- 593 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Şehirlerin Rüyalarından Bize Kalan
Akşam, Ankara’yı kızıl bir yorgan gibi örtüyordu. Koca şehir gece rüyasında ne göreceğini seçme şansı olmadan uykuya hazırlanan bir kadın gibi usulca sağ yanına uzanıveriyordu. Kızıl yorganın rengi kirlendikçe uykunun sarhoş edici ağırlığı da etkisini yoğunlaştırıyordu. Velhasıl gecenin milyonlarca rüyası aynı anda bombardımana başlıyordu. Bir kadın dayak yiyordu, sarhoş kocasından... Bir çocuk kıvranıyordu, açlığın ve soğuğun kucağında... Ve bir adam ölesiye içiyordu, işsiz kaldığı günün ardından. Uyku derinleştikçe hareketsizleşiyordu kadın. Her şeyi görüyor; fakat kılını kıpırdatmıyordu, uykunun bahşettiği geçici felcin etkisiyle. Bu gölge gösterisi yarım gün sürüyordu hemen hemen. Uyanışsa uykuya dalarken olduğu gibi aheste değil; bıçak gibi keskin oluyordu. Yorganın rengi mavi atlastan bir gökyüzüne döndüğünde, bir anda açılıyordu gözler. İçine kapılıp gittiğiniz hummalı akışın içerisinde hayatın ne zaman yeniden başladığını anlayamıyordunuz bile. Bir anda uyanıyordu, tenini asırların yıkadığı otuz yaşındaki kadın. Gördüğü rüyaları sorarsanız... Birini bile hatırlamıyordu uyandığında. Her şey yeni doğan günle yeni baştan kurgulanıyordu. Bir sonraki geceye kadar...
Kısa bir zaman önce tanıştığım daha eski ama daha genç bir kadın var şimdi hayatımda. Yaşı onbeş-onaltı. Nuh Tufanı’yla beraber doğmuş, erken evlendirilmiş, genç, doğulu bir kadın. Adı Şırnak. Yıkık bir ahırın yanında tecavüze uğramış, her tarafı kan revan içinde buldum onu. Kendisini hayatla bağdaştırırken kendi terinde boğulup kalmıştı... Gençliğini saklayan kırış kırış yüzüyle çok süslü sayılmaz; yalnızca bir taç takar saçına yıldızlardan, bir de dağlar gibi yükselen kaşlarına çektiği rastığı vardır. O da rüyalar görür; ama uyanamaz bir türlü. Gördüğü rüyaları ne anlatabilir; ne de kabuslarından sıçrayarak uyanma şansı vardır. Akşamlar, boğazlanan keçilerin kanı gibi yayılır üzerine. Kan kuruyup karardıkça yıldızlarla yıkamaya uğraşır minik elleri, karanlığı. Kimi zaman bunu başaramadan yorgun düşer günün ilk ışıklarına karşı. O zaman keçilerin kuruyan kanını insan kanı ıslatır. Bazen yükseklere çıkıp hilalle yıldızın çehresini boyar bu kan; bazen de kan davası olur, iner çataklara. Ankara gibi ne kılını kıpırdatabilir ne de bir çığlık koparabilir derinlerden. Onun yaptıkları hep rüyasındadır. Baba evini terk etmeye zorlar, kabuslarında gördüğü cehennem yaratıkları. Korkar ölesiye; düşünemez olur ayrılıktan sonra başına gelecekleri. Rüya içinde rüya görür kimi zaman da. Uykusundan uyandığını görür... Kabusların bittiğini... Yüzünü yıkadığını görür, her dağından kaynayan buz gibi pınar suyuyla... Unuttuğunu görür, kabuslarına giren cehennem yaratıklarını... Büyüdüğünü, işe girdiğini görür... Kendinin de diğerleri gibi gündüz yorulup gece uykuya daldığını görür... Ertesi gün uyanacağının müjdesine erdiğini görür...
Şehirler insanlara, insanlar da şehirlere benzer. İncir kokulu, buğday kokulu, tütün yahut hamsi kokulu şehirler ve insanlar yaşar, Anadolu ve Paşaeli denizinde. Aynı yıldızların altında oturup aynı sabahı bekleyen bizler, eğer kıymetini bugün anlamazsak, yarın özleyebiliriz; incir kokulu, buğday kokulu, tütün yahut hamsi kokulu şehirleri ve de insanları. Şehit oğlunun gömleğinde yavrusunun kokusunu arayan bir annenin hasreti yakabilir bizi bekleyen yüzyılları... Eğer şehirlerin değerini bugün anlamazsak.