Tarih Önden Gitsin, Ben Yetişirim (10)
Ana caddede dikkatini çeken pek bir şey göremeyince, önüne ilk gelen sokağa saptı. Kimbilir onu bekleyen ne çok tarihî eser vardı. Ve cesareti sayesinde bunları sadece o görebilecekti. Girdiği sokağı kolayca bulabilmek için sokağın başındaki eski evi işaret olarak seçerek zekâvetini iyice pekiştirmişti. Oysa işler hiç de umduğu gibi gitmeyecekti. Zekâveti iyiydi ama hafızasının pek çok şeyi ondan gizleyeceğini o anda tahmin edememişti.
Oldukça dar sokaklarda birbirine bakan evler neredeyse iç içe geçmiş durumdaydı. Sokaklar çok dar, evler çok eskiydi. Birkaç sokak ilerledikten sonra fazla uzaklaşmanın doğru olmayacağını düşündüğü için gezdiği yoldan geri gelmiş, ama çıkış yolunu bulamamıştı. Eski bir evi işaret olarak seçmekle pek de doğru bir karar almadığı kanaati iyice pekişmişti. Çünkü evlerin çoğu eskiydi ve birbirine benziyordu. Kaybolmuştu...
Bu sokaklardaki ağaç sayısının azlığı dikkatini çekmiş olacak ki az ileride gördüğü ağacın şekline takıldı. Duvarın dibinden fırlayan ağaç, yolun ortasına doğru büyümüş, ancak yükseldikçe bir yay gibi kavis çizerek tekrar binaya dönerek yükselmişti. Bunun nasıl mümkün olacağını havsalası almakta zorluk çekince yanına doğru ilerledi. Ağacın kavis yaptığı yerden sanki boğazlanmış gibi siyah bir kabloyla bağlandığını fark etti. Alt ve üst taraflarının genişlemesine karşılık, bağlı olan yeri incecik kalmıştı. Durumunun vahim görünmesine rağmen ağaç kabloyu çoktan benimsemişe benziyordu. Ancak bu benimsemenin iyi ya da kötü olduğunu zaman gösterecekti.
Daldığı bu hesaptan bir ses uyandırdı onu. Ses az ileriden geliyordu. Birkaç adım atınca bu dar sokağın açıldığı geniş bir boşluk dikkatini çekti. Bu, az önceki sokağa göre oldukça geniş sayılan boş alanda eski ve neredeyse her tarafı kırık bankın üzerine oturmuş ağlayan bir çocuğu fark etti. Belki yardımcı olurum düşüncesiyle gidip çocuğun yanına oturdu. Dört-beş yaşlarında olan bu kız çocuğu kaybolmuşa benziyordu. Çocukla konuşmak istedi ama çocuk hiç karşılık vermiyordu. Belki de beni anlamıyordur, diye düşünürken çantasından çıkarıp ona verebileceği bir şeyler olabileceği hatırına geldi.
“Güzel çocuk! Bak sana ne vereceğim” dedi ve çantasından çıkardığı krakeri ona uzattı.
Başta almak istemedi. Ama dikkatini çeken bu şeyin eğlenceli olabileceğini düşünmüş olmalı ki birden hızlıca çekip elinden aldı. Bilal, krakerin ağzını açtı ve yemesine yardımcı oldu. Az önceki üzgün hali gidip de şimdi büyük bir zevkle krakerlerin tadını çıkaran çocuğu seyre dalmıştı. Kimbilir anne babası nerede diye içinden geçiriyordu ki birisinin yanlarına doğru yaklaştığını fark etti. Pantolonu, gömleği ve başındaki şapkaya bakınca bunun bir polis olabileceği izlenimine kapıldı.
İyice yanlarına sokulan adam bir şeyler söyledi kendisine, ama sadece en başta söylediği iki kelimeyi anlamıştı: “Esselamu aleykum.”
Şimdi nasıl anlatacaktı olanları? Ne diyecekti. Ya kendisinin bir çocuk hırsızı olduğunu sanmışsa... Bu durumdan nasıl kurtulacaktı? Ama adamın tavırları hiç de öyle görünmüyordu. Minnettar bakışlarla ona bir şeyler anlatıyordu. Sonunda bildiği bir iki kelime Arapçayla konuşmaya karar verdi.
– Ene lost!
Bu cümle ağzından çıkar çıkmaz adam gülmeye başlamıştı. Arapça ve İngilizceden oluşan bu iki kelimelik cümle ikisini de güldürmüştü. Biraz sonra adam konuşmaya başladı:
– My name is Muhammed, dedi.
Tabii ya... Neden aklına İngilizce konuşmak gelmemişti ki? “Galiba insanın başına beklenmedik olaylar gelince zekâ tutulmaları yaşıyor” diye düşündü.
– My name is Bilal. It’s nice to meet you, diyebildi.
İngilizce konuşarak anlaşmayı başarmışlardı. Muhammed Bey’in çok güzel İngilizcesi vardı. Rahat bir şekilde anlaşabiliyorlardı. Ona burada ne işi olduğunu, adının Zehra olduğunu öğrendiği bu küçük çocuğu nasıl bulduğunu ve şu anda aslında Hamidiye Çarşısı’nın önünde olması gerektiğini anlattı. Yeni Suriyeli arkadaşı ve Zehra’nın babası olan Muhammed Bey, Bilal’e yolu tarif ettikten sonra uzun uzun teşekkür etti ve verdiği karttaki iletişim bilgilerinden ona istediği zaman ulaşabileceğini ısrarla vurguladı. O da teşekkür ederek kartı aldı, sadece kartın üstünde yazan Muhammed Gubarî ismini okudu ve hızlı adımlarla onlardan uzaklaşırken kartı cebine koydu.
Önce camiye uğradı. Akşam namazını kıldı ve eşyaları koyduğu yere gitti. Ancak eşyalar yerinde yoktu. Demek Hüseyin haklıymış, diye içinden geçirdi. Üzgün bir vaziyette, ayaklarını sürüye sürüye ve Hamidiye Çarşısı’ndan yürüye yürüye otobüse doğru ilerledi.
Eşyalarını kaybettiği yetmiyormuş gibi bir de geç kalmıştı. Kimbilir gruptakiler onun hakkında neler düşünüyor, açık açık söylemeseler de içlerinden neler geçiriyorlardı? “Yine geç kaldı. Baş belası! Nereden katıldı bizim gruba? Onun yüzünden rahat gezemiyoruz...” Onlara hak vermiyor da değildi. Kendisi de geç kalanları bir türlü affedemiyordu, ama gel gör ki geç kalma huyunu bir türlü yenemiyordu.
Buluşma yerlerine vardığında az önce düşündüklerinin doğru olma ihtimalini arttıran bir otobüs dolusu kızgın insanla karşılaştı. Herkes homurdanarak otobüse binerken, söze ilk başlayan nazik olmak için çok çaba gösterdiği her halinden belli olan rehber oldu:
– Bilal Bey, buraya gelirken kaç defa tekrar ettim. Gitmeyi planladığımız çok sayıda yer var ve bunların hepsini gezebilmek için seri hareket etmemiz gerekiyor. Eğer hızlı hareket edebilirsek hepsini görebiliriz, dedim. Bu insanların hepsi bir an önce gidebilmek için buluşma vaktinden önce buraya geldiler. Ama siz...
Cümlesini tamamlamayan rehberden gözlerini alıp yolculara bakarken, durumu izah ederse belki haklarını helal edebileceklerini düşündü. Kızgın kızgın bakan ve kendisinden cevap bekleyen yolculara doğru döndü:
– Hepinizden özür diliyorum. Lütfen hakkınızı helal edin. Emeviye Camii’nin arkasındaki evler dikkatimi çekmişti. Biraz ilerledikten sonra girdiğim sokağa tekrar döndüm ama sokaklar hep birbirine benziyordu. Tam kayboldum derken benim gibi kaybolmuş bir çocuğa rastladım. Sonra çocuğun babası geldi ve bana yolu gösterdi. Bunun bir daha tekrar etmemesi için elimden geleni yapacağımdan emin olabilirsiniz.
Kimisi “Tamam, önemli değil” der gibi gözlerini yumup başını salladı ama bazılarının hâlâ kızgın olduğu belliydi.
Otobüste hakim olan havayı biraz olsun yumuşatmak için konuşan rehber, bir süre sonra bu havanın pek de gevşemediğini fark etti. Herkes çok yorgundu ve bir an önce gidip dinlenmek istiyordu. Bir günden fazla bir zamandan beri dur durak bilmeden seyahat eden bu yolcuların çoğunun gözlerinden uyku akıyordu.
aksifikir.blogspot.com/