- 2562 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Masalsı Bir Seyahat / Mardin, Hasankeyf, Diyarbakır..
Masalsı Bir Seyahat / Mardin, Hasankeyf, Diyarbakır..
23 Eylül 2011 Cuma, 16:50 tarihinde Meral Adak tarafından eklendi
Sohbet eden iki askerden İstanbul lu olanı Mardin li arkadaşına “Yakında terhis olacağım ve ilk iş olarak senin memleketin Mardin’e gideceğim” der.
“Ya ahuyyi(kardeşim) neden Mardina?” diye sorar Mardin li. “Çünkü Mardin hakkında çok güzel şeyler okudum bu güne dek; Medeniyetler beşiği diyorlar ve daha birçok güzel şey anlatılıyor, işte hem bu nedenler le hem de
bu askerlik beni biraz bunalttı be kardeşim! Hayat mücadelesine başlamadan evvel gidip görmek istiyorum anlayacağın”
“Hımmn, eh o zaman ben bir mektup yazarım; sen de o mektubu benim baba ya verirsin olur mu?”
“Olur tabi ki , seve seve…”
Beklenen gün gelir ve iki arkadaş vedalaşırken Mardin li mektubu İstanbul lu ya verir. İstanbul lu zarfı evirir, çevirir üzerinde adres yoktur: “E kardeşim ben bu mektubu kime vereceğim? Üzerinde adres yok!” der.
Mardinli durumu şu şekilde açıklar.
Şimdi bak ya ahuyyi, seen gideceksen Mardin’a,
Bir mahalle var orda adı Miskina,
Önce varacaksın meydana,
Değil birinci köşe,
Değil ikinci köşe, Üçüncü köşe, aha o bizim köşe!
Döndi köşe?
Değil birinci kapı,
Değil ikinci kapı,
Üçüncü kapı, aha o bizim kapı!
Kapıda var bir gallaka (vurmalı kapı tokmağı),
Vurursun callaka callaka callaka (kapı tokmağının çıkardığı ses),
Karşına çıkar bir hacı ayağı cıbıldaka,
Üstünde var uzun bir yeşil aba,
İşte o haccı olur benim baba,
Alacaksın bu mektubu vereceksin ona…
Bu, Mardinli dostların bizzat kendilerinin anlattığı ve en çok da kendilerinin güldüğü tekerleme niteliğinde bir fıkradır.
Gelelim bana;
Ben bu yaz gerçekten leyleği havada gördüm diyebilirim. Bu ilkbahar eyyamının henüz başlarında, birkaç kez Mersin seyahatim oldu. Akabinde Antakya’da bir yakınımın kızının düğününe katıldım ı-ıhh, o da kesmedi ardından üç günlük bir Kayseri ve derken; yıllardır görmek için deli olduğum Mardin Seyahatim i nihayet gerçekleştirdim.
Yıllardır bu “terör belası” yüzünden Türkiyemizin o cennet köşelerini, o doğal müzelerini gidip görmeye hep çekiniriz!
Ben de bu korkular nedeni ile çok istediğim halde sürekli ertelediğim bu seyahatimi, ’telaş eder ve asla izin vermezler’ diye ilk kez ailemden gizleyerek gerçekleştirdim. Dönüşümde her ayrıntıyı ballandırarak anlattım tabii ki ama yine de beni dehşetle dinlediler ve bolca söylendiler fakat her şeye değdi açıkçası.
Orhan ağabeyim yani Orhan Ünlüata yani namı diğer (Rebetiko), benim bu Mardin Seyahatimden başından beri haberdardı ve bana ilk söylediği şey şu olmuştu:
Mardin kapı şen olur,
Dibi değirman olur,
Oralardan yar seven
Mutlaka verem olur.
Hadi git, gez ve gel ama mutlaka her güzelliği ayrıntılı yaz ve bizlerle paylaş.
Öncelikli olarak, o inanılmaz güzellikler gerçekten anlatmakla bitmez mutlaka gidip görülmeli, yaşanmalı diyorum.
“Biz Sanal Alem de hiçbir şekilde ne ismimizi, ne de resmimizi görmek istemiyoruz”
Bu seyahatte bana yarenlik ve mihmandarlık yapan canım arkadaşlarımın tek şartı bu oldu
Ben, her ne kadar “Bu devlet sırrı mı arkadaşlar?” dediysem de kendilerine göre haklı nedenlerini anlattılar, ben de saygı ile kabul ettim.
Önce Kuşadası’nda ki evimde üç gün misafirim olan iki kadim dostumla birlikte Kuşadası çıkışlı başlayan ve Adana’da diğer üç arkadaşımızın daha bize katılması ile altı (6) maceracı nın, macera dolu iki gece, üç günlük
Gaziantep, Urfa, Mardin, Batman(Hasankeyf) Diyarbakır ve Adana seyahati benim Adana’da arkadaşlardan ayrılıp Mersin’e dönmemle noktalandı.
2010 model, siyah renkli afili bir Mercedes Minibüsle ve çok sevdiğim dostlarımla son derece keyifli bu yarı kaçamak seyahat, bir yığın abur cubur ve bira stokları ile resmen başlamış ve bende heyecan doruktaydı.
Araç kullanan arkadaşımız hariç hepimizin buz gibi kutu biraları elimize almamızla ilk andan maceralı geçeceği belli olan bu seyahatte ben yaşça en büyük olmamın avantajlarını kullanarak: “Bakın çocuklar! Yolumuz uzun ve hiç birimiz gece boyunca uyumamalıyız ki kaptanımız da uyumasın. Bu nedenle bu bira muhabbeti araç içerisinde bir adetle sınırlı kalsın” diyerek ilk uyarımı yaptım.
Bu pek hoşlarına gitmese de sağolsunlar, sağduyuya itiraz eden olmadı.
Sık sık verilen çay, kahve ve ihtiyaç molaları ile birlikte Gaziantep Çağdaş Restoran’da harika bir yemek ve baklava faslından sonra bütün gece süren yolculuğumuzun ilk etabı günün ilk ışıkları ile Mardin’e “Merhaba” diyerek bitti .
Mardin merkezde, kapısını henüz açan minik bir çay ocağında dışarıya, kaldırıma attırdığımız hasır kaplı minik tahta taburelerde çay ve poğaça ile kahvaltı ederek yeni güne hazırlandık.
Sonra hiç uyumadan; güzel bir şehir turuna başladık,. O ünlü Tarihi Kiliseleri, Türbeleri, Medreseleri ve aklınıza gelebilecek tüm o güzellikleri uykusuz gözlerimizi ve yorgun ayaklarımızı zorlayarak gezdik.
Aynı gün akşama doğru; Nusaybin çarşısını ve tüm tarihi yerlerini de sürünerek de olsa gezdik.
Allah’tan ki Nusaybin küçük bir yerdi ve gezilebilecek yerler birbirine çok yakındı.
Ve nihayet bütün o kıraç ve ağaçsız dağlar içerisinde, çölde bir vaha gibi duran muhteşem güzellikteki “Beyaz Su Mesire ve Piknik Alanı"na geldiğimizde “Beni bırakın çocuklar ahan da ben burada ölem” dedim;kendimi ilk ağacın gölgesine atarak.
Düşünün ki iki gün, geceli gündüzlü yolculuk yapıyorsunuz ve toplam uykunuz üç saati geçmiyor ve sonunda geldiğiniz yer “Gece gerdanlık, gündüz Mezarlık denilen Mardin!”
Gerçekten de Mardin’de dağlar, evlerin taşları yani tüm mimari ve sokaklardaki toz toprak hep aynı renkti yani açık sarı bir Toprak Rengi;bildiğiniz.
Uykusuz gözlerle de çevreye bakınca harbiden ‘bej renk’ manyağı oluyorsunuz ve Mardin’e neden gündüzleri ’mezarlık’ dendiğini anlıyorsunuz.
İşte onca toprak renginden sonra birden bire karşınıza deli gibi akan ve başı sonu belli olmayan, zümrüt yeşili bir su ve çevresinde yeşilin her tonundan ağaçlar, rengârenk çiçeklerle bezeli bir “Gizli Cennet” çıkıyor! Beyaz Su...
Nusaybin’deki bu Beyaz Su; oldukça eski tarihi olan bir güzellik ama konuşulanlardan anladığım kadarı ile tarihinde birçok hüzünlü olaya da tanıklık etmiş.
Hemen herkesin Beyaz Su ile ilgili duyduğu veya bizzat yaşadığı olaylar var.
Bu mesire yeri o bölgede o kadar ünlüymüş ki, Diyarbakır’dan ve daha bir çok çevre il, ilçeden bile buraya pikniğe gelinirmiş.
İşte bu harika suların kıyısına kurulan taht/talvar ne derseniz deyin, oturma düzenekleri, Şark tipi yastık ve minderlerle döşenmiş ve “gel kendini bu koca ağaçların gölgesindeki güzelliğe bırak,uyu” dercesine davetkâr.
Ayaklarımı suların içine sallandırarak oturur oturmaz bende uyku, yorgunluk falan kalmadı tabii. “Off burada buz gibi bir RAKI içilmez mi şimdii!?” deyiverdim aniden; ve inanın başka hiç bir şey söylememe gerek kalmadı.
Zaten her talvarın yanında hazır bir mangal var ve biz daha talvarlara yerleşirken bizim pirzola siparişleri verilmişti bile.
Çok geçmeden koca bir Bakır Sini geldi ve tam ortamıza bırakıldı. O sinide neler yoktu ki! Her şey taze ve lezzetliydi ama onca meze içerisinde tekrar -tekrar istediğim o müthiş yoğurdun farklı tadı unutulacak gibi değildi.
Çevrede hemen herkesin ya bira ya da rakı içtiğini fark edince kafamda ki bir ön yargı daha yerle bir oldu tabii ki.
İnanın benim veya bir başkasının özel talebi olmadan yer soframıza benim rakıda daima öncelikli tercihim Yeni Rakı teşrif etti;hem de buz kovasının içinde
Yeni Rakı, işletmenin tercihi imiş (Bunun için de işletmeye kocaman bir teşekkür benden)
Buz kovası dedim de bu o sizin bildiğiniz kovalardan değil. Bakır ve içi kalaylı irice bir kova-helke-sitil- dersem mutlaka bileniniz vardır, İşte bu kova büyük kalıp buzlardan kırma, iri buz parçaları ile dolu ve iki adet (35 cl’lik Yeni Rakı) buzların içinde kuzu kuzu yatıyor.
Serin ve coşkun akan suların eşliğinde muhteşem bir yemek ve harika dostların muhabbeti ile rakının etkisi hepimizi misli misli güzelleştirmişken birden ortalığa çok farklı bir müzik yayıldı.
“O ne?” diyerek başımı kaldırdım ki yaşları en fazla 10/12 olan kalabalık bir grup çocuk ellerinde kemençeyi andıran bir müzik aleti ile Kürtçe bir ezgi çalıp söylüyorlar.
Sonra iki çocuk diğerlerinden ayrılarak başka bir talvara doğru çalıp söyleyerek gidiyor. Ben şaşkın gözlerle onlara bakakaldım tabi ki: “Bunların çaldığı enstrüman nedir ya? Ne kadar güzel bir ses bu” dedim.
“Hangisi?”
“Bu çaldıkları şeyin sesi… Ne bu, kemençe mi?”
“Hayır, kemençeye benziyor ama değil bunun adı ‘rebap’.
Burada buna halk arasında ‘rebbabe’ denir ve çok eski tarihlere dayanan bir çalgıdır.
Bak, her iki çocukta da aynı müzik aleti var ve aynı anda, aynı aleti biri kemençe gibi çalarken diğeri gitar gibi çalıyor. İşte bu farklı dediğin ses ondan öyle çıkıyor.”
“Evet, gerçekten harika. Bak karşı gölgelikte oturanlar bu müzik eşliğinde oynuyor ama müzikte de oyunda da çok hüzünlü ve çok etkileyici bir şey var; oysa bu bir oyun havası değil mi?”
“Oyun havası evet ama sözleri çok hüzünlü bu nedenle böyle ağır hareketlerle dönülerek oynanır.”
“Garip.”
“Yok, sözleri anlasan garipsemezdin yalnız şu kadarını söyleyebilirim ki bu farklı bir oyun havası, senin bildiklerinden değil. Burada her ezgide, her oyunda bir öykü ,bir ağıt vardır aslında.”
“Oyun havası ve ağıt?”
“Evet, ama boş ver! Sen buraya gezmeye, eğlenmeye geldin memleket meselelerini konuşmayalım şimdi.”
Dostlar tarafından kibarca susturulsam da bu bölgelerde çok acılar yaşanmış olduğunu Mısırda ki Sağır Sultan kadar bende biliyordum hem bilmeseniz de hemen her adımda bir çok acının izleri görülebiliyordu aslında;Gönül gözü ile bakmak yeterliydi..
Mesela, yemyeşil Torosların kızı olarak; bir tek ağacı bile bulunmayan bu dağlara bakıp “Burada dağlar neden bu denli çıplak?” diye soruyorsunuz, bin ah işitiyorsunuz . “Hasankeyf gibi bir güzellik neden sulara gömülmek isteniyor ki?” diye soruyorsunuz; "Kökenleri Mezopotamya’ya kadar dayanan Kürtlerin izlerinin tüm bu tarihi kalıntılar içerisinde veya üzerinde açık bir kitabe teşkil ettiğini ve devletin bu kalıntıları sular altına gömerek bu tarihi, izleri ile yok etmeye çalıştığını" söylüyorlar.
Orada yaşayanların düşüncesine göre bu da bir “Kürtleri inkâr politikası” imiş.
Evet, bu bölgelerde bu gün hala ihmal ve yanlı, yanlış politikaların izleri aşikâr ama kendilerine de söylediğim gibi “Türkiye’nin her köşesinde haksız ve adaletsiz politikalar uygulanıyor, fakat bunun çözümü nefret değil ve silah hiç değil, olmamalı da! Kardeş, kardeşe kırılabilir, tartışabilir hatta küse de bilir ama asla birbirine silah doğrultmaz. Bizler yüz yıllardır kardeşiz.”
Bunları böyle söylemem arkadaşlarımı daha çok rencide etmiş olacak ki kendilerince haklı olabilecek nedenlerini sıralamaya başladılar ;bitip tükenmez bir eforla!
Kendilerine göre haklı oldukları nedenleri mutlaka vardır ama her soruda onlarca şey anlatmaları bir yerden sonra beni rahatsız etmişti artık ve dayanamayıp “Son bir şey söylemek istiyorum arkadaşlar” dedim.
“Ne istersen söyleyebilirsin abla” dedi Ömer.
“Teşekkürler kardeşim, ben sizleri onca yıldır tanıyorum ve bizler ailece görüşüyoruz yani bir aile gibi olmuşuz öyle değil mi?”
“Elbette abla ve evvel Allah’ın izni ile bu onurlu dostluk bizden evlatlarımıza da miras olarak intikal edecek”
“Eyvallah kardeşim! Yalnız şimdi benim anlayamadığım bir şey var, bizler de yüz yıllar öncesinden Lübnan’dan veya diğer Arap ülkelerinden Çukurova bölgesine yerleşen aileleriz.”
“Biliyorum.”
“Bu güne dek Türkiye Cumhuriyeti bize asla diğer vatandaşlarından farklı davranmadı. Durduk yerde hiç birimizin kılına bile dokunmadı ve biz kendimizi asla ‘diğeri, öteki’ olarak görmedik.
Hükumetlerin politikalarını beğenmeyebiliriz, yanlışları bizler de görürüz, eleştiririz, kızarız ama içerisinde yaşadığımız bir ülkenin hiçbir ferdine bırakın silah doğrultmayı; taşına, toprağına dahi bile isteye asla zarar vermeyiz.”
“Sen buralarda yaşamadığın için bunu anlayamazsın ablacığım.”
“Olabilir! Peki diyelim ki ev sahibi kapıyı, pencereyi açık bırakmış ve suçlu. E, hırsızın hiç mi suçu yok?”
“Mutlaka ki var.”
Sustum, daha derinlere dalarsam duyabileceklerimin hesabını yaparak; duymak istemediğim için sustum.
“Müzik çok güzel gerçekten” diyerek hafiften sırtımı döndüm ve kendimi bu büyülü anlara odakladım.
Belki kaç günlük uykusuzluk ve rakının da etkisi ile fazla duygusallaştım ama bu küçücük çocukların söylediği ezgiler, türküler; sözlerini anlamasam da neşeli gibi algılanabilecek formatta olmasına rağmen bana yüreğimin ezildiğini, acıdığını hissettirecek kadar hüzünlüydü.
Özellikle içerken ağlayanlardan ve ağlamaktan nefret ettiğim için gözyaşlarımı engelledim ama inanın şu an bile o ses kulaklarımda ve ben hala hıçkırarak ağlayabilirim. (Sırf o çocukları bir kez daha dinlemek için bile Nusaybin e tekrar gidebilirim)
Aslında bu seyahatimi kaleme alırken tarihi yerler hakkında bilgi paylaşmayı düşünüyordum ama yazmaya başlayınca öylesine derin ve bitimsiz bir tarih deryasına daldım ki bu eşsiz tarihi güzellikleri yeterince anlatamam ve haksızlık ederim korkusu ile bu fikrimden hemen vazgeçtim. Bu beni çok etkileyen bir andı bu nedenle ayrıntılı anlattım.
Şimdi gezimize kaldığımız yerden devam edelim;
Mardin ve Nusaybin’de birçok yerde karşınıza çıkan bir isim ”Mar Yakub” Kilisesi/Medresesi .
Halk arasındaki hitap la “Mor Yakup’un” tarihinde neler yapmış olduğunu ve önemini burada anlatmak için zaman da, kelimeler de kifayetsiz kalacaktır; bu muhteremin öylesine inanılmaz ve öylesine büyüleyici icraatları var ki mutlaka- Google a Mor Yakup yazın ve bu zat-ı muhterem i iyice araştırın- derim.
En iyisi mi siz bu eşsiz bölgeyi, tabii ki imkânınız olursa, mutlaka en başta gezilecekler listesine alın. Veya internetten tüm bu bölge ile ne kadar yazı ve resim varsa inceleyin. Gideceğiniz yoksa bile Türkiyemizin bu masalsı bölgelerini görmek için imkânlarınızı zorlayacaksınız, emininim.
Neyse, günün sonunda “Bize Mardinli demeyin biz Nusaybinli yiz” diyen Mardin/ Nusaybin li dostlarla özel aracımıza bindik ve ilk gece konaklayacağımız dört yıldızlı Matiat Otel’e gitmek için Midyat’a doğru hareket ettik. Kısa bir Midyat şehir turundan sonra şehrin biraz dışında kalan otele gitmek için farklı bir yol tercih eden dostlarımız ıssız bir yola sapınca benim tedirginliğim başladı.
Gittikçe yol tenhalaşıyor, beni ter basıyor ama ayıp olmasın diye ses çıkarmıyorum. Birden sağ tarafımda “Dar Geçit” tabelasını okuyunca bende ipler koptu tabi ki “Heyy! Ben bu isimleri Tv den falan izliyorum, nereye gidiyoruz ya? Geriye dönelim!”
diye yaygarayı basmışım. Arabada herkes şaşkın ama ben nasıl komik feryat etmişsem öyle bir kahkaha koptu ki anlatılamaz.
Sonradan, kendileri de aslında kestirmeden gitmek isterken yolu uzattıklarını yani kısaca, yolu şaşırdıklarını itiraf ettilerse de ben, hala tabelalarda gördüğüm ve hep korkutulduğumuz o isimlerin etkisi ile: “Benimkiler (ailem), benim şu anda nerelerde gezdiğimi bilseler sanırım buraya takviyeli ekip gönderirlerdi” diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Arkadaşlara sorarsanız “Tv yayınları hep tek yanlı ve abartılı ve buralarda asla korkulacak bir şey yok” ama bunca yılın izlerini bir gezide anlatılan bu pembe tablolar ile silmek ne mümkün!
Sonunda Midyat, Matiat Otel’deyiz: “Yaşasın medeniyet!”
Aman Allah’ım! Bu kadar yabancı turisti bir arada ben ancak yaz aylarında, Kuşadası’nda görüyorum. Otelde, otel çalışanları ve bizim grubumuzdan başka Türk yoktu sanırım. Açık büfe akşam yemeğinde, farklı yani yöresel hiçbir şey yoktu. Bildiğimiz tüm dört yıldızlı otellerin açık büfe keşmekeşi.
“Yemek sonrası canlı müzik var ve çok eğlenceli oluyor, katılın” dedilerse de bizler o kadar yorgunduk ki kendimizi odalarımıza zor attık.
Deliksiz bir uykunun sabahında yatağımdan mis gibi bir Türk kahvesi kokusu ile kalktım.
Off, bana yapılacak en büyük jest işte buydu ve iyi ki benim bu “sabahları bu kahveyi içmeden ayılamam” takıntımı bilen yeğenimle aynı odayı paylaşıyordum! Otel kahvaltısından sonra ekip yine yollara düştü. Zaten, rotamız önceden belirlenmişti; önce Batman/Hasankeyf ve ardından Diyarbakır. Yine alabildiğine ıssız dağ yollarına daldık ve ben yine “Hem ağlarım, hem giderim” halindeyim yani bende panik had safhada.
Hani, ön yargılarımı bir türlü yenemiyorum ya?
Eşek sırtında veya yaya giden birkaç köylünün yanından geçtikçe içimden ne senaryolar yazıyorum inanamazsınız.
Aracımız, sık bir şekilde sıralanmış kel dağların arasından geçerken birden durduk. “Neden durduk!” derken dizlerimin bağı çözüldü adeta.
“Bu bölgenin en ünlü Yayık Ayranı ndan içeceğiz.”
“Yayık Ayranı mı?
“Evet, keçi sütünden yapılmış yoğurdun ayranını hiçbir yerde bu kıvam ve bu lezzette içemezsin.”
“Ya ben ayran sevmem ki kem- küm” ettimse de hakikaten, hafiften dumanlı gibi bir tadı olan bu harika ayranı sanırım hiç unutmayacağım. İşin enteresan yanı onca lüks aracın ve şık giyimli insanın kayalar arasına yerleştirilmiş minik, tahta tabure ve tahta masaların başına üşüşmüş olmasıydı.
“Nereden geliyor bu insanlar?”
“Bunlar da sen gibi seyyah ama içlerinde Batman’da görevli olup bu taraflarda işi olan memurlar da var. Bu yoldan geçenler burada ayran içmeden yoluna devam etmez.”
Beyaz bir dolmuşun bagaj kapısı yukarıya doğru açılmış ve adam tüm teçhizatı bu dolmuşun içerisine kurmuş. 10/12 yaşlarında iki oğlu ile birlikte servisi buradan yapıyorlar.
Ayran faslından sonra Batman ve Hasankeyf zaten anlatılacak gibi güzellikler değil, mutlaka yaşanmalı.
Yine o bölge insanının hiç süslemeden anlattığına göre, devlet o bölgeye ancak birkaç yıl yetecek kadar enerjiyi elde etmek için Hasankeyf’in sular altında kalmasına özellikle izin veriyor. Yani yukarıda bahsettiğim gibi onlara göre bu acımasız siyasi bir oyun.
Fakat her ne sebeple olursa olsun Hasankeyf gibi tarihi bir hazinenin ve o kelimelere sığdırılamayacak güzelliklerin, bırakın sular altında kalmasına izin vermek gibi bir cinayeti, bir tek çakılını bile gözden çıkarmamamız gerekir.
Böyle tarihi bir güzellik yabancıların elinde olsa bu güne dek o bölgeyi ve hatta tüm çevresini ciddi anlamda kalkındıracak kadar bir gelir kaynağına dönüştürürlerdi, eminim…
Türkiye’nin doğal zenginliklerinin nelere ve hangi politikalara heba edildiğini düşünmek bile yüreğimi fazlası ile acıttı. İşte bu hüzünlü ruh hali içerisinde Diyarbakır’a geldik.
Yerel rehber eşliğinde yine uzun süren bir şehir turu attık. Diyarbakır, tüm bu bölge içerisinde; düzenli, tertemiz ve modern bir şehir görüntüsü ile beni en çok hayretlere düşüren yer oldu diyebilirim.
Şaşkınlığımı dile getirdiğimde yine bana anlatılanlara göre şu an ki Belediye Başkanı çok dürüstmüş ama,bunun yanı sıra, hem kendi halkı hem kendi partili arkadaşları ve hem de hükümet tarafından o denli büyük bir göz hapsindeymiş ki asla yanlış yapma şansı yokmuş.
İşte bütün bu nedenler le devletten aldığı her kuruşu yine Diyarbakır’ı güzelleştirmeye harcıyormuş. Şehir, inanılmaz bakımlı ve bir o kadar da kalabalık. Sokaklarda kızlı-erkekli pırıl pırıl gençler, şık arabalar ve şık giyimli beylerin çoğunluğu gerçekten dikkat çekici…
Tabii ki burada Dicle Üniversitesi’nin de etkisini göz ardı etmememiz gerekir. “Eğitim şart!” diyoruz yine…
Diyarbakır, dört yanı tarihi surlarla çevrili inanılmaz farklı bir kent. Hani Orhan Ağabeyimin “Abi ben Mardin’e gidiyorum” dediğimde bana: “Git tabi ki, sakın bu fırsatı kaçırma hem ‘Mardin kapı şen olur’. Git o kapıda güzel güzel resimler çek” dediği, o türkülere konu olan Mardin Kapısı, Diyarbakır’daymış!?
Vallahi ben bilmiyordum, yani bu kapıyı Mardin’de sanıyordum; e bu da benim ayıbım.
Diyarbakır dört yanı kale ile çevrili tarihi bir cennet adeta. Tarihi Surları ve o Eşsiz Burçları ile gündüz ayrı, gece ayrı bir güzelliğe bürünüyor yani, görenleri bir "tarih manyağı" yapabilecek ölçüde tarih zengini.
Dış kalenin dört yöne açılan, mimarlık tarihi açısından birbirinden önemli dört kapısı var:
Kuzeyde Dağ Kapı (Harput Kapısı), Batıda Urfa Kapı (Rum Kapısı), Güneyde Mardin Kapı (Tel Kapısı), Doğuda Yeni Kapı (Dicle veya Su Kapısı) yer almaktadır.
Benden, ısrarla özel bir not daha: Geceleri muhteşem bir ışıklandırma ile daha da büyüleyici görünen bu kale ve surlar beni çok etkiledi mutlaka görülmeli.
“Diyarbakır’da Mardin ve Diyarbakır’ın en ünlü yemeğini yiyeceğiz şimdi” dediklerinde benim gözlerimde şimşekler çaktı.
“Acaba nedir, nedir?”
“Kaburga dolması ve Bumbar dolması.”
“Ahh! Tutmayın pisboğaz beni!”
Çaktırmıyorum heyecanımı tabi ki: “Nerede yiyeceğiz?” diye soruyorum kibarca.
“Türkiye’nin en ünlü Kaburga dolmacısı Selim Usta.”
Vayy! Ben bu Selim Usta’yı duymuştum veya bir yerlerden okumuştum. Merkezde bir Restoran; her yer tertemizdi ve ilk bakışta fark ediliyordu bu; bu da benim için çok önemliydi.
Az sonra, son derece sempatik ve güleç yüzlü bir garsona elbette ki Kaburga Dolmalarımız ın siparişini verdik. Masa, 15 dakikada donandı ve ben gerçekten bu denli zengin çeşidi bir arada (ikram olarak) ancak Hatay/Antakya’daki restoranlarda görmüştüm.
Bakır sini içerisinde kaburga dolması masaya teşrif ettiğinde ben, yine ikram edilen bumbar dolmasını yemekle meşguldüm.
Yahu ben bir "Bumbar Dolması Ustasıyım" ve o konuda çok iddialıyım fakat bu kadar temizini, bu kadar lezzetlisini hayatımda ilk kez bir restoranda yemiştim!
Arkadaşlar, Mersinli olduğumu söyleyince şef ısrarla bumbar hakkında ki fikrimi sordu, ben de fazlası ile hak ettikleri övgülerimi, nedenleri ile sıraladım seve-seve.
Çifte kavrulmuş badem ilavesi ile hazırlanan özel bir İç Pilav ile doldurulmuş ve fırınlanmış kaburga dolması ise başlı başına bir yazı gerektirecek nefasette idi! Hele o servisteki ritüel asla anlatılamaz. "Lezzet sarhoşu oldum" desem asla abartmamış olurum.
Selim Usta, Diyarbakır’dan, Ankara’ya Meclise, uçakla kaburga ve bumbar dolması gönderiyormuş; buna hiç şüphesiz inanırım belki de bunu bir yerlerde okudum ve bu isme aşina oluşum bundan dı.
Çok etkilendiğim bir diğer şey de Diyarbakır’ın hemen dışında ki Gazi Köşkü ve çevresindeki güzellikler. Gazi Köşk’ü 16. yüzyıla ait bir Akkoyunlu eseriymiş. 16. Kolordu Komutanı olarak Diyarbakır’a atanan Gazi Mustafa Kemal, çok sevdiği bu köşkte 11 ay kalmış. 1937 yılında Diyarbakır’a geldiğinde köşk, sahiplerinden satın alınarak kendisine hediye edilmiş.
Köşk, bu gün valilik tarafından müze olarak kullanılıyor ama çevresinde o kadar güzel ve geniş bir alan var ki işte asıl şaşırtıcı olan onca dönüm arazi üzerine kurulu bu gizli cennetin tüm Diyarbakırlılar tarafından el birliği ile daha da güzelleştirilmiş olması. Yüksekçe bir tepeye kurulmuş onlarca tesisin her köşesinden aynı güzellikte seyredilebilen Diyarbakır ve Dicle manzarası tek kelime ile büyüleyici.
Bu eşsiz güzelliğin içerisinde hayal bile edilemeyecek kalitede çay bahçeleri, restoranlar, ağaçlar, çiçekler ve dört bir yandan akan minik su arkları ile bizi 45 derece sıcakta bile buz gibi bir serinlikle karşıladı.
Üç dört basamakla çıkılan tahta talvarlarda ki yine Şark tarzı minderlere kendimi öyle bir atmışım ki, bıraksalar orada sabaha dek uyuyacağım.
Hava karamaya başlarken sağımızda solumuzda ne kadar boş talvar varsa o bölgenin insanları ile doldu ve işte beni asıl şaşırtan şey bundan sonra başladı.
Kadın, erkek, çoluk, çocuk aileler batıdaki en modern kentlerde bile böyle yerleri bu kadar dolduramaz.
Semaverle gelen çayların yanı sıra aklınıza gelebilecek tüm içkilerin su gibi içildiğini görmek de benim için yine şaşırtıcı oldu. Yan yana dizili onca çay bahçesinin neredeyse tamamında canlı müzik var ve birbirine karışan, daha çok yerel müzikler eşliğinde yine kadın ve erkek herkesin kalkıp oynaması, halay çekmesi unutulacak gibi bir güzellik değildi.
Bu büyüleyici gece, arkadaşlarımızdan Diyarbakırlı Kalp Cerrahı Ömer’in bizi yine Diyarbakır’ın en eski ve ünlü, üç kadayıfçısından biri olan, Sıtkı Usta’ya davet etmesi ile sonuçlandı.
O gece bu dostların Diyarbakır merkezdeki evlerinde kaldık.
Muhteşem şehir manzaralı balkona hazırlanan “Sürpriz çilingir”de sohbet öylesine doyumsuzdu ki sabaha dek uyku hak getire.
“Şimdi güzel bir uyku çekeriz” hayali, tahmin edeceğiniz gibi yine hayalde kaldı. Ve ertesi gün ufak tefek alışverişler yapıldı, Mersin’e dönüşe geçildi.
Bu gezinin hiçbir anı unutulmayacak ama gerçekten de ben Diyarbakır’a âşık oldum.
Arkadaşların anlattığına göre, Hıncal Uluç bir yazısında şöyle demiş;
Diyarbakır’a tayini çıkan memurlar gelirken: “Allahın unuttuğu bu yerde nasıl yaşarız” diye ağlarlarmış bir de giderken: “Bu, Eşsiz Cenneti nasıl bırakacağız?” diye ağlarlarmış.
Ben, birçok yabancı ülkeyi gezme şansını yakaladım
Ayrıca, Türkiye’nin neredeyse dört te üçünü gezdim ve şartlarım izin verdiği sürece de gezeceğim.
Sevgili Dostlar, rahatlıkla söyleyebilirim ki "Türkiye’nin her bir köşesi ayrı bir cennet . Allah bizleri eşi emsali olmayan bir Doğal Cennet te yaratmış ne mutlu bize ki!
Ne olur bu güzelliklerin bozulmasına asla izin vermeyelim;ne eylem ne de düşünce ile bile (anladınız siz beni)".
Son not olarak diyorum ki;Türkiye’nin her bir metrekaresi, HEPİMİZİN!…
Gidilmeli, gezilmeli, görülmeli…
Saygılarımla
Meral Adak (Meral-ce)
YORUMLAR
İki yıl kadar önce aynı güzergahı geçtim, aynı müzisyenleri dinledim, aynı ayrandan bile içtim hatta. Bir farkla ki ben orada görevliydim ve birbuçuk yıl kalmaya mecburdum. Hakikaten çok özel bir yer ve ülkemizin kültürel zenginliğine coğrafi çeşitliliğine bir kez daha şaşıp kalıyor insan. Bir daha gitmek kısmet olursa Savur'daki Hacı Abdullah Konağına ve Diyarbakır'daki Hasanpaşa Hanına, Cenap Şehabettinin evine de gidin.
Meral Hanım,geri dönüşünüzü de okudum.Tabi ki çok yer görmenin hazzını yaşamak ve kağıda dökmek istersiniz..Bu çok doğal bir davranış.Ki yazmakla,unutmaya,bir tür meydan okumayı gerçekleştirdiniz demektir.
Mardin'e dair epey yazılarım oldu.
Bu forumda da,"Mardin,çayın demli,misafirin kıymetli olduğu yerdir."diye bir yazım var.
Benim gözümdeki Mardin'i orada da görürseniz sevinirim.
Güzellikler dileğimle.
Merhaba..Yazınızı dikkatlice okudum ve sizin bahsettiğiniz yerlerde uzun dönem kamu görevlisi olarak çalıştım...Tabi ki çok gençtim ama "kentin ruhu"nu da yakalamıştım.
Mardin,"sadece gece gerdanlık/Gündüz mezarlık "olan şehir değil,aynı zamanda şairin,"Şair sen kiminle konuşursun/Mardin yoldaşın değilse,"dediği kadar da "sıcak" bir şehirdir.
Tadı,tuzu ve ruhu vardır kısaca.
Keşke içtiğiniz rakıdan sonra,"kahve mırra"nın tadı da olsaydı...yazıda.
Ve eski bir Süryani kadim kilisesi olan ve adını da etrafındaki "safran" çiçeğinden alan "Deyrülzafaran Manastırını" da görmüş olsaydınız...
Ve Mardin birden çok defa görülmeyi hak eden ender şehirlerden biridir bence.
Güzel yazınızla bana da 30 yıl öncesine bir yolculuk yaptırdınız.İyi ki oralarda çalışmışım diyorum.