın ve ince çizgileri olan pamuklu pijama bezinden dikilmiş, yakasız entariler giydirirdi. Bu entarilerin önünde iki cep, belinde de çözüp bağlaması kolay olsun diye bir kuşağı olurdu.
Ucuzluğundan dolayı, o zamanlar köyümüzde yaşayan tüm yaşlılar da bu bezden dikilme pijama ya da kalın fanila yerine iç elbisesi olarak dikilen giysiler giyerlerdi.
Yaz aylarında herkesin annesi babası sabahtan akşama kadar tarlalara çalışmaya giderlerdi. İlk zamanlar evde yalnız kalıp perişan olmayalım diye bizleri de yanlarına alıp tarlalara götürürlerdi. Ama bizleri yanlarında götürüp getirmeleri bir koca yaz sezonunda beş – on günü geçmezdi. Güneş, tarlalarda korunmasız açıkta çalışan ve duran her canlıyı yakıp kavurduğu için biz istesek de sıcak günlerde büyüklerimiz bizleri tarlalara götürmezlerdi.
Götürmedikleri günlerde de entarimizin o iki cebine kuru yemişlerden koyarlardı. Tabiî ki çocuk olduğumuzdan oyuna dalar, bazı günler cebimize konan o kuru yemişleri unutup yemediğimiz günler de olurdu. Unutup yemediğimiz günlerde de annemiz görüp kızmasın diye saklardık.
Cebimdeki kuruyemişleri yemeği unutup sakladığım bir gün, çok oynayıp çok yorulmuş olacağım ki, o gün aç karnına erkenden yatıp uyumuşum. Ertesi sabah daha güneşin kızıllığı bile gitmemişken, annemin oğlum diyen sesiyle uyandım. Annem, kalk oğlum, seni Topal Ali’lerin Osman ağa çağırıyor. Dediğinde önce duymazlıktan geldim ama annem tekrar tekrar seslenip çağırarak beni uyandırmaya çalışıyordu. O arada ben kalkıp gitmeyince, biraz zaman geçmiş olacak ki, Topal Ali’lerin Osman ağa da, geri bizim avluya gelip anneme, Medine kuzum hani nerde oğlun, uyartır gönderirim dedin, ama daha gelmedi, dediğini duyduğumda, adama karşı içimde bir öfke gelişmişti. O koca adamın, benim gibi küçük bir çocukla sabahın köründe ne işi vardı da, annemi bu kadar sıkıştırıp beni uyandırıp kaldırmasını istiyordu.
Bir türlü anlam veremediğimden sıcacık yatağımdan kalkıp gitmek istemiyordum. Annem neden kalkmam için bu kadar çok ısrar ediyordu, onu anlamıyordum. Bir ara düşündüm, acaba bilmeden bu adamın bir şeyine zarar mı verdim de beni çağırıyor diye. Ama aklıma da hiçbir şey gelmiyordu. Osman ağaya karşı hiçbir yaramazlık yaptığımı hatırlamıyordum. Zaten kolay kolay hata da yapmazdım. Ama adam hala annemi sıkıştırıp diyordu ki, hadi Medine kuzum, çarşıya pazara geç kalıyoruz. Çabuk kaldır şu çocuğu da biz gidelim, dediğini duyduğumda, büyük bir merakla, yatağımdan fırlayıp kalktım.
Anne ne diyor, bu Osman ağa, beni nereye götürecek. Ne çarşısı, ne pazarıymış. Ben ne anlarım, bu küçücük yaşta, çarşıdan pazardan derken Topal Ali’lerin Osman ağa, o koskoca iri gövdesiyle avlunun kapısından içeri girip Caat (Cahit) hadi kuzum. Gidelim, geç kalıyoruz. Nereye Osman ağa dediğimde, kuzum Caat, beraber, benim kuzuları pazarda satmaya götüreceğiz. Ben alacaklıyla (müşteriyle) konuşup pazarlık yaparken sende kuzulara sahap (sahip) ol.
Annem, Osman ağa, çocuk daha yeni kalktı. Akşamda yemeden yattı. Karnı aç. Bir şeyler hazırlayım, yiyip karnını doyursun da öyle gitsin. Şimdi sen git, ben arkan sıra gönderirim, demiş olmasına rağmen, Osman ağa anneme, ben onun karnını çarşıda doyururum deyip, annemin şaşkın bakışları arasında beni kolumdan tutup kuzuların olduğu yere götürdü.
Sabahın köründe içim tir tir titreyerek, Osman ağa önde, ben kuzuların arkasında haftada bir gün kurulan Elbistan mal pazarına gittik.
Osman ağa, o gün pazara götürdüğümüz kuzuların çoğunu sattı. Sattığı kuzuların paralarını da alıp cebine koydu. Satılmayıp geride kalan kuzularla birlikte beni de köyümüzden başka bir ağanın çobanına teslim edip, çobana da dedi ki, Memet kuzum, benim kuzuları da sizin kuzulara katalım. Caat’ı da senin yanına vereyim. Onunla birlikte kuzuları yayıp akşam da eve getirirsiniz dedikten sonra, beni orada aç karnına kuzuların peşine gönderip kendi de pazardan yanına aldığı birkaç kişiyle birlikte, o gün pazarda yaptığı satışı onlara ballandıra ballandıra anlatarak çarşıya gittiler.
Benim karnımın da aç olduğunu bilmesine rağmen, anam ve babamdan aldığım terbiye gereğince, o gün orada Osman ağaya benim karnım aç demedim. O da bana sormadı.
O gün pazarda Osman ağa beni, gözlerimin önünde ağasının aldığı dürümle karnını doyuran köyümüzden bir çobana teslim edip gönderdi. Ben o gün Osman ağanın teslim ettiği çobanla birlikte Osman ağanın kuzularını, o uzun ve kavurucu yaz sıcağında, gecenin geç bir vaktine kadar güdüp, evine götürüp teslim ettikten sonra, evimize döndüğümde annemi görür görmez, açlıktan yere düşüp bayılmışım.
Annem ne yapacağını şaşırıp telaşlanıp ağlamaya başlamış. Ne oldu bu çocuğa diye şaşkın şaşkın ağlarken birden aklına yüzüme su serpmek gelmiş. Annemin o şaşkınlık içindeki telaşla yüzüme serptiği suyla irkilip kendime geldiğimde, ağlamaya başlamıştım. Annem bana ne oldu, oğlum dedikçe, ben hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Ama açlık ve susuzluktan sesim de çok zor çıkıyordu. Ağlamam biter bitmez, ne olur anne, bana su getir, dediğimde annem hemen koca bir tas su alıp getirdi. O suyu hep içmiştim, ama bu seferde açlıktan midem bulanmıştı. Sonra karnımı doyurup yatıp uyumuştum.
Annem de o öfkeyle Osman ağaların evine gidip, Osman ağaya sen de hiç vicdan yok mu? Sen ne utanmaz, sıkılmaz bir adamsın. Sabah gelip, yalvar yakar, çocuğu benden aldın. Senin bu yaptığın ayıp değil mi, dedikten sonra, köyün muhtarına gider. Muhtara Osman Ağayı şikâyet edip derki, daha bu yetmedi. Bu adamı bu köyde rezil edeceğim. Önüne gelen herkese bu durumu annem anlatınca, o güne kadar azığına lahana kökünden azık konduğunu utanıp söylemeyen Osman ağanın çobanı Memet’de çobanlığı bıraktı.
Osman ağa, bir süre sonra köyde herkesin diline düştüğünden, Osman ağayla yaşıt olan köylüler, Osman ağayı gördükleri her yerde, sen kendine fırında özel kebabı yaptırıp arkadaşlarınla bir güzel yemeyi biliyorsun. Sattığın kuzuların parasını kuşağına sarıp beline bağlayıp köye getirmeyi de biliyorsun. Ama aç olduğunu bildiğin o küçücük çocuğun karnını bir tazeyle (simitle) doyurmayı bilmiyorsun. Öyle mi? Osman dediklerinde, Osman ağa kızaran yüzüyle artık köyde utanarak gezmeye başlamıştı.
Osman ağa, beni gördüğü her yerde o kızaran yüzünü benden çevirerek giderdi. Hatta köyümüzden birisine, o çocuğu gördükçe ondan bile utanıyorum. Sanki yüzüme cimri diye bağırıp çağırıp haykıracak gibi geliyor, demiş. Ama ne yalan söyleyeyim, benim de aklımdan geçmesine rağmen, anamla babamın köydeki itibarlarını düşünerek böyle bir şeyi yapmadım. Ama onu her gördüğüm yerde de gözlerinin içine bakıp söyler gibi bakmadım da değil. O da benim anlam dolu bu imalı bakışlarımdan rahatsızlık duyduğundan beni gördüğü her yerde yönünü değiştirip benden uzaklaşırdı.
Bu açlığı yaşadığım sene oruca başlamıştım. O seneden sonra elli üç yıl hiç aralıksız, soğuk sıcak demeden oruç tuttum. Bunca yıl tuttuğum oruçların hiç birinde o adamın beni aç koyduğunda, çektiğim açlık ve susuzluk kadar hiç acıkıp susamadım. O çektiğim açlık ve susuzluğu inşallah bir daha hiç yaşamam. Ömrümde de ilk ve son olur.
O günü hiç unutamıyorum. Üzerinden elli üç yıl geçmiş olmasına rağmen bu gün bile hala evde fazladan bir ekmek olmadığında tedirgin olup huzursuzluk duyarım. Belleğimde kalan izi, bu gün bu yazıyı yazıp kaleme alırken bile beni ağlatmaya yetti.
O günden sonra insanlara olan güven duygum bir hayli azalırken, şefkat gösterip merhamet etme gibi insani duygularımda bir hayli artı. Akılcı olmama rağmen insanları sevip, merhamet etmemden dolayı hiçbir zaman duygusallığımı da elden bırakmadım. Bu şekildeki yaşamıma bağlı akılcı ve duygusal olmam da zannederim hayatımı dengeli yaşamamı sağladı.
Hani bir söz var. “Allah hiç kimseyi namerde, muhannete muhtaç edip, açlıkla hiç kimseyi terbiye etmesin,” diye söylenen sözün de çok doğru söylenmiş olduğuna inanıyorum.
Hatta benim bir sözüm var. Ben o sözümü çektiğim bu açlık aklıma geldiği bir günde yazdım. “Açlıkta ekmeğin serti diş kırsa da yenir.” Demiştim.
Hayat, dediğimiz şey işte bu olsa gerek. Almadan bize, hiçbir şeyi geri vermiyor. Bizden her zaman, her şartta mücadele edip, hayatı sevip yaşamamızı istiyor. Yoksa sana bu dünyada yaşam hakkı yok diyor. Tercihi de bize bırakıyor. Bilmem sizler, ne dersiniz?
11.10.2011
Cahit KARAÇ
Şair, Düşünür ve Yazar
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.