Yansıma
Işık;
Gözün alabildiğinden çok daha fazlası. Durulmuş bir kargaşanın kırılgan hali… Algılanabilecek kadar berrak, erişilemeyecek kadar saf. Yakalanabilecek en derin ayrıntı. O kadar parlak ki, sadece ışık, sanki yalnızca o var. Gökyüzünde, toprakta, okyanuslarda, hatta Hades’in yalnızlığını paylaşacak kadar aşağılarda…
Gözlerimi araladığımda her şeyi unutmuş gibiydim. Sanki ilk bakışımdı bu, var olduğum ilk an. Işık bedenime öylesine işlemişti ki, ısıyı hücrelerimde hissedebiliyordum. Adeta ışık doluyordu ciğerlerime.
Puslu ama muhteşem bir güzellik.
Sonra sessizce çekilmesini bekledim. Önce bedenimden…topraktan ve gökyüzünden ağır ağır çekilişini izledim. Her saniye yeni bir şey beliriyordu önümde.
Kum… ilk hissettiğim buydu. Çıplak ayaklarımı uyuşturuyordu. İlk gördüğüm şey ise iki ayağı kırık olmasına rağmen, dengeli bir şekilde durmayı başarabilmiş bir tahta masa. İki tane sandalye, biri düz, biri ters. İronik bir kaos…
Görüntü netleştikçe daha küçük eşyalar belirginleşmeye başlamıştı. Masanın üzerindeki boş kum saati ve yırtılmış ama yeniden ciltlenmiş gibi duran eski bir kitap. Yerde, bir kolu olmayan terazi, hemen yanında havada asılı duran abaküs boncukları. Etrafa saçılmış satranç taşları, boş beyaz sayfalar ve tamamlanmamış, belirgin olmayan bir tablo, bir figür.
Daha ileriye baktığımda ise gördüğüm şey hiçlikti. Hatta hiçlikten daha öte, sonsuza kadar uzanan bir boşluk. Zihnim sadece bulunduğum kareyi algılayabiliyordu. Bir şekilde sınırlanmıştım sanki.
Işık…? Ama etkisini kaybetmişti.
“Sandalyeler senin için” dedi nereden geldiği anlaşılamayan, havada süzülerek boşlukta yankı yapan bir ses. “Birini seç.”
Arkamı döndüğümde yaklaşmakta olan şey algılarımın çok ötesindeydi. Gölgeden daha öte, silik, yaşanılan anı geçmişin bir parçası, bir hatıra gibi hissettiren, buna karşılık aldığı her solukta sanki gerçekliği yaşatan bir yansıma.
Tuhaftır ki yaşadığım bu deneyim beni şaşırtmamıştı. Sanki olacak olan her şeyi önceden biliyormuş gibi hissediyordum. Ama yaşamış olduğum tüm anlar içerisinde, daha önce ne bu anı yaşamış nede bu mekânda bulunmuştum.
“Hangisini seçmeliyim?” diye sordum masaya yaklaşırken.
“Senin adına karar veremem” dedi yansıma “hiç vermedim.”
“Beni tanıyor musun?” diye sordum, düz duran sandalyeye otururken.
“Belki” dedi, sırıtıyormuş gibi bir ses tonuyla. Ses haricinde belirgin bir şey yoktu. “Peki ya sen, tanımış olmamı mı isterdin? Yoksa tanıyacak olmamı mı? Beni tanıyor musun?”
“Neden sorularımı yanıtlamıyorsun?”
“Çünkü soru olarak kalmaları gerek,” dedi ses ciddileşerek, “en azından bu aşamada. Şu anda yaşadığın şey, algılayabileceğinden çok fazla. Her şeyi sana açıklamak isterdim, ama yapamam. Bir bakıma senin olmuş olduğundan fazlası değilim. Hatta ikimizin aynı anda… tam da burada… var olduğundan bile emin değilim?”
“Bu da ne demek şimdi?”
“Ne ne demek?” dedi anlamamışçasına, sesi ciddiydi. “Neden o sandalyeyi seçtin?”
“Diğeri ters durduğu için.”
“Haklısın! Ters olan bir şeyi, düz ve kullanılabilir hale getirmek çaba ve güç gerektir. Ne kadar ufak olursa olsun.” Ses tonu iğneleyiciydi.
“Sen neden oturmuyorsun?” diye sordum. Bir an için sanki cevabını biliyormuş gibi hissederek.
“Oturmalı mıyım? Oturmaya ihtiyacım var mı? Yorulmuş gibi mi görünüyorum?”
“Bana sorma” dedim umursamazca “senin var olduğundan bile emin değilim.”
“En azından oturduğun sandalye kadar gerçeğim,” dedi titreşerek, bir sönüp bir parlıyordu sanki. “Hissedebildiğin şeylerin gerçek olduğunu düşünüyorsun ama sesimi duymak seni tatmin etmiyor.”
“Bunlar nedir?” diye sordum, masanın üzerindeki kitap ve kum saatini göstererek. “Neden her şey olması gerektiği gibi değil? Neden ya eksik, ya da ters?”
“Ben eksik ya da ters olan bir şey görmüyorum. Bahsettiğin kavramlar göreceli. Bence her şey olması gerektiği gibi. Her zaman böyleydi… Şimdi neden ters olduğunu düşünüyorsun?”
“Seninle tartışmayacağım!” dedim kestirip atarak.
Diyalog yorucuydu, olması gerekenden daha yorucu…
“Tartışamazsın!” dedi ciddi bir tavırla “Bunu düşünmen ürkütücü.”
Cevap verme zahmetine girmedim.
Kısa bir sessizliğin ardından “Burada gördüğün her şey,” dedi sakin bir ses tonuyla “tamamlanabilir!” durduğu yer belirsizdi. “Mesela kum saati, ayaklarının altındaki kumla onu işlevsel bir duruma sokabilirsin. Ama zamanın var olmadığı bir mekânda ne kadar iş görür? Ya da terazi…bir kolu yok ama hesaplayabilmen için boncukların var. Bu matematiğin doğaüstü gizemidir. Tıpkı Laplace’in düşündüğü gibi. Kitap, içini görmedin ama sayfaları karışıktır, düzenleyip okuyabilirsin. Hepsi ayrı bir fedakârlık ister. Kaos deliğine düşmüş Alice’ten farkın yok. Düzen sağlamak için inşa etmelisin. Aksi halde sende bu karmaşanın parçası olursun.” Bir an sessizleşti, çok kısa bir an sonra “He! Şu tabloya gelince o benim ve eksik bir yanı yok” diyerek cümlesini tamamladı.
“Nesin sen?” diye sordum.
Yine aynı his…sanki cevabı biliyordum.
“Ben senim,” dedi yaklaşarak, sesi yükselmişti “senin ben olduğun kadar. Hep arzuladığın ama bir türlü erişemediğin ve asla erişemeyeceğin benliğinim. Senin bir parçanım, tıpkı kolların, bacakların gibi. Ama bana ulaşamazsın, ben sonsuzlukta gizliyim. Ben senin zihninin cehennemiyim ve senden çok daha fazlasıyım, senden çok daha gerçeğim…”
Yer titredi. Bütün benliğimin sarsıldığını hissedebiliyordum.
Her şey haraket ediyordu. Kumların ayaklarımın altından akıp gittiğini hissedebiliyordum. Gözlerim yansımayı aradı, yok olmuştu.
Silik bir görüntü… Havada uçuşan satranç taşlarını hatırlıyorum. Bir terazi, etrafında renkli boncuklar dönüyor. Ve bir kitap hatırlıyorum, yıpranmış, göğe yükseliyor… bir masa var, sandalyeler, boş kağıtlar ve bir tablo… Ve bir şey… yerdeki kumların yükseldiğini hatırlıyorum, bir kum saatinin içine doluşuyorlar… sonrasında, karanlık….
20 eylül 2011
(Bilinçaltıyla Randevu)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.