- 1176 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Miskin Tekelci Bakkaliyesi 2
Yaz çok çabuk geçmiş ve bozarmış bir portreye dönmeye başlamıştı Istanbul; yağmurlu ve soğuk günler melankoliye davet ediyor, kediler marta yaklaşmanın çaresiz sevincine kapılıyor, Kadıköye giden motorlar daha çok doluyor, belediye işçisi sabaha biraz daha nefretle uyanıyor, Beyoğlu geceleri daha içerilere kaçıyor ve ekrana yeni yeni diziler damlıyordu.
Akşamüstü sefaları ya Adalar dönüşü bir sevişmeyle veyahut bir miskin tekelci bakkaliyesinden alınmış maltla katıyordu sesini mavi gözlü gri şehrin boza tadında şarkılarına. Lanet Iranlı kemanın tellerinde hüznün coğrafyasını yeniden çiziyor, ardı sıra duman duman tümce dizen banliyö treni bilmem kaçıncı kez kanıyordu Cankurtaran dönemecinin şuh kirpiklerine.
Karaköyden Yüksekkaldırıma doğru attığı adımlar nihayetinde Kuledibinde son bulmuş, Yorgun bedenini Ceneviz kahvesinin soğuk minderlerine bırakmıştı. Derin bir iç çekip taze elma çayından yudum aldı. Onbir senedir annesine duyduğu özlem kadar yakınında olan sigara paketinden çıkardığı tek dal biraz sonra çakmağın harlı ateşinde tutuşacak, ciğerlerine erişecekti duman. Duman çocukluğunda Istanbul yangınlarını izleyen ve bunu cümlelerinde heykelleştiren yazarı getirdi hatırına. Ne de çok kıskanmıştı onu, puslu günleri ve yıkık bir kocalığın gölgesinde yeniden eriyen şehri yaşamıştı o.
Duman yayıldıkça yayılıyor, tüm iriliği hazin haşmetinde gizli o taş kuleyi adeta cılız bir hayalete eviriyordu. Bu hayalet pederini kör kuyularda merdivensiz ve denizler ortasında yelkensiz bırakan gencin hikayesinden fırlamış görünüyordu şimdi o kızarmış fersiz gözlerine.
Etrafta olup bitene aldırış etmeden oturuyordu. Hatta şimdi, yeniyetme semtlerin yüksek katlarının güneşin son huzmelerine el salladığı bu demde aldırma yetisi yoktu bile. Hikayeler arasında forsa olmuş, uzun millerce kürek çekmekle meşguldu o. Üstelik ellerini bağlayan o ışıltılı zincirleri kendisi dövüp eritmişti Demircilar Çarşısında. O kadar ustaca oturmuştu ki boğumları, bileklerini narin bir ergen hatun sarıyormuş hissi vardı damarlarında. Her boğuma bir isim vermişti. İlk boğum Melek olmalıydı, yus yuvarlak altından bir hare oturmuştu omuz başlarına. Bu halkanın hammadesi Arnavutluktan getirilmiş ve Bursa’da Türkleştirilmişti diyor kendine. Ayrı bir seviyordu onu, hani bir annenin ilk bebeği, bir bağcının ilk asmasını sevmesi gibi. Ona her baktığında şirke girmiş gibi gelen o titreme bu sefer sol bacağının üst kısmındaydı. O titreme gözlerindeki sisi dağıtmaya başladı.
Hiç hoşlanmıyordu o lanet şeyi yanında taşımaktan, özgürlüğünü kıstığını düşünüyordu. Güvercinler, mektuplar varken daha bir güzeldi diyor ve isteksizce cep telefonuna cevap veriyordu:
- ….
- Kuledibindeyim, yalnızım.
- ….
- Hayır, istemiyorum…?.. Yok yok işlerim var akşama.
- ….
- Ne yemeği? Haberim yok.
- ….
- Peki, ama erken kaçarım ona göre!
- ….?
- Tamam, bye!
Telefonu kapatıp hızla cebine soktu. Önündeki ahşap sehpaya 5 lira bırakıp fırladı sokağın ortasına. O ıssız bitik adam gitmiş yerine sokağın tavanına değerek yürüyen, muzaffer bir ordu neferinin ganimete koşması gibi sağı solu omuzlarının arkasına hapsederek koşan yağız biri gelmişti.
Kumbaracı Yokuşundaki kagir binanin önüne geldiğinde biraz soluklanmaya ve soluğuna duman katarak rahatlamaya karar verdi: Çakk, püsküren ufak kıvılcımlar ve gri duman karışıveriyordu camdan sızan kahkalara. Ama o tüm bunları izmaritin defnine kadar yok saydı.
Saçlarını hafiften, tımar edercesine dokunarak düzeltti.
Bina taştan yapılmış, bölgenin köhne ve fırsatçı emlakçılarının yığma dediği cinstendi. Koridor nemli ve küflüydü. Sağda solda ödenmeyi bekleyen faturalar ve temizlikçi kadının kimbilir hangi nefretle fırlattığı bezler vardı. İkinci kattaki züppe kaç aydır parasını vermiyordu. Apartman yöneticisi desen bastonuna Milli Şefmiş gibi selam duracak kadar bunak bir eskikafaydı.
Elyordamıyla ışığı yaktı ve kapıya ulaştı. Derin bir nefes ve kapı zili ötüyor!
- Hello Canım, neğdesin herkes senin bekliyor!
- Geldim, nasılsın?
- Çok iyi, hahaha. Everyone is inside. Its amazing here. ( Herkes içerde, ortam müthiş)
Sessizce gösterilen yere doğru yürüdü, sırt çantasını bir köeşeye bıraktı ve curcunaya katıldı o da.
Bilmem kaç farklı ırktan, memleketten genç insan vardı içerde. Adım Yann diyen kalın gözlüklü, kirli sakallı esmer çocuk o meşhur Fransız aksanıyla İstanbulda neler yaptığını, şehrin ne kadar canlı ve Avrupalı olduğunu anlatıyordu. Az ötede, muhtemelen en çok hemşire olur diye düşündüğü kız şiltenin ucunda oturmuş etrafındakilere Romadan getirdiği sarı renkli içkinin -Limonçellanın, limonataya çok benzese de tam bir parti içeceği olduğundan dem vuruyordu. Kendini Asım diye tanıtan Türk genci çalan şarkıyı, Teoman’nin Kupa Kızı ve Valesini yanındaki sarışın alımlı kıza tercüme etme çabasındaydı. Benjamin, Alain, Annika, Malla, Dorota,Cenk, Sara, Magdalena, Christine, Joren ve diğerleri. İçerisi tam bir milletler cemiyeti fasılasına benziyordu. İstemediğin kadar genç insan, genç ve güzel insan, genç güzel ve atik insan, genç güzel atik ve çakırkeyif insan…Biri hariç! Melekten sonraki tüm halkalara ismini verdiği, Yağmur dediği, Gün dediği en büyük isteğim diye tüm kitaplarının arasına adını nakşettiği o okyanus gözlü kız yoktu orada.
Yemek var diye çağrılmış, karşısında kocaman bir yarı sarhoşlar güruhu bulmuştu. Yemek değildi derdi, yemeğin olduğu söylenen Eski Rum Evinde yaşayan, kendisine şu dizeleri yazdıran Sılav Güzeliydi onu buraya getiren:
Erittiğin her buz kütlesi çağlayan gibi ruhumda
Göklerden inen acı sessizlik.. ve gömülüyor sözcükler
Ağlamaya derince sarılmış gözlerime...
(sabrınıza sığınıyor, devamını paylaşacağımı bilmeniz istiyorum)
YORUMLAR
Çok güzel ve hoş bir giriş...İlgi uyandırıcı şahsen merak ettim. Devamı olması dileğiyle..