- 484 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Artık Feda Edilecek Bir Benliğim Vardı...
Bir ney sesi ile hep bir yerlerde birileri ağlar sanırdım...
Hep birileri için ağlardım ben de...
Hep birileri ağlarken bırakıp gitti beni ve ben o giden için yıllar yılı hep ağladım...
Sonralar usul usul gülmeleri öğrenmeye çalıştım, bazen güler gibi oldum, bazen de güldükçe tekrar ağladım, neden güldüğüme...
Uzaktan bir şarkı sesi ile hep yüreğim zıpladı, gülemeden, ağlayamadan, o sesin tınısında kayboldum ama gene de ağlamalardan, hıçkırıklardan vazgeçemedim...
Uzakların efsunuydu belki de içimi büyüleyen, belki de aklıma gelen o yüzdü beni öksüzleştiren, korkuların pervazları sökülmüştü sanki, umutlar bağlar arasındaki kurumuşluğunda savruldu, yine de susturamadım yüreğimin inlemelerini...
Hep cemrelerde kavruldum donmamışlığımdan ne kaldıysa, gene de can titremelerim yok olamadı...
Öldüm desem değil, nefesler kısık da olsa titreşen yüreğimden akan sanki can taneleri...
Unuttum sevilmelerin kıpırtılarını, unuttum haz aldığım ne varsa tekrar istemelerimi, bedenim titrek dallardan dökülen kuru yapraklar gibi salınımda, nerdesin diyecek mecalim yok...
Saklısın bir yerlerde ve bir şeylerin kıyısında...
Hayatının zor ibrişimleri bunlar büküldükçe bükülüyor...
Ben bükülüyorum sendense hâlâ ses yok...
Zorlamasına yakarış bunlar...
Feda edilecek bir benliğim vardı artık...
Kendimi, kendime, kendimi kendimle yargılarken, boş verilmiş tüm anıları bir kenara bırakıp, sadece kendime olan iç güvenimi ölçüyordum ve güveni, iç güvenle yargılıyordum...
Belki de hiçbir şey umurumda değildi... Neden ve her ne sebeple çıkmışsam bu yolculuğa artık o sebeplerin dışında tutmak istiyorum kendimi...
İnsanın kendinin yargıcı olmak, çok güç bir olaydı...
Her şeyin apaçık konuşulacağı, her şeyin düşüncelerle anlatılacağı, kendi kendine mırıldanmalarla olaylara her açıdan bakmaya, düşündüklerinde hatalar da olmuşsa, kabullenişe hazır olmak gerekiyordu...
Ben kimdim, nelerin içinde, neyin dışındaydım ve bu uzak kuytulara gelmekteki amacım neydi, yalnızlaşmak, kaçmak, sakinleşmek, özlem duyduğum her şeyi avuçlamak, uzaktaki tepeye çıkıp, gök yüzüne doğru yolculukta başarılı olmak, anıların bulunduğu sokak aralarına, kırlara, dağ tepelerine, sahilin ince kumlarından, çakıllı deniz öncesi tuzlu suya basmalara kadar bir yığın istek gizlenmiş sanki içime ve bastıra bastıra beni bu yalnızımsı ıssızlığa sokmuştu...
Her şey bir bedelle avuçlanabiliyordu...
Eğer kalbini avuçlayacaksan, onun ritimlerine ve ritim bozukluklarına dayanman gerekirdi veya uzaklara bakıp, bir şeylerin olmasını, birilerinin gelmesini beklemek istersen onun özlemin içinde çoğu kez duyarak katlanman gerekirdi ki özlemler de avuçlanabilsindi...
Her gün günler biraz daha kısalıyor, biraz daha yaklaşıyoruz koyu ve derin kış aylarının karanlık dokusunda özlediklerimizi gece gece uzatarak hayal edeceğiz...
Yoruldum...
Seni sevdiğim günden bu yana da yorgun kaldım...
Anıların gölgesi ve senin yokluğun gün gün düşüncelerimde, her şeyin üstüne çıkarak yorgunluğum uçurum diplerine sürüklerken, benimle sadece ben yorgun, sen yorulmuş kendi yorulmuşluğumla yarış halindeyken, şarkıların tınısı yorgunluk cümlelerine bağlanıyordu...
Her düşüncenin bir cidarı olduğu gibi bir dip kayboluşları da sürüklüyordu dalgın bakışlarımı uçurum başlarından derinliklere doğru...
Yorgun ve yorulmuş bedenlerin çıkmazların diplerinde kayboluşları beden düşmelerimize dönüşüyordu...
Yorulmuş bedenlerin dil sürçmeleri, olabildiğince uzanarak beden titremelerine sebep oluyordu...
Herkesten üstün, herkesten öncelikli düşüncelerim sen varlığına ulaşıyordu...
Belkisiz bir hayat vaat etmişken, varsayımlara dayanan düşüncelerse ayrıca bir yük oluşturuyordu hırpalanmış bedenimde...
Sen kimdin, ben kimdim, bu sevgi bağında...
Bitmeyesiye sevgileri kazanmışken, kayıp sevdanın boşluğunda dolanmaksa, hiç akla gelemeyecek bir devinimdi...
Seni sevmekle, senli yaşamın içinde kalma savaşımı vermek belki de uğraşların en amansızı idi...
Başaramıyordum sensiz yaşamı, belki de başarmak istemiyordum, sensiz yaşamaktansa, senli düşlerin acılarını çekmek belki de yeğlediğim bir yaşam artığı idi...
Hayalet düşler bunlar, yokluğunda ise özlemem gibi bir kırık yaşam...
Şimdilerde başka bir dünya yaşamındayım sanki, her şey yarı karanlık, her şey yarım aydınlık...
Düşüncelerim ise bir tül arkasında sisli, puslu ve bulanık...
Nereye baksam her şey solak geliyor bana, bir çıkmaz düşlerimin içinde bocalıyorum sanki...
Her şey apayrı bir duruşta, her şey sanki çok iyi gidiyor, her şey sanki karanlığa doğru düşüyor...
Kararsız bir duruş bu, hükmedemediğim beynimle...
Sen gelince aklıma hırpalanıyorum, sen düşünce aklımdan dolanıyorum diplere, boşluklara doğru yapayalnız...
Her ucu yağlı kaytan kayganlığında, geriliyor, kopamıyor, kayıyor ellerimden ve arka üstü yuvarlanıyorum...
Yokluğunun bu kadar karanlık bir dip olduğunu anladıkça batıyorum zift karasına...
Zorlaştırdın hayat ve bu yaşamı bana, zorlaştırdıkça zorda ve de zarda kalarak, nefes almalarımı hırlaştırıyorum...
Benim kavgam kendimle, benim kavgam sevdamla ve benim kavgam çok sevmemin hırlaşmaları ile...
Çaresiz bir güç denemesi bunlar, çaresiz bir tutunma savaşımı, çaresiz bir tutunamayış kayganlığı. Ne başı belli, ne de sonu, nerede biter bir düşünce savruluşu...
Savrulan aslında düşünceler, oysa beden dik durmayı çoktan kaybetti...
Her şeyin olmuşuna uzandığı bir olmazlar uzunluğu bunlar... Alt alta gelemeyen yaşam istekleri bunlar, sadece çaresizliğe uzanan dar zamanlar bunlar...
Hani kaybedilmez istekler bunlar, ki çaresizlik ve dermansızlık yaratan...
Hadi söyle sevgili, beni bu halde görmek ister miydin, yoksa bu halleri yaşamam için mi sebep oldun çıkmazlarıma...
Sana yalvarmadan, sana gel gör halimi demeden, sana diz çökmeden, topuklarımın üstüne basıp yürümek istediğimi de söylemeden tüketeceğim bu nefeslerimi de bilesin sevgili bilesin.
Belki de sen böyle olmamı istedin, belki de daha dip çukurlara düşmemi istedin ama
sevmenin bedeli bu kadar ağır olsa da yaşamanın bedeli de daha ağırdır bilesin sevgili bilesin...
Sana her yazışımdan sonra ama hemen sonra, içimde sana söylenmemiş o kadar çok cümle birikiyordu ki işte o anlarda daha çok anlıyordum seni daha çok sevdiğimi...
Bitmiyordun içimde, bitiremiyordum seni bir türlü, belki de bitirmek istemiyordum...
Sanki bir bulantıydı bunlar, derin bir nefes aldıkça geçen, nefesini ürperti ile tuttukça, yeniden içimde başlayan sen duyguları veya pişmanlıkları ile yeniden kendi küllerinden doğuyordun.
Gömemiyor, tekrar tekrar yakamıyordum seni, her nefesinde bir yeni sen varlığı ile doğuyordun içimde...
Bazen karanlıklardan uzayan bir ışık, bazen bir kor, bazen bir bulantı, bazen de dipsiz arzularla...
Her seferinde bir başka yerim kanıyor, her seferinde bedenimden bir yaranın kabuğu koparılıyordu.
Bir nefesim kırk canınla uğraşıyordu içimde...
Tükenmiyor, tüketilemiyordun bir türlü...
Sevmeler ters akan bir su yolunun sonuydu galiba...
Her seferinde bir delta oluşuyor içimde...
Her seferinde dev bir yolcu uyanıyordu benliğimde...
Kırk başlı bir canlı ile savaşımdı sanki bunlar,
Ne bitmez, tüketilemez düşünceler kervanının yürüyüşleriydi bunlar...
Kimiz biz, neyiz biz birbirimize, bu kadar acıyı hediye edecek ne kadar düşmanız biz birbirimize...
Anlamıyorum, bir türlü çözemiyorum bu kadar kastımızın sebebi neydi birbirimize...
Sustuklarımız, susturulduklarımızla bedel ödemelerimizi yıllara yayarak belki de benliğimizle ezilmişliğe mahkum ediliyorduk...
Ne sevgimizden, ne de sevilmelerimizden ve ne de sevme arzularımızdan her şeye, her kese rağmen vazgeçememek, ezilmişliğimize teslim ediyordu bizi...
Işıktan korkar hale gelmiştik, kalın kumaşları pencerelere raptiyeleyip, kendimizi karanlıklara gömerken bile, korkularımızı içimize gömüyorduk. Korku ve öfke baş edilemeyen başı bozukluklarla içimizde gümbürdüyordu...
Esmeyen rüzgara bile kafa tutacak hale gelmişti ruhumuz. Her şeyin her düşüncenin karanlıklara gömülmesidir belki de bizim yalnızlıklarımıza eş olan... Anlamsız düşüncelerle boğuşurken, duvarları, yatağımızı, yastığımızı yumruklamamız belki de öfke çılgınlığımızın azdığı zamanlardı...
Belki de kendimizi yalnızlaştırmamız için için içimizde yangınlar ve isler çıkarıyordu...
İs kokuyorduk, hayatımızın an be an geçen zamanlarını, hep hep sen yokluğuna bağladığımız öfke zincirleri ile bazen bedenimizi kanatıyor, dar ve dipsiz düşüncelerle çıldırası hareketlere boyun eğiyorduk belki de...
Bu bedensel bedellerin ağırlığı neydi ki kaldıramayacağımızı anladığımızda, öfkenin ardındaki dinginliği arar hale gelmemizin sebebi neydi?
Bu kadar öfkenin bedensel dayanıklığının sonlanacağını fark ettiğimizde de her şeyi olmuşuna bırakarak, boşvermişliğe atıyorduk kendimizi. Ne olursa artık bundan sonra diyerek...
Artık ne günlerin bitmesini istiyorum, ne de yeni günlerin heyecanını içimde hissetmek istiyorum...
Hiçbir günün ve gecenin ardında sen yoksun, geçmişten gelen yokluk acıların da kör kuyu denilen dipsizliklerden fırlayıp duruyor biteviye...
Ne iç huzur, ne de heyecanlara yer yok içimde...
Senin gelememe acılarına ve gidişindeki anlamsızlığa da aldırmıyorum, sadece nefes alma telaşlarındayım, böyle nefeslerle yaşama da yaşam denirse, işte orada da yokum ben,
Bir boşluk ertesi düşünceler bunlar, belki de kâbuslar ertesi varsayılamayan mutlu yaşamdaki kalarına özlem öncesi...
Hayatımın ve de mutluluğumun heyecanlarını sana feda etmemde artık yeni yeni heyecanlara atmıyor beni...
Yaşam, seçimlere göre hedeflerinden çıkılarak da yaşanıyordu...
Çoğu zaman yetiksiz kalıyorduk hedeflerimize uzanmak için...
Benim hiçbir zaman hedefime uzanmak için seçim hakkım olamadı, hep birileri, hep biri, nihayet sen bütün umutlarımı gömerek yok ettin, her şeye rağmen, artık kabullenmek istesem de istemesem de benden yok oluyordu tüm umutlarım ve sen duymaza gelerek kendi yaşam şeklini bana rağmen seçiyordun... Bense sadece bakınıyordum kara bulutların ardından...
Sen edalı tavırlarınla kulvarlarda volta atarken, ben peçmurde bakışlarımı savuruyordum ıslak kaldırımlara diz üstü çökerek...
Artık her şeyi olmuşuna bırakmak istiyorum...
Mustafa Yılmaz
Ağustos 2011
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.