BALIK AVINDAYIZ ANI-4
Bizim köy, sırtını büyük bir Fay kırığına yaşlanmış, evleri bazalt taşlarıyla inşa edilmiş bir köydür. Doğu tarafında ise beşyüz metre uzağında Karaçay geçer. Köyden çaya doğru irili ufaklı tarlalar göze çarpar. Çay: Dereden büyük, ırmaktan küçük akarsulardır.
Karaca dağ: Diyarbakır - Şanlıurfa sınırında sönmüş bir yanardağ dır.Yaklaşık 1938 metre yüksekliktedir. Kendine has kültürüyle, coğrafi yapısıyla, iklimi ile Siverek’ten farklıdır. Dağ eteklerindeki köylerin dışında, yüzyıllardır göçerlerin barındığı bir dağdır. Kışın yüceltisinde
Topladığı karları havaların ısınmasıyla erimekte ve eteklerinde birkaç kola ayrılan çaylara ayrılır. Yazın su seviyeleri düşse de çevresinde bolca kaynaklardan su aldığı için tamamen kurumaz.
Köylüler tutucu ve kapalıdır. Şimdi ise tüm yeniliklerden nasibini almış. Bu yenilik, eski dostluktan, dürüstlükten ve bağlılıktan hasarsal etkiler bırakmıştır. Her yenilik, bizden bir şeyler alıp götürdüğü gibi, daha yeni yeni toplumlaşan toplumuzu tekrar bireyleştirecek gibidir. Teknolojinin getirdiği çabukluk, kolaylık maalesef eski hayat kültürümüzü de yok edecek gibi görünüyor!
Eski köy odalarındaki sıcak sohbetler bitmiş, üç günlük bayramlar, düğünler çağa ayak uydururcasına yarım güne düşürülmüş. Ve her yenilik, gittikçe insanlar arası bir soğukluk bırakmakta.
…
Ve balık avındayız, yıl 1987
Günlerden bir gün şehirden usanmış köye bir arkadaşıma ziyarete gitmeyi planlamıştım. Sağlığım da bozulmuş doktorlar bana “temiz hava, sessiz bir ortamda dinlen” demişti. Hazırlanıp şehirden on km uzaklıkta olan köyüme gitmiştim.
Köye vardığımda, benim eski arkadaşlarımdan Hasip karşılamıştı beni. Hasip, neşeyle boynuma sarılmıştı. Hal hatır sormalardan sonra beni evin hemen yanında bulunan küçük Tarh’a aldı. Aklıma dört yıl önce ona emanet bıraktığım “Zorba” köpeğim geldi. “nerede” diye sormuştum, o bana “az önce buralardaydı” deyip etrafa bakınmıştı. Tabii Zorba ortalıkta yoktu. Etrafı biraz seyre dallarken eski çocukluk günlerimi anımsayıp yeni hayallerle harmanladım
Az sonra, Huriye yengem bir yarım saat içinde imambayıldı yanında manda yoğurdu ve sıcacık tandır ekmeği bir tepside bize buyur etmişti. Ve zahmet edip bahçeye kadar getirmişti. Hamaratlı kadındı doğrusu benim aslan yengem…
Hasip, gelişimi, Eşine takılarak ve beni neşelendirmek için durmadan espriler yapıyordu sanki hasta olduğumu hissetmiş gibiydi. Fakat öyle değildi; Hasip, her zaman ki hali buydu. Önüme ne verildiyse silip süpürmüştüm, kente evimde olsa bu yediklerimi ancak bir haftada yiyebilirdim! Açık havada yemeğin ne kadar leziz olduğu bilinir ve benim için bir ziyafet olmuştu.
Yemekten sonra, odun közünde mis gibi kahveler geldi, motifli fincanlarda servis edilmişti. Zaten pişerken kokusu beni mest etmişti.
Solgun güneş, akşamı Karaca dağın ardında gizlenerek getirmişti. Zaman su gibi akıp geçiyordu. Az sonra sığırtmacı, hayvan sürüsünü önüne katmış telaşla geliyordu ve ardında kocaman bir toz bulutları bırakarak…
Uzakta, yakında ineklerin böğürmesi, köpek havlamaları duyuldu ve gün boyu annelerini bekleyen Buzağılar, sabırsızlıkla bekliyorlardı. İnekler sağıldıktan sonra az süt onlara da kalıyordu.
Bir saatlik hengâme bitmiş, pür telaş koşuşturmanın yerine sessizlik çökmüştü, hava kararmıştı. Buzağıların sütten şişmiş karnı görmek pek keyifliydi. Ve biz Hasip’le havanın da soğumasıyla içeriye geçmiştik.
Köyde birinin evinde misafiri varsa, köylü ahali orda olurdu, adeta bir ananeydi sanki. Yemeğini, işini bitirenler tek tek benim kaldığım eve teşrif buyurdular. Ve sıcak çaylar eşliğinde tatlı bir sohbete koyulmuştuk, konumuz teknoloji ve insandı. Tabii birkaç meraklı ihtiyar kafasını Robotlara takmıştı; neymiş artık evde kadınların yerini robotlar tutacakmış, her eve lazımmış da artık kadınların dır dırları da kesilecekmiş! Oysa robotların binlerce insanın elinde ekmeğini, huzurunu, dinginliğini alacağını düşünemediler. Gece yarısına kadar bu tatlı sohbet sürmüş ben “artık uyuma vakti” deyip ancak gidebilmişlerdi. Onlar giderken hemencecik Hasip’e “yarın balık avlamaya gidelim mi?” diye sormuştum. Onaylandı ertesi gün balık avındayız…
Ertesi gün, ikindiye yakın kesme ağımız, yeni semerlenmiş bir eşeğimiz ve “Zorba” köpeğimle ava gitmeye hazırdık. Köpeğim, sabah avluda ibrikten elimi yüzümü yıkarken beni bulmuştu, gördüğü gibi koşarak üzerime sıçrayıp yanaklarımı yalamıştı.
Hasip:
“Elin yüzünü yıkamaya gerek kalmadı, sağ olsun Zorba haletti” deyince ikimiz de gülüşmüştük. Doğrusu epey gülmüştük ta ki Huriye yengem “Hayırdır, niye bu kadar gülüyorsunuz?” deyip durumu ona da anlattık ama anlatmaz olaydık. Huriye yengem “Yüzünü kırmızı toprakla en az yedi kez yıkaman lazım, yoksa haram kalır” diye!
İkindi vakti Yola çıkmıştık, sanırım Ekim ayın son haftası, günlerden Cumartesiydi.
Köpeğim yolda bir an olsun ayrılmamıştı hep dizime sürtüne sürtüne yürümüştü. Az sonra Apansız üzerimizden bir grup Kar kuşları geçerken “Eyvah, kar mı yağacak” diye düşünürken Hasip, “bunlar erken gelen kuşlardır, her kar kuşların gelişini kar yağmasına yormamak gerek” demişti.
Gökyüzünde birkaç “Kümülüs” bulutları vardı fakat yer yer saçak bulutların da olduğu görülüyordu. Bunları izlerken kırkikindi yağmurlarına benzeyen buz sulu yağmur damlaları yüzümüze doğru yağmıştı, işte bu kötü oldu; kar yağması muhtemeldi.
Ben ve Hasip, yıllar önce de ilkel de olsa iyi balık tutardık. Çayımızda(dere) levrek, sazan ve aynalı sazan boldu kısmen de olsa kaya balıkları da bulunurdu.
Köyde balık avlama türleri ilginçti!
1- Süngersi Yosunu halatlayıp, gölletin veya söğütlü adacıklarından kıyıya doğru sürükleyerek balıkları karaya çıkarırdık.
2- Troy ağlarına benzeyen serpme ağlarıyla…
3-Derinliği az olan yerlerde, iki veya üç kişi suyun altında kalan kaya deliklerine sığınan balıkları elle çıkarırdık bu tehlikeli de olabiliyordu; bazen elimize yengeç, yılan da geçiyordu, gerçi su yılanları su altında ısırsa da zehir akıtamıyordu fakat yengeçler elimize yapışıp kalıyorlardı
4- En ilkel balık türü olan ise berrak sular altında gezinen balıkları taşla veya sopayla kafalarına vurmaktı, bu benim hiç tasvip etmediğim bir yöntemdi; darbe alan balık çoğu kez dibe batıyor veya yaralı bir şekilde söğüt köklerine gizlenip orda ölüyorlardı!
5- Dinamitleme, bu tür devlet tarafından yasaktı. Bu tür av çok tehlikeliydi çünkü küçük büyük balıkların sonu olurdu ve nesli tüketecek kadar hasar bırakırdı.
6- Zehir sütlü çiçeklerle (Çifitotu, baldıran vb.) bu otlar suya doğranarak yapılırdı. Bu tür de Devlet tarafında yasaklanmıştır.
Benim en zevk aldığım, elle balık tutmaktı, çünkü balığa zarar verilmeden yakalıyorduk.
Çaya vardığımızda güneş çoktan batmıştı. Güneşin batmasıyla hava buz kesti fakat kısa sürmüştü. Az sonra nemli bir hava etkisini göstermişti beraberinde gökyüzü beyazımsı bir durum almıştı.
Köyün doğu tarafından tüm görkemiyle çağıl çağıl akan Karaçay’a bir saate varmıştık. Kampımızı bir Çaykaranın(pınar) az yanına kurduk. Bu Çaykara, suyu çok harikaydı, içtin mi bir daha içesi geliyordu insanın…
Hasip, soyunmuştu bile zaman kaybetmeden kesme ağı boynuna dolayarak buz gibi suya atladı atlamasıyla “dondum” diye nara attı. “Herzem, siz de boş durmayın çalı-çırpı toplayıp ateş yakın” diye bağırmıştı. Ben ve Zorba’mla hemen etrafta yakılacak kuru dallar toplamaya başladık.
Çalılardan ellerim kanamıştı ve zamanı geçmiş böğürtlenlerden nasiplenirken dudaklarım, ellerim morarmıştı. Çalılar çok sıktı. Böğürtlenlerde çiçeklenme genellikle Mayıs ayında başlayıp Ağustos ayına kadar devam etmektedir.
Ben bolca çalı-çırpı ve birkaç kütük bulmuş hemencecik ateş yakmıştım. Hasip, diğer kıyıya varmış kesme ağını bir söğüt köküne bağlamaya çalışıyordu, bir yandan da tirtir titriyordu.
Nihayet işlem tamamdı Hasip, tekrar geri dönmek için suya atlamış hızlıca yüzüp gelmişti. Ateşten ısıttığım elbiselerini verip, ateşe sokulmasını söyledim. Yanımızdaki Gözeden(pınar) çaydanlığa su doldurup iki taştan yaptığım ocağa bıraktım. Hasip, takılarak “çay için suyu dereden alsaydın kara çay’ın suyuyla çay daha lezzetli olur” dedi. Ben çaydanlığı boşaltıp küçük bir çavlandan su alıp çaydanlığı tekrar ateşe bıraktım. Hakikaten bizim çayın suyu sağaltıcı bir özeliği vardı.
Bununla beraber Aradan yarım saat geçememişti ki ağların üste kalan topçukları(şamandıra) sallanmıştı. Hasip, gülerek “Şansımız iyi gidiyor, bak balıklar takılmaya başladılar bile” ben de “Artık közde balık pişirme zamanı” derken Hasip, çoban kepeneğin altından sıyrılıp, kıyıdaki ağlara doğru yürüdü ve ağı kaldırmış takılan iri üç tane aynalı sazanı çıkarıp getirmişti. Az sonra balıklar temizlenmiş, söğüt dalarından yaptığımız çöp şişlere geçirip ateşte közlemeye başlamıştık. Bir yandan da közde pişen çayımızı fincanlardan yudumluyorduk. Köpeğimize bir şeyler vermiş o da sakin bir yerde atıştırıyordu.
Bununla birlikte Gece boyunca kurbağa vır aklamaları dinmedi, su içindeki kamışlarda aç balıkların sivrisineklere saldırılarını görebiliyorduk. Müthiş bir geceydi, doğanın koynunda közden balık ve kurbağa, çırçır böceklerin serenatları dinleyerek kepeneklerimize sarılmış uyumaya çalışıyorduk.
Az sonra köpeğimizin acı ulumasıyla irkilmiştik ilerde birkaç devasa gölgeleri fark ettik. Hışırtı gittikçe yaklaşmıştı. Bu gölgelerin içinde kaba sapa eli silahlı üç adam çıkmıştı…
“Selam-ü aleyküm” dedi. Sonra “Gece karanlıkta burada ne ararsınız?” sorusuyla Hasip, “aslında siz ne ararsınız, burası bizim köy ve balık avlamaya gelmişiz!” cevabını yapıştırmıştı, onlar giderken dönüp “biz gece devriye gezeriz, şanslı gündesiniz, acele işimiz var yoksa gerekeni yapardık!” ben açıkçası kim olduklarını anlayamamıştım. Hasip, “bunlar kötü adamlar gece ya koyun sürüsünü kaldırıp götürürler ya da açıkta ne varsa alıp gasp ederler.” Bereket versin kazasız bir gece atlatmıştık!
Neyse ki Yarı uykumuz vardı o da kaçmıştı, sevincimiz huzursuz olmuştu, Hasip, tekrar ocaktaki közü alevlendirip çinkolu çaydanlığı üstüne bırakarak “Takma kafana, keyfimize bakalım, sabah ola hayır ola. Yarın balıklarımızı topladığımız gibi kampı kaldırıp eve gideceğiz”
Gece, epey ilerlemişti, çaylarımızı yudumlarken kepeneklerimize yağmur taneleri çarparken çıkardığı o ses bize nini gibi gelmişti. Göldeki sulara damlaların düşüş etkisiyle dans ediyormuş gibi bir görünüm vardı bir de çırçır böceklerin melodileriyle ahenkle gökyüzün bulutları uçarcasına kayıp geçiyordu.
Gerçek dünyayla bağım kesilmiş doğanın dinginliğinden zamanın nasıl geçtiğini bile farkında değildim, zaman da sular gibi akışkandı gelip geçiyordu hiç ara vermeden sonsuza dek…
Ertesi sabah, tüysü karlarla uyanmıştık, ayaklarımız kaskatı kesilmiş fakat yine de kendimi zinde hissediyordum. Zorba ise ağlara takılan balıkların zıplamalarını şaşkınca izliyordu. Garipceğiz ön patilerini suya değdirince tırsıyordu, bununla birlikte üstünü başını da ıslatmıştı!
Az sonra, Hasip de uyanmıştı, yüzünü ovuşturup ağlara taraf bakınmıştı. Sonra “Haydi Bismillah” deyip gerinerek balık dolmuş ağlara asıldı. Bu kez soyunup yüzmeye gerek duymadı; ağlara asılıp biraz sıkıca çekerek, öbür yakada bulanan ağ serbest kalmıştı ve yavaş yavaş bize taraf çekmeye başladı. Ağ balıklarla doluydu.
İki saat içinde balıkları ayıklamış, ağ toplanmıştı ve biz köye dönmek için hazırdık.
Hayatımda yaşadığım en güzel bir geceydi, bu geceyi doğada benimle balık avına gelen Hasib’e borçluydum. Teşekkürler can dostum.
HERZEM RONİVAN YAY
EKİM-2011
YORUMLAR
Karaçay Çayı olmayan il yok gibi, her il sınırında bir Karaçay var, ya dere olarak, ya da ırmak. Ben de Elazığ ve Erzincan'da çok yaptım Sazan, Cane vs. avı. Keyfi tartışılmaz. Yalnız şimdilerde moda kepçeye bağlı ağ ve tırımırı ile avcılık. Sizin kullandığınız SETKA da çok yaygın...Anılarınız keyif vermeye devam ediyor. Saygıyla.
DemAN
Yorumlarınız beni güçlendiriyor ve tabii yazmama teşvik ediyor.
Selam ve saygılarımı gönderiyorum