- 1416 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Geleneksel Tanışma Seremonisi
Doğancan, ertesi akşam kız arkadaşının anne babasıyla tanışmak için onların evine yemeğe davetliydi. Yaklaşık üç yıldır birlikte olduğu kız arkadaşı anne babasıyla konuşmuş ve artık onu ailesiyle tanıştırmanın zamanının geldiğini söylemişti.
Uzaktan da olsa Tuğba’nın anne babasını tanıyor, biliyordu ama ilk kez onlarla baş başa olacağının heyecanını yaşıyordu. Bu yüzden de bütün gece uyuyamadı. Bu heyecanı ne Tuğba ile tanışırken, ne türlü sınavlara girerken ne de Üniversite’den mezun olurken yaşamıştı. Böylesini ilk kez yaşıyordu. Daha önceki heyecanlarının hiç birine benzemiyordu.
Tuğba ile olan ilişkileri artık çok daha ciddi boyutlara taşınıyordu. Kendi ailesi Tuğba’yı tanımış, onu çoktan kabullenmişti. Şimdi sıra Tuğba’nın ailesindeydi. Bu durumu da atlattıktan sonra artık evlilik planlarını yapmaya başlayacaklardı.
Bütün gece gözüne uyku girmeyen Doğancan, sabah ezanını duyduğunda hala kıvranıyordu yatağının içinde. “Boş ver, dedi içinden. Nasılsa akşama kadar vaktim var. O zamana kadar uyur dinlenirim.”
Daha önce saat 9’a ayarladığı alarmı bu kez saat 15’e ayarlayıp değiştirdi. Mutfaktan bir bardak su alıp içtikten sonra, sessizce anne babasının yatak odasına gidip annesini uyandırdı. Hiç uyuyamadığını ve saat 15’e kadar uyuyacağını söyleyip yeniden yatağına döndü.
Elinde bir demet gülle Tuğbaların evine doğru yürürken sokak isimleri dikkatini çekti. Ne güzel isimler, dedi kendi kendine. Yağmur Sokak, Ihlamur Sokak, Menekşe Sokak, Kardelen Sokak. Gerçekten semtine göre ayarlanmıştı isimler de sanki. Kendi semtindeki sokak isimlerini anımsamaya çalıştı. Eskiden kalma birkaç isim vardı aklında ama onları numaralarla değiştirmişlerdi. Şimdi sokaklar numaraları ile anılıyordu. Hoş eski isimler de öyle ahım şahım şeyler değildi. Bestekar Tahir Ağa Sokak, Hazerfen Ahmet Çelebi Sokak gibi şeylerdi.
Tuğbaların oturduğu siteye yaklaştıkça kalbi daha da hızla atmaya başladı. Buralar kendi oturduğu yerlerden çok farklıydı. Sitenin adı bile Türkçe değildi.
Güvenlik kapısına gelip oradakilere kime gideceğini söyledi. Güvenlikçi, telefon açıp Tuğbalara misafirlerinin olduğunu söyleyip, karşıdan da olumlu yanıt alınca Doğancan’ı bariyerin diğer tarafına geçirip evin olduğu yeri tarif etti.
Son kez kıyafetine bakıp kontrol etti. Yüzünde birikmiş terleri kâğıt mendille sildikten sonra heyecanla önünde durduğu altın renkli topuzu olan beyaz çelik kapının yanındaki zile bastı. Yarım dakika bile geçmemişti ki kapı açıldı. Tuğba her zamankinden daha şık görünümüyle ve gülen yüzüyle karşısındaydı işte. Açık mavi ince bir askılı elbise giyinmişti. Sağ omzundaki askısı biraz aşağıya düşmüş onu daha da çekici kılmıştı. Boynunda taşıdığı koyu mavi taşlı kolyesi bronzlaşmış tenine çok yakışmıştı. Gülen bir çift gözle karşılaşınca biraz rahatladı ve derin bir nefes aldı Doğancan.
Çok sürmedi bu rahatlığı. Tuğba’nın kendisini yukarıdan aşağıya süzdüğünü görünce kendisi de yeniden dikkatle baktı üzerindekilere ve ayakkabılarının toz içinde olduğunu gördüğünde ne yapacağını bilemedi. Ama artık çok geçti. Zoraki, utangaç bir gülümsemeyle karşılık verdi Tuğba’ya.
-Gel canım, dedi Tuğba gülümseyerek, Doğancan’ın elindeki çiçek buketini alırken.
-Evet, işte doktor beyimiz de geldi, diyerek üzerine doğru gelen iri yarı adamı görünce biraz ürker gibi oldu. Dev gibi cüssesi, kalın siyah kaşları arkaya taranmış ve siyaha boyandığı belli olan gür saçlarıyla ve normalin üzerinde kalın dudaklarıyla kendisine gülümseyen ve elini sıkarken acıtan bu adamı Tuğba, babası diye tanıttı. Hoş geldin delikanlı, dedi adeta kükreyerek. Hoş geldin doktor bey, dedi yeniden doktor bey sözünü vurgulayarak.
-Henüz bir stajyer efendim, demek isterken bu kez Tuğba’nın annesi girdi araya.
-Ama yakında doktor olabileceksiniz değil mi? Biliyor musunuz, biz ailemizde hep bir doktorun da olmasını çok istedik, dedi.
Kısa küt saçlarıyla, kocasının tam tersi zayıf bedeniyle, hani üfürsen yere düşecek cinsten kilosuyla, bakımlı, iri siyah gözleriyle sorgulayıcı bakışlarla Doğancan’ı süzen annesi, iki cümle ettikten sonra sanki bakımlı ve taranmış saçları bozulmuş da eliyle dokunmakla dokunmamak arasında saçlarını düzeltti.
Doğrudan yemek masasına geçildi. Kocaman yemek masası kar beyazı ve parlak bir örtüyle kaplıydı. Üzerinde özenle yerleştirilmiş, servis tabakları ve ışıldayan gümüş çatal bıçak takımları göz alıcıydı.
Topu topu dört kişilerdi ve kimin nereye oturacağı önceden belirlenmişti. Korktuğu başına gelmişti. Tam da Tuğba’nın babasının karşısındaydı yemek masasında.
-Bak delikanlı, dedi Tuğba’nın babası. Bugün senin onuruna geleneksel yemeğimizi hazırlattırdık. Ailemiz, yüzyıllardır böylesi önemli anlar ve günler için hep bu geleneksel yemeği hazırlar. Bu konuğumuza verdiğimiz değerden dolayıdır. Bugün az pişmiş kanlı öküz başı var mönümüzde. Yo yo, yüzünü buruşturma hemen, göreceksin tadına doyamayıp defalarca alacaksın tabağına. Özellikle boyun kısmı, olmasa olmazlardandır.
Henüz yemeğe başlanmamıştı ama Tuğba da dahil olmak üzere üçü de sanki baston yutmuş gibi sandalyelerinde dimdik oturuyorlardı. Doğancan da ister istemez dik oturmaya çalıştı. Dahası belli etmeden onların davranışlarını izledi ve onlar gibi olmaya çalıştı. İki elini önünde duran tabağın sağına ve soluna koyup beklemeye başladı.
Tuğba’nın çıtkırıldım annesi, az sonra Doğancan’a dönüp:
-Ne dersiniz, yemek servisine başlayalım mı artık?
-Siz bilirsiniz efendim.
-Hayır belki yemek öncesi bir aperatif drink alırsınız diye düşünmüştüm.
“Ya, evet. Şöyle yemek öncesi bir drink alıp midemize ön hazırlık yaptırsak hiç de fena olmaz”, diyemedi elbette. Kendi evinde olsa, kendi babası olsa, mutfaktaki annesine: “getir hanım şu yemekleri, Allah ne verdiyse artık. Acıktım valla” deyip gelen yemekleri afiyetçe indirirdi midesine. Aperatif falan bilmezlerdi öyle.
-Siz bilirsiniz, dedi yeniden, hafiften tebessüm ederek.
-Pekâlâ, dedi çıtkırıldım anne. Hadi kızım. Bana yardım et yemeği getirelim mutfaktan, dedi Tuğba’ya.
Kısa bir süre sonra annesi ve Tuğba birlikte taşıdıkları kocaman gümüş bir tepside gerçekten de üzerindeki kocaman öküz kafasıyla içeriye girdiler. Korkunç bir görüntüydü. Zavallı hayvanın gözleri yerinden fırlamış gibi açık duruyor, yarıdan fazlası dışarıya sarkmış dili gümüş tepsinin içine akmış kanın içerisinde öylece duruyordu. Midesi bulandı. Belli etmemeye çalıştı.
-Harika görünüyor, dedi Tuğba’nın babası. İşte buna ben usta aşçılık derim. Tam bir sanat eseri.
Masanın ortasına yerleştirilen tepsiye önce babası uzandı. Büyük boy bıçak ve çatalla öküz kafasından bir parça sulu, kanlı eti kesip tabağına koydu. Daha önce açılıp hazırlanmış kafatasının içerisine ayrı bir kepçe büyüklüğünde kaşığı sokup henüz buharı üzerinde ama vıcık vıcık görünen beyinden çıkarıp tepside birikmiş kanın içerisine koydu. Sonra kaşığıyla ondan da bir miktar alıp tabağına koydu. Doğancan’ın çekingen ve utangaç davrandığını görünce:
-Anlaşıldı, doktor beyimiz biraz dikkatli olmaya çalışıyor, dedi. Dur evladım ilk servisini ben yapayım, diyerek öküz kafasının boyun kısmından bir parça kanlı az pişmiş parçayı kesip Doğancan’ın tabağına koydu. Sonra da Hayvanın dışarı taşmış dilinden bir küçük parça kesip onu da tabağına ekledi.
-Of, of, of! Şu güzelliğe bak. Kıymetini anla işte. Sana etin en leziz kısmından ayırdım. Hadi şimdi afiyetle yiyebilirsin. Sadece masa örtüsünü kirletmemeye dikkat etmeni hatırlatmak isterim doktor bey, dedi.
Herkes masanın üzerinde şekil verilerek yerleştirilmiş beyaz saten mendillerini alıp dizlerinin üzerine yerleştirmişken Doğancan’ın mendili hala bozulmamış duruyordu öylece. Geç kaldığını, hata ettiğini anlayıp utanarak mendile uzandı. Dikkatlice açıp dizlerinin üzerine serdi. Tüm gayretiyle, midesine karşı gelerek yemeye başlayacakken, Tuğba’nın annesi konuştu bu kez.
-Biliyor musunuz, biz kızımız için her şeyin kusursuz olmasını isteriz. Bakın bunu masanın düzeninden çatal bıçak takımlarımızın markalarına kadar her yerde görebilirsiniz. Kızımız bizim tek varlığımız ve o bizim için çok kıymetli, değil mi Tuğbacığım?
Tuğba, annesine gülümseyerek karşılık verdi. Sonra Doğancan’ın yemeğe başlamış olmasını beklemeden masada duran kırmızı şarap kadehini kaldırıp herkesi bir yudum almaya davet etti. Şarap bardağına yansıyan ışık Tuğba’nın yüzüne yansıyınca onu çok daha çekici hale getirmişti. Doğancan hayranlıkla Tuğba’yı izlerken, babasının sesiyle kendine geldi.
-Gençlerin güzel ve mutlu geleceğine, diyerek kadehini herkesinkiyle tokuşturdu.
Bardaklardan birer yudum alındıktan sonra, özenle masaya bırakıldı. Şimdi artık yemek zamanıydı. Doğancan, tüm dikkatini çatal ve bıçağa vererek, etrafa bulaştırmadan, bir parça kesmeye çalıştı. Diğerleri de zaten o sırada ona bakmıyor herkes kendi tabağındakilerle meşguldü. Boyun kısmından alınmış et biraz daha uygun görünüyordu. En azından ondan fazla zorlanmadan bir parça yiyebilirdi. Bu yüzden önce ondan başladı.
Çatalı ete geçirmesinin ilkinde başarısızdı. Yeniden denedi, hayır. Henüz çiğ gibi duran ete bu çatalı batırmak mümkün görünmüyordu. Daha güçlü bastırmak isterken olanlar oldu o anda. Çatalı batırdığı yerden fışkıran kan havada bir kavis çizerek masa örtüsünün en görünen yerine konuverdi.
-Hayır, olamaz! Diyecekti ki, herkesin bakışının pahalı ve kaliteli masa örtüsünün üzerindeki kan lekesine odaklandığını gördü.
-Sakar mısın sen? Ne yaptığını gördün mü? Olacak şey değil bu! diyerek gürledi Tuğba’nın babası.
-İstemeden oldu, dedi Doğancan kısık bir sesle.
-İstemeden oldu, istemeden oldu. Bari bir de isteyerek yapsaydın. Ne biçim adamsın sen. Tıpkı hiçbir şey yaşamamış, görmemiş bir köylü parçası gibi davranıyorsun. Bir beceriksiz olduğun kesin. Zaten bir şeye benzemediğini, yanlış şeylerin olabileceğini kirli ayakkabılarını gördüğümde anlamıştım da, sesimi çıkarmadım nezaketimden.
Tuğba, biraz önce yediği etten dudağının kenarına bulaşmış kana aldırmadan, öylece şaşkın olana bitene bakıyordu. Biraz üzgün gibi görünüyordu.
-Babacığım, rica ederim. Bir damlacık kan, hepsi bu. Yıkayınca geçer gider.
-Yıkamak mı? Sen benim masa örtüsünü düşündüğümü mü sanıyorsun benim aptal kızım? O örtü yıkanmayacak tamam mı? O örtü yakılacak ya da ne bileyim hemen çöpe atılacak.
Doğancan olduğu yerde küçülüp kalmıştı. Şaşkınlıktan küçük dilini yutmuştu adeta. Konuşup kendisini savunacak durumda değildi.
-Ayağa kalk bakalım, delikanlı, dedi Tuğba’nın babası.
-Efendim? Neden?
-Soru sormayı bırak da dediğimi yap. Ayağa kalk bakalım.
Titreyen bacaklarıyla ayağa kalktı olduğu yerde.
-Soyun bakalım.
-Efendim?!
-Soyun, soyun, dedim.
Olana bitene bir anlam veremiyordu Doğancan. Artık gülünç olmaya başlamıştı her şey. Tebessüm etti kendi kendine. Karşısında üç çift göz, kendisini çok daha yakından tanımak ister gibi onu izliyordu.
-Pekala, diyerek gömleğini çıkarıp bir kenara koydu. Beklediklerini görünce atletini de çıkardı.
-Pantolonu da, dedi, Tuğba’nın babası.
-Ama lütfen. Ne yapmak istediğinizi anlayamadım.
Adam, elindeki et bıçağını Doğancan’a doğru tutup havada sallayarak:
-Haydi bakalım, mızmızlanmak sana bir şey kazandırmaz. Soyun.
Pantolonunu da çıkaran Doğancan sadece iç çamaşırıyla orta yerde dikilmiş duruyordu. Tuğba’nın babası ayağa kalkıp Doğancan’ın etrafında dolaşmaya başladı. Bir anda eliyle Doğancan’ın iç çamaşırının lastiğinden tutup aşağıya çekti.
-Şuna bak, tıraşsız ve bakımsız. Bu ne demek biliyor musun benim aptal kızım? Bu balta girmemiş ormana benzeyen yer tam bir pislik yatağı. Bit pire yatağı. Hastalıklara davetiye yeri. Bakarken bile mide bulandırıcı.
Doğancan ani bir refleksle iç çamaşırını yeniden yukarıya çekmeyi başarmıştı ama düştüğü bu gülünç durum kafasını allak bullak etmişti. O anda çok sevdiği Tuğba’yı da onun bu tuhaf ailesini de orada bırakıp, kaçıp gitmek istedi. Herkes şaşkın ve suskundu. Doğancan ise şaşırmış ve üzgün bir halde hala Tuğba’nın babasının elindeki et bıçağına bakıyordu.
-Elbiselerini giyebilirsin, dedi bu kez Tuğba’nın çıtkırıldım annesi. Göreceğimizi yeterince gördük, dedi.
Doğancan gömleğinin düğmelerini iliklerken, sinirden dudaklarını ısırıp durdu. O anda herkesin suratına, “alın o kızınız da, geleneksel yemeğiniz de sizin olsun, Allah topunuzu ıslah etsin, delisiniz hepiniz, üşütüksünüz. Benim sizin gibilerle de sizin gibilerin kızıyla da işim olamaz, demek istedi. Ama hiçbir şey söyleyemeden yeniden sandalyesine oturdu.
Babası:
-Bu yemek faslı canımı sıktı, diyerek masadan kalkıp salonun orta yerinde duran ortopedik ve elektrikli deri koltuğuna oturdu. Sonra kızına seslendi. Tuğbacığım, yemek masasını topladıktan sonra bize birer kahve yap da içelim birlikte doktor beyimizle. Bakalım kahve içebilme becerisi var mı en azından. Ayrıca şu özel kahvemizden yap, dedi. Sonra Doğancan’a dönerek: Mikrodalga fırında yapılmış kahve içtin mi hiç hayatında?
-Mikrodalga fırında mı?
-Sorduğum soruya bak? Nerden bileceksin ki?
Az sonra masayı toplayıp tümüyle mutfağa taşıyan annesiyle Tuğba da geldiler salona.
-Koydun mu kahvelerimizi mikrodalgaya kızım, dedi babası.
-Evet babacığım, birazdan alarm çalar.
Gerçekten de az sonra mikrodalga fırının alarm sesi mutfaktan duyulmaya başlandı.
Annesinin dürtmesiyle uykudan uyandı Doğancan.
-Kalk, kalk benim aşık oğlum, dedi annesi. Sözüm ona alarmı kurmuşsun ama kulağının dibindeki gürültüyü duyamıyorsun bile.
Doğancan, uyanır uyanmaz, annesini karşısında görünce, bir çırpıda yatağından fırlayıp annesinin boynuna sarıldı. Öylesine sarılmıştı ki annesi boğulacaktı neredeyse. Kendisini Doğancan’ın kollarından kurtarıp:
-Dur, dur deli oğlum. Ne bu uyanır uyanmaz delilikler? Anladım heyecanlısın ama beni boğmana da gerek yok yani.
-Kabusmuş anne, hepsi sadece bir kabus, dedi annesine gülümseyerek.
Aceleyle kalktı, duşa girdi, tıraş olup kokularını süründü. Elbiselerini giyindikten sonra dışarı çıktı. Otobüse binip Tuğba’nın oturduğu semte kadar geldi. Yolda bir çiçekçiye uğrayıp bir demet gül satın aldı. Sonra doğruca Tuğbaların oturduğu sitenin önüne gitti. Güvenlik telefon edip Tuğbalara misafirlerinin olduğunu söyledi. Sonra bariyeri açıp Doğancan’ı içeriye aldı.
Doğancan kalbi yine hızlı hızlı atarak kapının yanındaki zile bastı. Kapıyı açan Tuğba idi. Gülümseyerek karşıladı Doğancan’ı. Gül demetini elinden alıp, nezaketen: Ne gereği vardı, dedi. Sonra onu annesiyle tanıştırdı. Annesi doğrudan öpmesi için Doğancan’a elini uzattı. Babası henüz ortalıkta yoktu.
-Kusura bakma evladım, dedi Tuğba’nın annesi. Eşim biraz geç kaldı sanırım. Az önce telefon ettik, neredeyse gelmek üzere. Sen sıkılma, geç şöyle dilediğin yerde otur. İstersen eşim gelinceye kadar biz kahvelerimizi içelim, dilersen ama bekleyebiliriz.
-Bekleriz elbette, dedi.
Tam o sırada dış kapının açıldığı sesi geldi. Tuğba, heyecanla:
-İşte babam da geldi, dedi.
Babası içeriye girer girmez, doğrudan Doğancan’a yönelip ona elini uzattı.
-Hoş geldin evladım, dedi. Kusura bakma olur mu? Aslında daha önce evde olmam gerekiyordu ama arkadaşlar ısrarla bırakmadılar yakamı. Çok iddialı bir okey oyunumuz vardı, mecburen bir parti daha oynamak zorunda kaldım.
-Oh, ne güzel, dedi Doğancan fısıldar gibi. Bizden birisiniz yani.
-Efendim?
-Önemli değil dedim amcacığım. Bilirim iddialı oyunların heyecanını.
-Sen de okey oyununu biliyor musun?
-Evet, bilirim.
-Harika. Yemekten sonra dörtlü olarak oynarız. Haydi bakalım şimdi önce kahvelerimizi içelim. Nasılsın bakalım? İyi misin?
Doğancan bu soruya, karşısında oturan Tuğba’nın gözlerinin içine bakarak, gülümseyip:
-İyiyim, hem de çok iyiyim, diye yanıt verdi.