24
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2338
Okunma
-/ Tohum
Sahanlıkta duydum topuk sesini. Yavaş yavaş yaklaştı adımlar, kapı açıldı. Öksürdü yine her zamanki küflü adam nefesiyle. Biraz daha sürüdü ayaklarını, pabuçlukta durdu. Kahverengi çirkin terliklerinden çıkan ezik sesle, annem oturduğu yerden kalktı. Entarisinin üst yaka düğmelerini kapatıp, sofanın kapısını açtı.
-/ Nem
Bazen sen ne yaparsan yap, rüzgar girer bir yanından içeri. Sallanır içindeki konağın eliböğründelerine asılı çiçek saksıları. Azar azar biriktirdiğin umutlar, düşüverir eski konağının cihannümasından, sabun kokulu taşlığa…Kaç elin var ki; sağanak sağanak dökülenlerini tutasın? Elini yanağına koyup, seyredersin önünden gelip geçen herşeyi…
Öyle bir şey işte…O gelince akşam vakti; gün, bütün iyimserliğiyle toplar eteklerini dizlerimizin dibinden, bir dahaki kimsesizliğimize kadar uzak diyarlara gider. Annem en çok bu vakitlerini severmiş ömrünün. Yaşamak ve yaşamamak arası bir yerde, yarı uykulu, yarı şuursuz, yarı insan haliyle, elinde bakır dövme tepsisi, bazen çamaşır sepeti, bazen süpürge, gezer durur odaları. Akşama kadar mavi yeşil camlı pencerenin önünde tespih çeken ölü kadın, onun gelişiyle kıyametine dirilir. Hangi ara kan yürür damarlarına, hangi ara çekilir gider yeniden, anlayamam.
-/ Çatlama
“Sen var ya be kadın, bir adamın başına gelebilecek en acı musibetsin!”
Of, her yan yürek leşi kokuyor! Yıllardır aynı halının desenlerini izleyen annemin, iki gözü bir yüreği yerde yine. O, boynunu büktükçe, ben yere değiyorum. Bir şey var ikimizi bağlayan. Domuz bağı gibi bir şey, birimiz çırpındıkça diğerimiz boğuluyor.
“Duymuyorsun değil mi?”
Biliyorum; duyuyor. Kirpikleri seyirdi yine. Fakat, ne keder alameti var yüzünde, ne umut…Dedim ya; ölü kadın! Arada şu kirpikleri de seyirmese, imamın karısını çağırıp, yıkatıp, kefenletip, ilk ezana müteakip gömeceğim onu. Bakıp durduğu halısıyla, oturduğu yeşil kadifeden minderiyle, takvim gibi çevirip durduğu tespihiyle…
“Bitti ulan! Bırakıyorum seni. Üçten dokuza kadar, boş ol, boş ol, boş ol!”
O da nesi? Başını kaldırdı annem. Bakışı hala manasız ama olsun. Önce bana sonra babama çeviriyor gözlerini. Açılıp kapanıyor dudakları bir kere. Kirpiklerini her zamankinden daha çok kırpıyor ve derin derin nefes alıyor. Tanrım, bu mucize!
Evet söyle…
Anne söyle…
Ama hayır…Halının göbeğindeki üç laleye dikiyor kanı çekilmiş bakışlarını yine. Ne oldu şimdi? Neydi bu kadını hafif de olsa dalgalandıran? Az önceki sözler mi? Bu biraz garip bir durum. Annem zaten hep boştur. Üçten dokuza değil, yirmi dört saat boştur o. Günü gecesi, içi dışı, aslında benim şahit olduğum bütün ömrü hep boştur. Değilse bile, bunu benim ya da bir başkasının bilmesine imkan yok. Öyle sırlı bir kutudur o. Kaldırıldığı rafta unutulmuş, dura dura kilidinin göbeği çatlamış, içinde acı zehir saklı sedef bir kutu. Belki zamanında bulunsa imiş…Miş miş…Bizim ev koca bir mişli şimdiki zaman kolisi.
Kimse bir şey konuşmuyor. O, kahverengi terliklerini tuvaletin önünde bırakıp yatağına gidince, annem her zamanki köşesine çekiliyor yine. Tespih, kadife minder, mütecaviz ay…Bu gece, az farkla önde gidiyor, zaman çuvalımızdaki diğer gecelere nazaran. Belki talihimiz döndü. Doğduk da yeniden başladık her şeye…
Birazdan koca bir zaman silindiri geçecek üzerimizden. Biz hiçbir yere kaçışmadan, öyle dimdik, öyle gerile gerile, yaşadığımız bütün gereksizliklerden kurtulacak olmanın huzuruyla ve yaşamadığımız bir heyecanla duracağız silindirin önünde. Önde annem – ki; o bunu en çok hak eden ve buna en çok muhtaç olandır. Ortada babam. Hemen arkasında, eğri büğrü ve az yaşanmış hayatımla ben…
Biz imamesi düşmüş, dağılan boncuklarını sayı bilmez bir çocuğun toplayıp dizdiği eksik bir tespihiz. Ne zikirlerimiz kabul gördü.
Ne bizimle zikreden iflah oldu.
-/ Filiz
Sabahları sever çocuklar. Yağlı ekmek, açık çay, bir de lastik top kokusu gibi…Her sabahın gizli bir bombası vardır oysa cebinde. Günün herhangi bir saatine kurulmuş, patlayacağı anı kimseciklerin tahmin edemeyeceği bir bomba. Çocuklar bunu bilmez. O bomba gözlerinin önünde patlayıncaya kadar. Gerçi o zaman da tam manasıyla bilmiş sayılmazlar bu gerçeği. Yıkıntıdan ilk kurtulan, derdest edip, dumanın mümkün olduğunca erişemeyeceği bir yana çekerken çocuğu, sayıklar durur:
“Korkma, bir şey yok! Sana demedi, bana da demedi. Geçecek. Olur böyle şeyler. Sen git oyna.”
İki hıçkırır, bir ağlar çocuk. Böyle böyle ne hıçkırır, ne ağlar sonra. Sadece bakar, nefretten başka hiçbir mana taşımayan kısık gözleriyle. Çok şükür ki hayat, çocukları sever. Onlar için küçük teselliler büyütür. Oyun gibi, masal gibi, düş gibi…Ne zaman bir yıkıntının orta yerinde kalsam, babamın yazıhanesinin çekmecesine gizlediğim oyun kartlarımı alır, sokağa koşarım. Annemin sinir sınayıcı susuşları, babamın titreten haykırışları kulağımdan silininceye kadar, hayat beni çoktan teselli etmiş olur. Öyle ya da böyle…
“Anne, saat on. Babam demişti ki…”
Daha önce asla yıkandığına şahit olmadığım üç laleli halı, avlunun orta yerinde yatıyor. Halının görünen bütün kirini yıkayıp paklayan sabunlu sular, sokağa açılan demir kapının altından yok olup gitti. Pijamamın bacaklarını dizlerime kadar çekip, sahanlıktan avluya iniyorum. Annem bu sabah daha genç görünüyor. Olabilir mi böyle bir şey? Geceden sabaha, aydan güneşe, karanlıktan aydınlığa gencelir mi bir insan? Aslında aklıma çok şey geliyor. Yaşımla bağdaşmayan şeyler. Şimdi söylesem, hiç biriniz çocuk olduğuma inanmayacaksınız.
“Anne, üçten dokuza boş ol, demedi mi sana? Şimdi çıkıverecek bir yerden. İş yaptığını görünce, çok kızacak.”
Koca halıya bir kova su daha. Ardından bir daha. Durulanmıyor mübarek. Köpürdükçe köpürüyor. Al çocuk, sana bir teselli daha. Yalnız dikkat et, hayat her zaman bu sürprizi yapmaz sana. Halının en köpüklü yerine oturup, suyla oynuyorum. Normal bir zamanda annemin buna kızması gerekirdi de, bu kimin umurunda…
Sırılsıklam oluyorum, çok da yoruluyorum. Fakat suların ardı arkası kesilmiyor. Sırtım anneme dönük. O ana kadar hiç geri dönüp bakmadım. Bakarsam istemediğim şeyler görebilirim. İstemediğimi görmemeyi de hayat öğretti bana. Yumacaksın gözlerini, canını sıkan, ya da var olmasını istemediğin ne ise geçip gidecek yamacından. Baktın gitmiyor mu, sırtını döneceksin ona. Ama şimdi geri dönmem lazım, çok üşüdüm.
Buyurun işte…Annem ağlıyor. Ben biliyordum arkamda görmek istemeyeceğim bir şeylerin olduğunu. Ardı kesilmeyen bu ıslaklığın aslında su olmadığını…
-/Tomurcuk
Silindir, sular, zaman, ses, sessizlik…
Ateşim çıkmış. Annemin yeşil minderine nazır bir yer yatağında yatıyorum. Gözlerimi açtığımda sıcak bir rüzgar yalayıp gidiyor gözbebeklerimi. Annem yerinde yok. Bunun için, yani annemi o minderde otururken göremediğim için korkacağım aklıma gelmezdi. Tespihini arıyor gözlerim. O, orada; minderin kıyıcığındaki ipe bağlı her zamanki gibi. O öyle mübarektir ve öyle hayatidir ki bu ev için, asla kaybolmamalı. O yüzden, annem onu birkaç gevşek düğümle bağlar minderinin kıyıcığındaki püsküle. Korkuyorum, bir sabah onu da minderin öbür köşesine bağlanmış bulacağım diye. Bu duruma ne kadar kızsam da, galiba bu evde en saygıdeğer bağlılık onlarınki…
Tespih oradaysa, annem fazla uzaklaşamaz, buralardadır. Komşuya, nadiren de olsa çarşı pazara gideceği vakitler, yeşil tespihini koluna dolar o. Onsuz en fazla evin avlusuna kadar çıkabilir. Telaşa mahal yok…Uyu çocuk. Ateşten bir rüzgar öpüyor yanaklarını. Senin daha çok yangınların olacak, şimdi uyu…
Gözlerimi kapatıyorum. Annemin pembe terlikleri usulca geçiyor yanımdan. Oda, bir tuhaf kokuyla doluyor. Kötü mü, iyi mi karar veremediğim bir koku. Belki de çok hastayım. Belki de sadece benim üzerimden geçti silindir. Annem ve babam son anda kaçtılar. Üzerlerindeki kirle yeksan olmaktan, bir başka hayata daha o kirle uyanmaktan korktular. Hem şimdiki gibi karşı karşıya da değil, iç içe, karışmış ve bir olmuş halde. Buna tahammül edemezdiler… Ben kala kaldım silindirin önünde. Onlar iki yana kaçışırken, beni düzledi de geçti zaman…
Hiçbir şey karanlıktan aydınlığa, geceden sabaha, aydan güneşe değişmiyormuş. Değişiyor sandığımız her şeyin kökü, aslında çok daha derin zamanlardan geliyormuş. Bunu ancak değişen durumu yerinden sökeceğiniz zaman anlarsınız. Dibinden tutup, kuvvetle çektiğiniz çiçeğin, toprağın az altındaki kısmından itibaren kopması gibi. Kök çok derinlerdeymiş meğer. Meğer ne büyük çocuklukmuş, her şeyin bir çırpıda değişebileceğini ummak.
Bütün bunları düşünürken gözlerim hala kapalı. Böylesi en güzel. Kendimi korumam lazım. “Şeytanın şerrinden, zalimin zulmünden, görünür görünmez kazalardan belalardan.” Öğretmen dedi ki; bir insan kendi kendinin askeridir. Kendi sınırlarını en iyi kendisi bildiği için, en iyi müdafaayı yine en iyi kendisi yapar. Ben ona inanıyorum. O hiç “Seni seviyorum” demedi bana çünkü.
“Ankara’nın bağları da büklüm büklüm yolları…”
Pabuçluktan geliyor ses. Babam türkü söylüyor, görülmüş, işitilmiş şey değil. Gözlerimi açmalıyım. Bu bölümün tekrarı olmayabilir. Anneme bakıyorum. Öne arkaya sallanmayı bırakıp, geriye doğru kaykılıyor. Bu bir meydan okumadır aslında. Saat sekiz. Üçten dokuza kadar olan zaman diliminden, son ısırığı alacağız az sonra. Allah’a şükür, boşuz. Boşluğumuza geldi babam.
Sofanın kapısı açılıyor ağır ağır.
–Burada görüntüyü yavaşlatın lütfen.- Zira aceleye gelmez bir sahnedeyiz.
Babamın kolunda, kendi boyunun yarısı kadar uzunlukta bir kadın var. Kocaman gülüyor ikisi de. Anneme çeviriyorum bakışlarımı. O da onlara bakıyor. Ağzı dev bir hayret ifadesi takınmış, gözleri yaldır yaldır ateş. Tespihi öyle geriyor ki elinde, iğrenç yeşil taneleri dökülüp ta başucuma kadar geliyor. Bu hiç iyi bir şey değil. Babamın bir kadınla eve gelmesinden bile kötü bir şey…Çabucak kapatmalıyım gözlerimi…
“Ne zaman sarhoş oldun da, kaldıramıyon kolları.”
Türkünün bu kısmını, düne kadar annemle ikisine ait olan odada söylüyor babam. Vaz geçtim yine…Akşamdan sabaha, geceden gündüze, aydan güneşe, karanlıktan aydınlığa değişirmiş her şey. Köklerin canı cehenneme!
-/ Çiçek
-Bu bölümü çok çabuk okuyun.- Zira görecekleriniz bir daha hiçbir zaman göremeyeceğiniz şeyler değil. Hepinizin yapabileceği, fakat hiç birinizin yapmak istemeyeceği şeyler…
Annem dağa çıktı bu sabah. Babamla kadının uyanmasını beklemeden, tespihini toplamadan, minderini dürüp kaldırarak çıkıp gitti. O gidince sessiz bir hüzün, ya da rahatlama, ya da ona benzer bir şey çöktü sofaya. Nefesim açıldı, gözlerimin önündeki kalın perde sıyrılıp aktı. Bu onu sevmediğimden değil. Bu onu, bütün ağırlıklarıyla evin orta yerine çökmüş görmekten duyduğum yılgınlığın neticesi. Bazen bir şeyleri değiştirmeye yetmiyorsa kudretiniz, ağrılı ve çürüyen yanınız neresi olursa olsun, kaybedeceğiniz kim olursa olsun, kaybolup gitsin istersiniz. Bu; gölgenizin arkasında saklı duran, betonlaşmış damarlarla bağlı olduğunuz, fakat sizi azar azar çürüten bir gölgeyi, ağlaya ağlaya boğmak gibi bir şey. Daha açığı; yıllardır yatalak olan çok sevgili bir akrabanızın, bir an önce ölmesini dilemek gibi bir şey…
Annemden az bir zaman sonra gece babamla gelen kadın çıktı evden. Çıkarken yüzüme baktı. Öyle güzel ve fakat öyle karanlık bir çukuru andıran gözler… Tanrım! Sen ne zamandan beri cehennem süvarilerini aşikar ediyorsun?
Babam uyanmadan dönüyor annem. Kolundaki sepette, beyaz çiçekleri yere sarkan bir ot demeti. Sepeti yere bırakıp yanıma geliyor. Annem çok güzel benim. Güzel yontulmuş bir mermer annem. Eğilip öpüyor yanaklarımı. Bir de kocaman gülümsüyor. O vakit pul pul dökülüyor yanaklarındaki sıva. Gülümsemesi dinip, yüzü eski ölgün halini alınca, derin yarıklar beliriyor alnında, gözlerinin kenarlarında ve yanaklarında. Demek bu yüzden gülmüyordu. Heykeller gülerlerse kırılırlarmış meğer…
-/ Hasat
-Bir masa hayal edin şimdi.- Beni bir köşeye oturtun, annemi ve babamı başka köşelere. Masada dört sandalye var. Boşta kalan sandalyede, içi pembe bir suyla dolu sürahiyi görüyor musunuz? Ya başlarımızın bir metre yukarısında gerilip kasılan kül rengi bulutu?
Annem bugün çok neşeli. Bir ara televizyonu bile açtı. Kısmeti bağlı kadınları izledi de güldü. Babamın ayılması her zamankinden daha uzun sürdü. Uyanıp, annemi pür neşe evin içinde dönüşürken görünce, yüzüne endişeli bir hayret bakışı çöreklendi. Hava karmıştı oysa, babam bize “günaydın” dedi.
Lanet olası yeşil tespih ortalarda yok. Yeşil kadifeden minder dürülmüş, bir köşecikte duruyor. Biz mutlu mesut gibi rol kesip ekmeklerimizi çiğniyor, çorbamızı kaşıklıyoruz. Annem babamın bardağını dolduruyor boşaldıkça. Babam bıyık altından çapkınca gülümsüyor anneme. Annemde bir işve bir işve…
Biliyorum. Bu evde yalnızca benim normal olmayan. İç karartıcı cümleler ve bakışlar icat eden. Aslında her şey, herkesin yaşadığı kadar sıradan tatsızlıklar. Belki de başkaları bunlara tatsızlık bile demiyordur.
Çorba çok güzel. Ama acılı. Dudaklarım yanınca, sürahiye uzanıyorum. Annem kendinden asla beklenmeyecek bir çeviklikle “Hayır” diye bağırıyor ve sürahiyi masanın öbür ucuna koyuyor. Babam donup kalıyor ağzında lokmasıyla. Ben artık hiçbir şeye şaşırmayı beceremiyorum. Ayarım bozuldu. “Bu yalnızca baban için” diyor annem. Babam ağzındakini çiğnemeye devam ediyor gülümseyerek.
Sanırım, buna alışabilirim. Bu numara, bu orta oyunu, bu maskeli balo bizi sonsuza kadar bu masada tutabilir.
Fakat, o da ne? Babamın kaşığı düşüyor elinden. Ağzından yemyeşil bir su fışkırıyor masaya doğru. İki çırpınıp, devriliyor çorba kasesinin üzerine.
Annem her zamanki haline geri dönüyor. Şimdi buz gibi bir heykel o. Kalkıp babamın yanına gidiyor, iskeleti çekilmiş gibi başı boş kalan kolunu kaldırıp, bırakıyor. Ardından başlıyor hafızamda babamın sesiyle bütünleşen o türküyü mırıldanmaya:
“Ankara’nın bağları da, büklüm büklüm yolları
Ne çabuk sarhoş oldun da, kaldıramıyon kolları.”
Onunla göz göze gelmeye korkuyorum. Sürahiyi masadan alıp içindekini lavaboya döküyor ve ardından bir güzel yıkıyor hem lavaboyu, hem sürahiyi…
-Bulut dağıldı tepemizden, görüyor musunuz?- İncelip, sıyrıldı pencerenin azıcık kırık olan camından.
Akşamdan sabaha, geceden gündüze, karanlıktan aydınlığa, aydan güneşe işte böyle değişir her şey…
Fakat her şey ne kadar değişirse değişsin, biz imamesi düşmüş, eksik dizilmiş bir tespihiz hâlâ…
...ENGİNDENİZ...
Eliböğründe: Ahşap yapılarda çıkmaların altına eğik ve aralıklı olarak konulan ahşap destek.
Cihannüma: Her yanı görmeye elverişli, camlı çatı katı veya taraça, kule.