38
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2143
Okunma
Gözlerimizi kısarak baktık sokağın daralan ucuna. Kaldırıma tezgah açan küçük kızları izledik. Geceden boncuk dizmişler ipe. Satacaklar yirmi beş kuruşa, bakkaldan dondurma alacaklar. Kim alır sizin kaba saba boncuklarınızı? “Hiç!” diyor Saliha. Sonra uzatıyor bacaklarını yola doğru. Eteği dizlerinin üzerinde kalıyor. O hep böyledir. Korkmaz kimseden. Sere serpe dökülür sokağa. Bir bakışları var; adamı zehirler. Sanırsın bilmem hangi memleketin asilzadesi. Yere bakar zile basarken. Kapı açılınca, yüzüne düşen bir tutan saçı bir yana savurur, ermiş görmüş hanımefendiler gibi. Sırtında, pazara yeni düşen çizimlerden bir bluz. Saçtan topuğa süzer beni. Sonra bir yanı çökmüş gülümsemesi belirir yüzünde. İçeri girer girmez, çantasından çıkarttığı topuklu ev ayakkabılarını geçiriverir ayaklarına. Teklifsizce salına salına yürür önüm sıra. Kondunun asilzadesi…Ne vakit bize gelse, yerlere kadar eğilip selama durasım gelir.
Aynalı tarak gibidir Saliha. Bir yanı ışıl ışıl, bir yanı yırtar da geçer adamı. Babası günlüğü on liraya demir taşır inşaatlara. Ustalara sigara alır, dal dal ikram edilen sigaralardan paket doldurur kendine. Mühendis karılarının poşetlerini taşır evlerine. Bahşiş toplar böylelikle. Pazar günleri hatırlı kimselerin bahçeleriyle ve pis havuzlarını temizlemeyle uğraşır. Çok çalışır velhasıl, yatsıya yetişemez eve. Günlüğünü sayar, eksiksiz teslim eder karısına. Büzülüp, küçülüp, piştikçe ufalan et kadar kalmıştır o. Yatağı nefes aldığı tek yer. Her yıl biraz daha bollaşan ceketini asar köşedeki çiviye, yekun cüssesini toplar, kıvrılır bir köşeciğe. Allah var; karısı dirlikli kadındır. Parayı çarçur etmez, pek acır yarısı çoktan öbür yana göçmüş kocasına. Fakat söz geçiremez Saliha’ya…
Fakirlik böyle işte. Zenginle aradaki farkı kapatmak için, fazladan gaz yaktırır insana. Olmadık hallere girersin. Kırpar dökersin fazla gelen yanlarını. Eksiklerini düşlerinle yamarsın. Fakat ne yapsan boş bir çabadan öteye gitmez. Sırıtır varlığını arkasına gizlediğin sahtelik. Usanır; kendine dönmek istersin. Kaldırır atarsın önündeki gölgeyi. Ama öyle kolay değil işte. Kırptın ya bir taraflarını. Yamuldun. Şeklin bozuldu.
Saliha da öyle işte. Cuma pazarından penye alır. İsviçre’deki halası, çocuklarının küçülen öteberisini gönderir ona . Bizimki caka satar mahalleye. Hani güzel ya bir de. Sarı saçlı, mavi gözlü. Ne giyse yakışıyor mübareğe.
Oysa sevmeli yoksunluğunu insan. Ben seviyorum. Annem de seviyor. Geçenlerde üç liraya sehpa örtüsü aldı pazardan. Koştu eve, heyecanla serdi turuncu mor şifonu sehpaya. Sonra geçti karşısına, gelinliğine bakar gibi seyretti onu. “Ah ne güzel oldu” dedi. “Odanın havası değişti.” Üç liraya hava mı değişir? Ama bakana göre değişiyor işte. Annem kanaatkar kadın. Babamı bile –köseliğine rağmen- “Pala bıyıklı efendim” diye sever. Yılda bir et pişirecek olsa şölen varmış gibi hazırlanır. “Zenginler bilmezler bu mübareğin tadını” der. “Bizim bildiğimiz kadar.” Biz aşkla severiz eti. Onu görünce kalbimiz çarpar. Dilimiz tutunacak yer arar ağzımızda. En çiçeği bol tabağa oturtasımız gelir onu. Çok bekleriz gelişini, hiç bekletmeyiz vuslatı. Bayramı uğurlarken kilitleriz damağımızın ona ait kısmını. Bir dahaki sefere kadar olduğu yerde kalsın diye tadı. Zenginler öyle mi? Bir fahişe kadar değeri yoktur sofralarında etin. İki küçük parça koyarlar renksiz tabaklarına, bir saatte yerler.
“Dün neden gelmedin?” dedi Saliha, gözlerini boncukçu kızlardan ayırmadan. “Sensiz tadı yoktu çayın.”
Bir şey demedim. Ne diyeyim? “Başın kalabalıktır diye düşündüm. Hani iki yüzlüsün ya.” Gerçekler söylenmiyor öyle pat diye. Önce kendini alıştırman gerek, sonra dilini, nihayet dinleyeni. Saliha laftan anlar mı ki? Toplamış dün kendi gibileri eve. Mahallenin büyük düşünürlerinden arta kalan saçmalıkları konuşup çay içmişler. Sevmem ben vara yoka konuşup gülenleri. Ama Allah biliyor; hatır belasına gidecektim yine de, annem göndermedi beni. Birlikte turuncu mor şifonlu sehpanın karşısında oturup eski kazakları söktük. Ara ara şifon örtüyü seyretti annem. Aydınlandı yüzü. Gördüm. Kazaklardan on yumak çıktı top top. Manifaturacı Mehmet’e desen kitabı gelecek birkaç güne. Alıp yeni yün işleri dokuyacağız. Eşyalar ölüp ölüp dirilir bizim evde. Çatlak tabak saksı altlığı olur. Eski eteklerimizi kırpar sofra bezi yaparız. Yırtılan tülbentlerin oyalarını el bezlerine diker annem.
Bizi gömer bu eşyalar. Ölmezler kolayına. Ben doğduğumda almış babam sofadaki büfeyi. İçi çeyrek asırlık çanaklarla dolu. Hafta aşırı açar tozunu alırız. Derin derin bakar onlara annem. Asma köprüden, nehrin karşı yakasına geçiyormuşçasına, titreyerek gider gelir bir taraflara. Bilirim ki; maziyi düşünür. Kim bilir kaç muhterem misafir çay içti o bardaklarda. Kaç kere sıkıştırdı babam onu o büfenin kenarına. Pala bıyıklı efendisi, boynuna bir öpücük kondururken, gözü kaç kere takıldı camındaki parmak izlerine. Kaç kere çizildi de cilası, babam boyadı boydan boya. Bir macun çekti, iki zımparaladı, döndü boyadı. Ölmedi büfe. Kazık çaktı evin orta yerine, içindeki çanaklar ve onlara yaslanmış siyah beyaz vesikalıklarla birlikte.
Büfe yine rahat geçirdi yirmi beş yılı. Ya kanepelere ne demeli? Abimin sünnetinde almışlar. Olmuş on bunca yıl. Kaç bin kere çiğnendiler. Yemek döküldü üzerlerine. Misafir geldikçe kanepede yatardı abim, mütemadiyen işedi bir tanesine. Güneş aldı götürdü renklerini. Babam parmağında sigarayla uyudu kaldı da kaç kere, çil çil delikler açıldı muhtelif yerlerinde. Konu komşunun söz dinlemez çocukları, ince parmaklarını sigara yanıklarından içeri sokarak, tiftik etti süngerlerini. Yine de kalkmadılar o ilk kondukları yerden. Üç yılda bir örtü diktirdi annem onlara. Moda renklerden, yumuşacık, cıvıl cıvıl. Üç yılda bir yeni eşya almışız gibi şenlendi evimiz. Örtülerin altında yatan biçareliği unuttuk böyle böyle. Kendi biçareliğimizle eş zamanlı olarak…
“Konuşsana kızım! Sustun kaldın aha şu kaldırım gibi. Niye gelmedin, dedim.”
“İşimiz çıktı annemle. Bitirdiğimizde vakit geçti.”
Gıcırtıyla açıldı arkamızdaki, üzerine kahverengi boyayla “on dört” yazılmış demir kapı. Ön dişini geri itti Saliha. Korkmuş, belli. Annem elindeki, emziği kırılmış çaydanlığı uzattı bana.
“Yetiş eskiciyi de ver şunu. Ederi kadar mandal versin sana.”
Kıkır kıkır güldü Saliha. Bir çaydanlığa baktı bir bana. Oysa birazdan kutsal bir tören gerçekleşecek. Bir ölmüşü daha dirilteceğiz evvel Allah. Kırık çaydanlık, cümle anısıyla mandala dönüşecek. Cismi değişse bile ruhu yaşayacak. Her çamaşır vakti, mandalların ne vesileyle elimize geçtiğini hatırladıkça, ruhu şad olacak çaydanlığın. Demli bir buhar bile tüter burnumuzda kim bilir?
Ben bilirim. Ama Saliha bilmez.
Saliha arkamdan alaycı bir şekilde gülerken, iki ıslık çektim köşeyi dönmek üzere olan eskiciye. Durdu da baktı bana. Biz ortağız onunla. O da en az bizim kadar bilir bir ölmüşü yeniden diriltmenin lezzetini. Bizim kadar saygı duyar, yere dökülüp bir zaman sonra, başka bir cisimde havaya yükselen ve hiçbir zaman yok olmayan suya…
Her şeyini sevmeli insan. Yoksulluğunu, yaralarını, azlığını, kırık kanepesini, yırtılan eteğini, emziği düşmüş demliğini, sökülen kazağını…Kendini en çok da… İlk yaratılmış haliyle, bedenin en derinlerinde durup duran kendini.
Ben dönene kadar Saliha gitmiş. Boncukçu kızlar koşarak geçti önümden. Ellerinde ince ince paralar. Yüzlerinde büyük adamlara has muzaffer eda. Geçti gittiler bakkala doğru. Arkalarından yetişti onlara don lastiğiyle bağlanmış saç örgüleri. Kaldırdım başımı, eve baktım. Annem pervazları siliyor. Ne mübarek yer burası.
Ölmezler evi, vallahi bir numara yok.
...ENGİNDENİZ...