14
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1725
Okunma
"Kimine göre fazla çalışkandı Emre. İçerisine düştüğü söz kuyusundan bir kova umut çıkartabilecek kadar da uzaktı gerçeklere. Her "Olmaz" ile başlayan ret cümlelerini biriktirir yazardı bir önceki seneden kalma defterine. Sonra siz veya biz. Hiçbirimizin olmadığı bir kent kurardı bahçede, uzaklaşmadan gözlerimizin önünden, çamura yatan dizlerinden dökülürdü evler. Tebeşir izlerini silerdi avuçlarından, suya bulanmış toprağın yılışıklığına aldanarak. Ve koluyla her dürtmesi alnını, sırtına bir havlu daha demekti onun için. Emre güzel, parlak, hızla büyüyen ve güpegündüz bir çocuktu. Boyunun yetiştiği dallarda arardı mutluluğu. Çok kafasına taktıysa incecik bir sopayla döverdi incir yapraklarını. Sonra muhakkak ağacın altına düşmüş yüzlerce iğdeyi doldururdu çekmecesine kısa pantalonunun. Hiç benzemedi Emre diğerlerine. Ne ip atlardı ne de topun peşinde avaz avaz saldırırdı sokaklara. Hain bir dikenin patlattığı hayalleri sığdırmaktansa çuvala, o hep bir başınaydı hep, yalnız dünyasında yaratırdı dört mevsim yazı. Hiç kışa, sonbaharın hüznüne veya ilkbaharın telaşına tutunmadı. Hep yaz... Sıcak ve yanık, terli bir deri için değildi bu. Tatilmiş gibi her gün, bir şeyler dahil etmek bakışlarındaki fırtınaya ve geceleri daha yatmadan, rüyalarını peşinen tayin edebilmekti yaz onun için. O yüzden öğretmen "Bu yaz ne yaptınız? Anlatın bakalım çocuklar" dediği vaki;, ya kılıç kuşanırdı Emre, sokaklarını meydan muharebesi, evleriniyse kale yerine tutarak yahut da sakinleşir, birkaç kum gürültüsünü kompoziyon olarak tercih ederdi. Bazense hiçbiri diyerek, babasının sabahın ilk ışığında evden çıktığını hayal etmeye mecbur bırakıldığını ve tek bildiğinin, akşam eve dönüş yolunda oğlunu görür görmez yüzüne yerleşen kocaman tebessümle cüssesinin devleştiğini algılayışını anlatmak olurdu hikayesi.
- Süt darı süt!
Bu sesi hiç duymamıştı Emre. Babası eve dönerken çoktan bitmiş olurdu hepsi veya soğumuş tenekesiyle gürültü çıkartırken taşlara takılan lastikleri, darı isteyen çıksa bile "Kalmadı" derdi. Babasına benzemişti Emre ama birazcık da babası ona benziyordu zamanla. Koşup süratle boynuna sarılmak geliyordu içinden ama o her defasında biraz umut bulaşır diye çekinerek uzaktan tebessüm etmeyi seçiyordu. Masum ve biraz pembe yüzüne yerleşen çocuksu gülümsemeler, koca adamın hayatta ezbere söylediği şarkıların değişmez başlangıcı olan "Yarın" cümlelerinin kutsal tek dayanağıydı. Boynuna bağlı, gömleğinin altında terden buruş buruş olmuş, incecik cüzdanı bile, o cümleleri kurması için oğlunun gözleri kadar kuvvet veremiyordu ruhuna."
Birdenbire sol işaret parmağını kitabın arasına sıkıştırıp yüzünü sınıfa çevirmişti öğretmen. Bütün öğrencilerini ayrı ayrı süzüyordu. Başka türlü bir şey olsa, işlenmesi zorunlu bir konuyu mesela; elinde tebeşir, sırtını vererek asık yüzlerine, anlatmaya gayret etse, hiçbiri bu denli dikkatle dinlemezdi onu. Halbuki şimdi çocukların gözlerinde salkım saçak aydınlığı görebiliyordu öğretmen. Kimi ellerini yanağına yaslamış kafasını gayretle ayakta tutmakta, kimisi iki elini bağlamış öyküyü gözünde canlandırmakta... Orta sıranın en önüne dokundu öğretmen. "Evet çocuklar. Şimdi herkes küçük bir kağıt parçasının içerisine dinlediği bu kısımla ilgili tek bir şey yazsın. Okuduğum bölümün içinde geçen, sizi etkileyen tek bir şey. Ama öyle bir şey bulun ki sizden başkası farkına varamasın. En sonunda kağıtları açtığımızda aynı şeyi yazanlar elenir, ona göre. İyi düşünün ve farkına varılması zor bir detayı not edin bakalım." Öğrenciler birkaç defa göz göze gelip, alışılmış homurtularıyla kağıtları hazırlayıp düşünmeye başlamışlardı. Öğretmenin sınıf içerisinde attığı birkaç adım ve zamanı düşmüş gülümsemeleri onları daha da mükemmel olmaya zorluyor gibiydi. Birbirlerine dönüp fikir alışverişi yapmak zaten istemsiz bir adet olduğundan homurtuların kesilmesi ancak öğretmene, onun sivri müdahalelerine bağlıydı. "Evet. Birbirinizle paylaşmayın. Yoksa ödülü kazanamazsınız" dedi ve gülümsedi tekrar. "Devam ediyorum, dinleyin bu ikinci bölüm." Elindeki kitaptan rastgele üç beş sayfa atlayıp, önüne çıkan ilk paragrafa yerleştirdi gözlerini ve sesini yükseltebildiği kadar yükseltti. Sınıftan yine çıt çıkmıyordu. Büyük ödülün cazibesi, sıra dışı dersin keyfini ikiye katlamıştı şimdi.
"Düştüm. Dokunmadı elime annem, yetişmedi dizimde yaralar açılırken. Testide kaldı ve domates basılı kavanozlarda çocukluğum. Elek okudu rüyalarım, yapışkan sineği savurdu yüzümün yanıkları ve kimseye benzemiyordu burnuma yapışan çil damlaları. Ben tavukları kovalarken büyüdü hayat, kimsesiz. Yağmura açıldı ellerim, parmak parmak saydım geçen günleri. Yeşilde mahsur kalmış bir kedi yavrusuna süt uzatırken minnet duymam için ikinci bir neden çalıyordu kapımı. Yırtık terliklerimin arasına doluşan samanları savurmaya çalıştım, bir an bile unutmuyordum ineğin iri gövdesine bağlı kocaman umutlarımızı . Cilt cilt olmuş yaralarını taşla törpüleyen annem ve babamın kömür kokulu sigarası. Damarlarımızda sertleşmiş bir rüzgar, şakağımızı bölen çiğ tanesi ve yorgunluğun dikenlerini ayıklayıp uyandığımız sabahlara kısmet bağlayışımız. İncir toplamak için sırtımıza geçirdiğimiz tırnak izleri ve gülmekten başka elimizde tutabildiğimiz hiç, kocaman bir hiç. Düştüm. Kalkmasını öğrendim diye bakan bile olmadı gözlerime. Oysa küçücük ıslaklıklar saklıydı duvar diplerinde beynimin. Silebilmek için evvela kurtulmak zaruridir su üzerinde duran egolarınızdan. Ama yok, ne gerek var başka bir insanın mukaddes yaralarına dersiniz ya, işte tam orda biter masal. Erir, kayboluverir çocukluğum. Yıllar sonra manasız bir telaşla fotoğraf albümünü aralamadan gelmez hatırıma. Meşhurdur bizi birbirimizden ayıran, inanması kolay, usturuplu sözlerimiz: Evli evine, köylü köyüne."
Tekrar ara verdi öğretmen. Parmağına kıstırdı kitabı ve "Evet. İkinci bölüm bu kadar. Yazın bakalım. Bekliyorum. Tam üç dakikanız var" dedi. Bu kez sınıf daha sessiz kalabildi. Daha az telaşla ve kulağı tırmalamayan homurtularla kağıtlara döndü yüzünü çocuklar. Tam üç dakika çabucak bittikten sonra öğretmen bir kez daha havaya kaldırdı kitabı. Okumaya başlamadan önce gözleriyle kalın, keskin bir çizgi çekti çocukların yüzüne. Sonra yine üç beş sayfa atlayarak gözüne ilişen herhangi bir paragrafa sığındı.
"Güzel güzel anlatıyordu yeşil, yemyeşil gözlü kadın. Bir avuç alaca çiğdemin bıraktığı tuzu söküp aldıktan sonra avuçlarından, gizlemeden korkusunu, okşayarak sıcak tutmaya gayret ediyordu saçlarını. Dümdüz, saman gibi ve parmağına dolasan bile bir türlü kıvrılmayan... Açıverdi kanatlarını, darbeden kırmızıya dönmüş yanaklarında geçmiş kadar kocaman hatıra izleri. Güzel günler bir bakışlıktı, bir an, bir fotoğraf gibi ve az biraz gölgeli. Geride yüz yıl bile bıraksanız, tek dokunuşluktu her biri. Oysa güzel çocuk, siyah saçlarını kadının yeşil gözlerine perde yapan ve oyuncaklarını elinden bırakmadan sevgiyi kokluyor, soyuyordu tenindeki parfümü. Oysa küçüktü hala. Sevişemeyecek kadar, yalanlardan duvar örüp çatısını menfaat karanlıklarıyla kapatamayacak kadar, gizleyemeyecek kadar güneşi, ayı ve yıldızları... Küçücüktü hala, çarptıkça çoğalan kalbinin kumsalında dalgaların gaddar elleri gibi boğuyordu yüzme bilmeyenleri ve öyle bir vakitte elden düşme bir ayrılık bıraktım gözlerine. Sen hep karşılıksız... Parmak uçlarına basarak yürürken tenimde gürültü çıkarmadan, sesin tutunuyor beynime. Hayır, uzun değil tırnakları düşüncelerinin, yeni kesmişsin ve gıpta edilecek kadar bakımlı bir dünya çiziyor çocuğun yüzüne. Gülümsüyorum şimdi. Mısralarımda arınmış ebediyetsiz kelimeler ve hücrelerim yana yakıla, kör kütük, diyebildiğin kadar de... Söyle fırsatsız çıplaklığımı, kalın gövdemde kurulu bir pusu göğüslerin. İçime akıtabilirsin, kımıldamadan bekliyorum. Şu an yenilerek yeşil gözlü kadına, belki bir daha asla... Çocuk uyudu, çekilebilirsin usulca, dizlerini değiştirerek kocaman bir yastıkla."
Bu kez usulca kapattı kitabı öğretmen ve masasının üzerine koyup el işaretiyle "Yazın, süreniz başladı" demek istedi kıpırdatmadan dudaklarını. Çıt çıkmadı sınıftan. Sanki herkes en kuytu öğeyi kafasından önceden belirlemiş gibi bir nefeste boşaldı kağıdına. Sonra katlı, minik kağıtları sıralarının uç noktalarına ittirdi çocuklar. Ve sessizliği yine öğretmen bozdu. "Evet. Kimden başlayalım? Var mı gönüllü? Kendine çok güvenen?" Utku hiç düşünmeden elini kaldırmıştı havaya, gayet dik ve sert bir uzanışla. Öğretmen başını birkaç kez dolaştırdı sınıfta, başka parmak kaldıran yoktu. "Evet Utku. Madem ki gönüllüsün sen aç birincisini. Çocuklar siz de aynısınız yazdıysanız eğer derhal el kaldırıp getirin kağıdınızı. Yoksa Utku şampiyon olur. Ona göre." Sonra tüm sınıf heyecanla baktı Utku’ya. O hep yaramazlığıyla ön plana çıkmış, şişman, kırmızı yanaklı bir çocuktu. Gülümseyerek başladı çünkü ayağa kalkar kalkmaz arka sıradan arkadaşı sırtını çimdiklemeye başlamıştı bile. "Şey öğretmenim." Bir soluk yuttuktan sonra tekrar diriltti nefesini "Şey. Dondurma." Bütünü sınıf gülebildiği kadar gülmüştü yüksek sesle. Yanıtın beklenmeyenliği bir yana, dondurma kelimesi Utku’nun ağzından çıkınca iki defa komik geliyordu kulağa. Öğretmen adımlarını Utku’ya yöneltti ve usulca saçlarını okşayarak "Ne alakası var? Hiç bir yerde geçti mi şimdi dondurma? Hani kimsenin bulamadığı olsun dedik ama hikayede geçmesi de şart dedik oğlum. Duymadın mı beni?" diye soruyla bitirdi cümlesini. Utku öğretmenin çektiği ellerinin yerine kendi ellerini koydu ve çok az kaşıdı saçlarını. "Evet öğretmenim ama hikaye yaz aylarında geçiyor. Üç bölümde de mevsim yazdı bence. Üç kağıda da dondurma yazdım. Yaz demek dondurma demektir, söylemesine lüzum var mı?" diye şaşırmış gibi bir ifadeyle soruyla karşılık verdi. "Otur" dedi öğretmen ve durak vermeden "Olmaz. Anlamamışsın. Uyanıkça ama geçersiz. Başka gönüllü var mı?" diye bir kez daha yöneldi bütün sınıfa. Ancak tek bir el bile yoktu cesaret gösterecek. Belli ki kimse emin değildi yazdığından veya ilk elenen olmak istemiyordu. "Pekala" dedi öğretmen ve sesini kalınlaştırarak sınıfta hakimiyet kurmaya devam etti. "O halde sırayla açıp bakalım."
Süt, darı, umut, çamur, çocuk, hayal, baba ve oğul... döküldü kolayı seçen, baştan savmacı ailelerin çocuklarından. "Yapmam gerekiyordu, yaptım işte" demenin işi çözdüğünü düşünerek yaslıyorlardı sırtlarını geriye. Sonra biraz kendini zorlayanlar vardı: İmkansızlık, özlem, gelecek, doğaya tutunuş... Öğretmen biraz olsun tatmin olmuştu bu gözlemlerden. Birkaç muzip yine çıkmıştı elbette. Sevişme, aşk, tutku diyerek öğretmeni ve sınıfı güldüren. Yine de sıyrılan olmamıştı diğerlerinden. Birinin ileri attığını muhakkak bir başkası kendisine benzeterek eliyordu bir yerinden. Sabır içerisinde sıraların arasında gezinmeye devam etti öğretmen. Ve gözüne İbrahim ilişti. En ön sırada, pencere yanında oturan zeki bir çocuktu. Öğretmenle göz teması içerisine girdiğini fark edince biraz utandı ve geriye doğru çekti vücudunu. Ancak ısrarla kendine uzanan sesi fark edince kaçacak bir yer olmadığını algıladı. "Evet İbrahim. Çok sessizsin? Yazmadın mı bir şeyler? Oku bakalım."
İbrahim sol gözünü diğerinden yukarıda tutarak baktı birkaç saniyeliğine. İçinde bir avuç sır vardı sanki. Ağzını açtıktan sonra herkes ona gülecekti veya öğretmenin kesinlikle kızacağı bir şeyi kaleme almıştı. Tedirginliği yanaklarına yansıdı, kızardı ama içinde, gözlerinin altında çılgınca bir gülümseme hala derinliğini muhafaza ediyordu. İşte bu yüzden öğretmen için daha da çekici kılmıştı ürkek yüreği önünde duran kağıdı. Üçünü de sırasıyla açtı ve hep birlikte okudu: "Hiç, ve, gibi" Sonra ayakta beklemeye devam ederken utangaç gülümsemesiyle eğdi başını. Bütün sınıf yine kahkahalara boğulmuştu. Öğretmen hayretle uzanan bakışlarını yakınlaştırdı "Bu mu? Bunları mı yazdın koca hikayede?" İbrahim başını yukarı kaldırdı, belki çok önceden planladığı bir sahneydi bu. Tüm gücüyle içini sıkıştırarak elinden kalan son cesareti kullandı ve parlak fikrini savunmaya gayret etti. "Evet öğretmenim. Bunlar bütün yazılarda olur zaten. Arkadaşlarımın ne söyleyeceği belliydi. Bu kadar basit ve sadece görevini yerine getiren cümle öğelerini kimse düşünmez diye yazmıştım." İşte bu son cümle... Öğretmene kısa bir özeti gibiydi bakış açısının. Dile getirmese bunu, asla kabul edilmeyecek bir cevaptı kağıda yazdıkları. Ama boyundan büyük ettiği bu lafı defalarca tekrarladı öğretmen içinde. "Evet. Basit ve sadece görevini yerine getiren, huzurlu, sessiz ve ilgisiz öğeler. Bizler gibi. Telaşsız, önemsizmiş gibi kalmaya mecbur ama olmazsa olmaz." Derhal okşadı saçlarını İbrahim’in ve bir kez daha yürek veren bir tebessümle baktı gözlerine. "Sen sen ol İbrahim. Hayatın boyunca böyle öğeleri kaybetme içinde. İnsanlara bakarken, dünyayı tanımaya çalışırken de göz arda etme bunları. Ve hep cesur kal, şimdi olduğun gibi. Farklı düşünmek suç değildir, unutma bunu."
Öğretmen adımlarını masasına doğru kaydırırken sınıf yine sessizliğe gömülmüştü. İbrahim oturdu yerine. Arkalardan tiz bir ses ilişti sadece: "Öğretmenim bitti mi? Ödül İbrahim’in mi oldu?" Öğretmen sandalyesine oturduktan sonra uzun menzilli bakışlarını eşit biçimde dağıttı öğrencilerinin gözlerine. "Hiç, ve, gibi. Aslında her üçü de bir insan hikayesidir çocuklar. Birkaç yıl sonra anlatırım bunu sizlere. Ödüle gelince... Aferin İbrahim. Aferin sadece."