Deniz, Mahir ellerini uzattıkça Eylül'e..
Hayatın her karesinden sıcak akıyor… İnsanlar köprü altlarına sığmıyorlar, birçoğu sıcak düşüncelerinin farklı bir sonuç getirmesini bekliyor adeta…
Kim bilir belki de alışılmış bir kabullenmeye sürüklenmiş olmak, hala insanoğlunun acizlik tablosunda yerini koruyordur..?
Örneğin ; şimdi senin şehrinde de çöpler geç toplanıyor olmalı, yoksa sokaklar bunca iş, ekmek ve aşk sesleriyle yankılanabilir miydi..? Ya da zenginin yoksulu anlamadığı ve anlamak istemediği manzarasız akşamların vardır mutlaka.. Biliyor musun.? Günebakan çiçeğine dair en sağlam manzara, yoksulun penceresinden görülür.
Bazen güneşe baktığımda akşamdan kalma kirpiklerim kurutulur ve ben coğrafyamın mevsim telaşlarına düşerim o vakit. Kayısılar bir süre sonra yerlerini biber ve patlıcanlara bırakır. Soğuk kış günlerinde soframıza süzülen o müthiş sebze kokusu, ahh nasıl da doldurur içimizi… Ama biz en çok, sebze ve meyvelerin dizilişlerinden mutlu olurduk, yani biz çocuktuk aslında.
Sonradan öğrendim ki bu his, nesnelerin ve insanların nizami dizilişleriyle ilgili değildi. Bu tamamiyle, içimizdeki "ben"den kaynaklanıyordu. Baktığımız, dokunduğumuz herşey hatta dokunamadıklarımız dahi sadece benliğimizi doğru beslemekle anlam kazanıyordu. Sence böyle hissetmeme sebep, Eylül’ün yüreğimizi tam da oniki’den vurması olabilir mi..?
Yaşama dair tüm sesler, kimi zaman bir bağlamanın ya da bir gitarın telinde saklı gibi görünse de aslında gözucuyla baktığımız fotoğraf karesindedir. Sabahın altısında çöpleri karıştıran adamı görünce, uykusuzluğumun altında yatan gerçek sebebin, ne aşk ne de kişisel bir korku olmadığını anlamak gibi...
Senin de şehrinde sesler ürkek midir? Sahi, kaldırımlar adeta ağaçların usul usul salınışından korkarcasına bekler mi gelmeyecek olanı..?
İnsan sadece doğan, büyüyen ve ölen varlık değildir. İnsan gider bazen, hem de ruhunun en korkak ve en cesur yanıyla birlikte... Bazen de gelir insan, tenindeki tüm dondurucu ayazlara karşı savaş açarak. Ve şarkılar söyler insan, şiirler yazar, bazen sadece resimleşir kendine ve dünyaya muhalif biçimde. Hatta muhalif insanın ölümü de bir başka gerçekleşir. Yer-gök ağlar ; ağaçlar, çiçekler ve toprak, yaşamın asla çözemeyeceği efsunlu bir kokuya bürünürler. Kaldırımlar bozulur, sokaklar sıkışır, aynalar kırılır, kuşlar doğalarına aykırı bir biçimde uçmakta zorlanırlar ve geride kalanlar, zamansız göçebe çadırlarını en olmadık mekanlarda açarlar.
Sonra bir sabah her şey aniden normale döner çünkü yaşam da insan kadar muhaliftir. Eninde sonunda haksızlığa teslimiyetsizliğini haykırır.
İşte bu yüzden matematik değildir 12 Eylül… Aksine tüm toplumun edebiyat dersinden sınıfta kalmasında en büyük öznedir. Kayısılar bu yüzden doğasına aykırı biçimde sararır bu ay’da. Hatta gelincikler en fazla bu ay’da kırılır. Rüzgar da bir başka eser Eylül akşamlarında öyle ki bir an için yüzümüzü acıtanın, Temmuz meltemi olduğuna dair inancımız çoğalır. Oysa yüzümüzden yüreğimize kadar çarpan rüzgar, Eylül’ün ta kendisidir.
Deniz, Mahir ellerini uzattıkça Eylül’e yeni çocuklar doğar ülkenin dört bir yanından. Bu çocuklar ki aniden kucaklaşırlar asılmış çocukluklarıyla… Taş duvarların dışında ağlayan annelerin gözyaşları, bir babanın yüreğine taş gibi oturuverir.
Böylece tüm ezberlerin bozulduğu teneffüs ziline dönüşür Eylül. Sınıf ayağa kalkar, yürür ve büyük coşkuyla günışığına çıkar çünkü hayat bahçede bekler. Karıncalar koşarken ekmek kavgasına ; sınıf, bağlamasını alır eline ve notalarını Eylül’ün inceliğine iliştirir.
Şimdi yeni çocukların gülümseme vaktidir çünkü sahip oldukları Eylül, tüm kederine rağmen onların tek ve en güçlü direnç notasıdır.
Mine Gültepe
12 Eylül 2011
YORUMLAR
yazıyı beğenek okudum yorum sonra tebrikler yüreğiniz daim olsun