5
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
7659
Okunma
"Göt"e gelmeyin!
Eğer bu öyküyü sırf "göt" kelimesi yüzünden tıkladıysanız bilin ki bu öykü beklentilerinizi karşılamayacak; zamanınızı boşa harcamayın.
Rufus içeri girdiğinde Flavus masayı donatmaya başlamıştı. Bir şey demeden tahta sıraya oturdu.
“Yorgun gözüküyorsun.”
“Çiftlikte köpek gibi çalıştım. Her yerim ağrıyor.”
“Ben köpeklerin tüm yaptıklarının havlamak ve anlamsızca koşuşturmak olduğunu sanırdım. Demek tarlalara çıkınca karakter değiştiriyorlar.”
“Efendisinin ukala kölesi! Sen ne anlarsın çalışmaktan? Tüm yaptığın Lucretius Publius’un metinlerini temize çekmek. Siz avlu sırnaşıklarının tümünün canı cehenneme!”
Flavus alınmış gözükmüyordu. Boş kadehleri de masanın üzerine yerleştirip akşam yemeği hazırlıklarını bitirdi. Rufus’un yanına oturup:
“İnan, bütün gün efendinin gözünün önünde olup kaprislerini çekmektense, uzaktaki bir tarlada hasat kaldırmaya razıyım.”
“Böyle diyorsun çünkü hayatında hasada gitmedin. Ah katipler, size kölelik bile kolay geliyor.”
Flavus, Rufus’un üzerine daha fazla gitmedi. Kel kafasını kaşıyıp bilgece gülümsedi. Bir süre ondan ses çıkmayınca Rufus dönüp sordu:
“Ee, yemeyecek miyiz?”
“Glabius’u bekliyoruz. Birazdan burada olur.” Sonra ekledi: “Herhalde...”
“Bütün gün şu yemeğin hayaliyle çalıştım. Şimdi ise Glabius’un keyfi yüzünden ölmek üzereyim.”
“Hakkını yeme adamın; işe gitti. Gelir az sonra.”
Rufus anlaşılmaz şekilde homurdanmaya devam etti. Bir süre sonra da sustu. Sessizlikten memnun olan Flavus arkadaşının önündeki kadehi doldurdu.
“O gelene kadar hafiften demlen bakalım. Ama hepsini içme, fazla yok.”
“Lağıma dök onu!”
Her ikisi de sesin geldiği kapı yönüne baktılar: İri Galyalı bedeniyle girişi örtüyor, bir eliyle de büyükçe bir testiyi sallıyordu:
“Size en iyisinden şarap getirdim, Etruria’nın verimli ovalarından.”
"İşte kahramanımız da geldi. Eğer biraz daha geç kalsaydın bu tarla faresi beni yiyecekti.”
“Ne yapayım, ancak bitti. Haydi, başlayalım.”
...
“Şarap bitti mi?”
“Senin getirdiğin çoktan bitti. Bir süredir lağıma dökmemi söylediğini içiyoruz. “
“Hadi ya... Sünger gibi olduğunuzu bilseydim bir tane daha getirirdim.”
“Sanki bizimle daha önce içmedin... Sanki kendinin nasıl içtiğini bilmiyorsun... Sahi, anlatsana bu şarabın öyküsünü. Para verip almadığın belli.”
“Nereden belli?”
“Paran yok da ondan. Olsa orospulara yatırırsın. Glabius’u bizden iyi bir onlar tanırlar.”
Galyalı yüksek sesle güldü. Diğerlerini de ona eşlik ettiler.
“Söylesene Glabius, nereden buldun şu Etruria şarabını? Janus’a yakarırken sunakta belirmedi herhalde?”
Kadehleri tazelemekte olan Flavus çenesini tutamayan Rufus’a sert bir bakış fırlattı. Irgatların sorumlusu ise “Ne oldu ki?” anlamında bir mimikle karşılık verdi. Gözlerini kadehteki şaraba dikmiş olan Glabius ise bu sessiz diyaloğu farketmedi.
“O şarap bu akşam ki görevin ödülüydü. Aslında sizin için yaptığım fedakarlığı simgeliyordu ama siz farkında değilsiniz.”
“Bak sen!” dedi Flavus, alaycı bir ifadeyle, “Glabius bizim için fedakarlık edermiş de, biz nankörlük edip bilmezden gelirmişiz.”
“Nankörsünüz tabi. Anlatayım da belki insafa gelirsiniz.”
Şarabından bir yudum aldı.
“Efendi Lucretius beni her zamanki gibi göreve yolladı.”
“Tanıdık biri mi?”
Flavus daha fazla dayanamadı:
“Sus be Rufus, sus be! Kaş göz yapıyoruz, anlamıyorsun. Glabius’un karıştırdığı haltları ne kadar az bilirsen o kadar iyi.”
“Adam sen de... Ona bakma Glabius, sen anlat.”
“Ne diyordum, adamın villası Appius yolunda. Güya ufak bir memur filan ama evden zenginlik fışkırıyor. Belli ki epey bal tutmuş, tutunca da parmaklarını yalamış. Uzatmayalım, eve girdim. Yoluma çıkan biri iki köleyi alaşağı ettim. Adamı iki tane köle kızı becerirken yakaladım. Kimse ne olduğunu anlamadan adamın boğazını kestim. Kızlar o kadar korktular ki kaçışamadılar bile. Elime fırsat geçmişti, karşımda iki tane koca götlü kız vardı ama ben adamın yarım bıraktığı işi devam ettirmek yerine zamanımı size şarap bulmak için mahzenin yerini arayarak geçirdim.”
Rufus Galyalıya hayranlıkla bakıyordu.
“Büyük adamsın be Glabius. Ben olsam fırsatı kaçırmazdım.”
Flavus ise o kadar etkilenmemişti:
“Büyük yalancısın be Glabius. Yok kızları bırakmış da, yok şarap mahzenine gitmiş de... Bu tarla faresi de onun dediklerine inanıyor. Görmüyor musun, adam kadınları becermiş de gelmiş. Testiyi de onların yanından kapmış. Mahzenden şarap toparlayacak olsa bir tane testiyle mi çıkar?”
Yalanı ortaya çıkan Flavus bozulmuştu.
“Sen ne anlarsın bu işin inceliklerinden! Ortaya kellemizi koyuyoruz, karşılığında da aldığımız kuru bir aferin ile elimize geçen bir testi şarap.”
“Doğru anlamam, ben efendinin katili değilim.”
“Sen onun kıç yalayıcısısın.” Rufus’u göstererek “Hiç olmazsa bu adam tarlada bir şeyler üretiyor. Ya sen?”
“Dedim ya, ben tavuk keser gibi adam kesmiyorum. Efendinin emriyle de olsa sen insanları Hades’e gönderiyorsun.”
“Bak şu Yunanlı filozofa. Madem o kadar insan hayatına değer veriyorsun, daha geçen hafta sen değil miydin efendinin ağzından suçlama yazıp da iki masum köleyi çarmıha gerdirten? Kimsenin elleri temiz değil, hele seninki hiç değil.”
“Sus be Glabius. Olur olmaz lakırdı etme.”
Rufus son konuşulanlardan bir şey anlamamıştı.
“Kimler çarmıha gerildi? Şu kaçan İlliryalılar mı?”
Glabius onun sırtına bir şaplak indirdi.
“Kaçmadılar be güzelim. Bu sefil katip adamın karısına göz koyduğu için öyle bir hikaye uydurdu. Efendinin yokluğundan yararlanıp sahte bir suçlamayla da adamı ve oğlunu çarmıha göndertti. Şimdi de benim görevlerime laf eder.”
“Hadi ya...”
Rufus hayalkırıklığı ile başını öne eğmişti. Sonra tekrar Flavus’a bakıp sordu:
“Demek benim hayatta kalmam eşim Poppea’nın çirkinliğine bağlı.”
“Öyle değil be Rufus, Galyalı kıçından uyduruyor, sen de inanıyorsun.”
Bu sözler Rufus’u neşelendirmedi. Sessizliği bir çıngırak bozdu:
“Efendi beni çağırıyor. Kıç yalama zamanı.”
Diğer iki köleyi masa başında bırakıp, Flavus aceleyle odadan çıktı.