7
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
760
Okunma
“Şu yeni geleni ne kadar tanıyorsun?” diyerek kara kapüşonluyu gösterdim. Yol arkadaşım olumsuz anlamda başını salladı. Hoşlanmamıştım bu yeni gelenden.
Hacı kafilesi güneydoğuya ilerliyordu. Antiokhe’den ayrılışımızın beşinci günüydü. Üç gün önce Arpad’a giden yolun ayrımında tek başına eşeğiyle yolculuk eden, kara kapüşonlu biri aramıza katılmıştı. Adına Ceaserea’lı Mena demişti. Zararsız gözüktüğü için kervanbaşı onu kabul etmekte güçlük çekmemiş, o da borcunu bir testi şarapla ödemişti. Normalde korunmanın bedeli bu kadar ucuz olmazdı ama bir şekilde kervabaşının kanı bu yeni gelene ısınmıştı.
İlk iki gece yakınımıza yaklaşmadı. Ama ateşin başında onunla beraber oturanlardan yeni gelenin olağanüstü hikayeler anlattığını duyduk. Barbarların kervanları yağmalayıp, esir ettiklerini ejderhalara sunmalarından, güneydeki gizemli kraliçe ve onun kadınlardan oluşan ordusuna kadar türlü öyküler kervandakilerin dilinde dolaşır olmuştu.
“Çok saçma!” diyordum her hikayeyi duyduğumda.
“Neden saçma olsun ki?” diye itiraz ediyordu yol arkadaşım. “Bilinmeyen topraklarda bize çok garip gelen insanlar, hayvanlar, hatta canavarlar olamaz mı?”
“Bilinen dünyada hiç canavar var mı? Hiç böyle kabileler, kadın savaşçılar görüldü mü? Diğer yerlerde niye olsun?”
Arkadaşım kolay kolay pes etmiyordu:
“Siz de gayet iyi biliyorsunuz ki Homeros’tan Herodotos’a kadar birçok kaynak Amazon savaşçılarından bahseder. Ayrıca Aristoteles de doğanın canavarları yarattığından, bugüne kadar yapmamış olsa bile gelecekte onları varedeceğini belirtir.”
“Aaahh! Paganlar! Onlar için yalan söylemek günah değildi ki. Cehennem korkusu olmayanların sözleriyle kuyuya iniyorsunuz sevgili dostum. İhtimal odur ki kuyudan geri çıkamayıp, sonsuza dek karanlıkta kalabilirsiniz.”
“Ama dışarıdakilerin gölgelerini görmeye devam ederim, değil mi?”
Tartışmamız böylece sürüp gidiyordu. Bir bakıma bundan da memnundum, vaktin geçtiğini farketmiyorduk. Ama diğer taraftan yeni gelenin saçma hikayelerle kervandakilerin kafasını doldurmasından da hoşnut değildim.
O gece, hiç beklemediğim bir şekilde, yeni gelen akşam yemeğinde yanımıza oturmak için istedi. Benden çekinen arkadaşım onu reddedecek gibi olduysa da ben araya girip, onu buyur ettim.
“Ateşteki yemeğinize katkıda bulunacak erzağım yok. Ama dilerseniz karşılığında size yemek boyunca bu bölgelerin söylencelerinden bahsedebilirim.”
Birinci elden anlatacaklarını dinleme fırsatı geçmişti elime. Yol arkadaşımın konuşmasına fırsat vermeden teklifi memnuniyetle kabul ettim. Arkadaşım da bu kararımdan hoşnut olmuştu.
Yemekler dağıtılınca yabancı önce kaşığını elindeki kaba çaldı, sonra da sözü ele aldı.
“Bu topraklar eskidir. Öyle bakmayın, nasıl zamanında Atlantis sulara gömülmüşse bazı ülkeler de sulardan dünya kurulduktan sonra çıkarılmıştır. Ama bu topraklar hep vardı. Paganlar der ki ‘Tanrılarımız hepsinden eskiydi’. Kim, ne söyleyebilir? Bu adamların tanrı dedikleri cinler, ifritler buradan türemiş olabilirler. Bir şey var ki, bunu buralılar gayet iyi bilirler, eğer çölde tek başına yürüyen bir adama denk gelirsen, arkana bakmadan kaçman gerekir. Niye mi? O şeytanın ta kendisidir de ondan.
Öyle boynuzu filan yoktur ama yine de tanırsın onu. Sesi yumuşak, babacandır. Sana önce yol sorar. Sonra suyunu paylaşmayı önerir. Bir kap su için insanların birbirlerinin boğazını kestiği bu bölgede kimse kimseye bedavadan su teklif etmez. Bir tek, şeytan bunu iyiliğindenmiş gibi yapar. Tulumunu size şefkatle uzatır. Siz içerken de gözlerinin içi güler.”
“Onu görmüş gibi anlatıyorsun yabancı.”
“Gördüm elbet. Niçin Aziz Simeon’u görmeye gidiyorum sanıyorsunuz? Nasıl arınacağım konusunda ona akıl danışacağım.”
“Karşılaştığınızda şeytan seni öldürmedi mi?”
“Niye öldürsün ki? Ruhumu kirletmeden beni öldürüp eline ne geçecek?”
“Suyunu içmek seni kirletmeye yetmiyor mu?”
“Şeytandan bile gelse, su neden kirli olsun?”
“O zaman ne demeye arınmaya gidiyorsun?”
Yemeğinden son bir kaşık alıp, boş kabı ateşin yanına koydu.
“Bırakmıyorsunuz ki anlatayım. Ne diyordum, size su verdiğinde kana kana içersiniz. Sonra yola beraber koyulursunuz. Yol boyunca sizinle sohbet eder. Ağzınızdan laf almaya çalışmaz. Zaten sizi tanıyordur. Sizi nerede, ne zaman tek başınıza bulacağını biliyordur, o yüzden gelmiştir.”
Dayanamadım, araya girdim.
“Eğer anlattıkların doğruysa o da seni şeytan sanmış olabilir.”
Anlamamış bir ifadeyle bana baktı.
“Sen söylüyorsun, çölde tek başına dolaşan gezgin diye. Şeytan sana rastladığında sen de onun gibi çölde tek başına dolaşmıyor muydun? Kimbilir, belki de onun aklından da ‘Acaba benden başka bir tane daha mı var?’ düşüncesi geçiyordur.”
Yabancı uyarırcasına parmağını bana doğru salladı:
“Kim ki şeytanın varlığından şüphe duyar, onun ağzıyla konuşuyordur.”
Yol arkadaşım araya girdi:
“Sen Georgios Efendiye aldırma yabancı. Zihin alıştırması yapmaya bayılır. O yüzden iyisi mi biz öyküne devam edelim.”
Yabancı bana bir bakış fırlatıp anlatmasına devam etti:
“Yol boyunca konuşursun. Neden konuştuğunuzu sorsalar söyleyemezsin ama onun sözleri bittiğinde artık yeni birisi olmuşsundur. Dünyaya farklı gözle bakıyorsundur.”
“Nasıl yani?”
“Değişime inanırsın. Her şeyin aynı kalmayacağına, başka şekillere gireceğine inanırsın. Kuzey her zaman kuzey kalmayacak, günah hep günah olmayacaktır. Mesih bir gün tahtını başkasına terkedecek, yeni gelenin de yerini başkalarını alacaktır. Böyle şeylere inandırır seni. Tutanacak kaya, alacağın referans noktası bırakmaz.”
Tam karşılık verecektim ki, yol arkadaşım elimi tuttu. Susma sırası bu sefer bendeydi. Dudaklarımı ısırıp kelimelerimi yuttum. Tam bu sırada arkadaşım soru sordu:
“Peki sen nasıl kurtuldun?”
“Şanslıydım, yanımda bu vardı.”
Heybesinden deriye sarılmış bir cisim çıkardı. Deriyi açınca karanlıkta detaylarını seçemediğimiz bir taş gördük.
“Gündüz vakti de olsa seçemezdiniz; rengi kör karasıdır” dedi. “Bunu güneye yaptığım gezilerden birinde ele geçirdim. Çok daha büyük, ak renkli bir kayanın parçasıydı. Bedeviler onu kutsal sayıyor, tapınıyorlardı. Bundan edineceğim parçaların para edeceğini hesaplayıp, bir gece gizlice gidip bunu kopardım. Çok geçmeden de çölde şeytana denk geldim. O yanımdan ayrıldığımda taş kapkara kesilmişti.”
“Şeytanın zehirini emmiş” diye fısıldadı yol arkadaşım.
Karşılık vermedim. Gözlerimi yabancının elindeki taşa dikmiştim. Elim belimdeki hançere gitti.