- 602 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
"Zincir vurulsun yüreklerine..."
“Sanki ahşaptan yapılma evler gibiydi yüreklerimiz en ufak bir kıvılcımda yok olmaya meyilli.”
Gönderemediğim onlarca mektupların arasına koydum onu da. Adresi olmadığı için yetim kaldı onların arasında; onlar gibi. Her geçen gün daha çok yazıyorum sana ve her geçen saat daha da büyüyor kelimelerim; keskin sirke misali hep küpüne zarar…
İhtimaller sokağında her gece düşüncelerim. Sorgulamalar, kırgınlıklar; çok yaşlandım, hafif bir kamburluk var sırtımda. Gözlerimde uykusuzluk morlukları…
Kim demiş şiddettin yalnızca fiziksel bir boyuttan ibaret olduğunu. Yüreğime basa basa, büyüttüğüm umutları döve döve, saçlarımdan sürer gibi çekip aldıklarının ne yazık ki görünür bir tarafı yok.
Özlemlerin görünür bir tarafı var mıydı sanki. Gözlerime bakanların “gözlerin yollarda kaldı.” Deyiminden başka. Her geçen gün posta kutusunda biriken mektuplardan hiç mi umut olmazdı insanın içinde. Yaşamak için saygı duymalıydım kendime. Günlerdir çay demlenmeyen çaydanlığın boynu bükülmüş ocakta; kaynamayı beklercesine. Okunmamış, onlarca gazete; kapı önünde. Birikmiş çaresizliklerin ardında açılmamış perdeler;
Yalnızlık iki kişilik değildi oysa.
İki kişinin olduğu yerde aşk kokardı cümleler, sevda üstüne şiirleri okunurdu Bedri Rahmi’nin. “Hayat sevince güzel” diye birlik olurdu insanlar, Zeynep Değirmencioğlu’nun başrolünü yaptığı filmdeki gibi. İki kişi tek vücut olabilirdi, iki kişi büyütürdü tek bir yalnızlığı; dönüştürürdü kalabalıklara…
“Yalnızlık tek kişiliktir.” Bir odası bir de kapısı vardır açılıp kapanmaktan körelmiş kapı koluyla. Gidenlerin çarpmasıyla oluşturduğu yaralar…
“ Sustukça konuşmayı unutur insan.”
Sustukça öfkeler büyür, büyüdükçe bir ur gibi saplanır vücudunun en zayıf halkasına. Direnmekten yorgun düşmüş bir bedenin tek ilacı yarına bıraktıklarıdır.
“Ne zaman yeni doğmuş bir bebek sesi duyar insan,
Salınır içinde yarının umutlu kapısını açan anahtarlar.”
Niye hala çekip gidenlerin arkasından dönsün diye yakarışlarım, gereksiz ağıtlar; niye hala akıllanmadın, yüreğim? Düş kurmalısın geceleri artık yeni insanların, yeni umutların bahçelerinde. Uzak durmalısın; kırmızı elma veren cadılardan, seni yiyip bitirme yarışına giren kurt sürülerinden…
Perdeleri açarak, güneşi aldım odama. Kapının eşiğinde birikmiş tozları özenle bir süpürgenin yardımıyla küreğe yerleştirip bütün sessizliğini bozdum merdivenlerin. Günlerce yemek pişirmediğim mutfağa seri adımlarla girip çay suyu koydum ocağa çaydanlığın şaşkın bakışları arasında. Dönüşün telaşı ve belki de mutluluğu içinde fokur fokur kaynatmaya başladı çay suyumu.
Vitrindeki bütün bardakların özenle tozunu aldım, masa örtüsünü serdim güneşe; dün geceki ıslaklığı gitsin diye. Beni karanlığıma sürükleyen bir bedenin gidişiyle silip süpürdüm ona eşlik eden her bir parçayı; Vazonun içinde solmasın diye koyduğum mimozaları, kirlenmesin diye şeffaf bir poşete yerleştirdiğim beyaz ayıcığı, ilk sinema biletimizi, en sevdiği parfümümü, en beğendiği elbisemi.
Tavan arasında sıkıştırdım artık gece yarıları döktüğüm gözyaşlarını, defterlerin arasına koydum sana dair her şeyi. Yıkık bir viraneyi yeni bir yuva yaptım bebeklik fotoğraflarıma bakınca;
“Yeniden doğurdum ümitlerimi.”
Yerine taktığım telefon kablosunun ardından çalan ahizeyi kaldırıp;
-“Annem ”dedim.
-“Yavrum”, dedi içindeki bütün annelik dürtüsüyle.
-“Seni çok, çok, çok… Hem de çok özledim.”
-Ben de yavrum, çok özledim seni. İyisin değil mi? Bak bahçedeki çilekler büyüdü, yeni bir vitrin takımı örneği aldım Havva teyzenden, baban da seni çok özledi, Seray ablanın oğlu oldu dün. Adını Umut koymuşlar. Yeter bu uzaklık yavrum, işten güçten kaldır başını biraz; kendinden mahrum etme.
-Peki, annem. Babamı çok öp. En yakın zamanda geleceğim.
Dıt dıt dıııt
“Hoşça kal” demeden kapattık ahizeleri. Annem, her zamankinden daha çok seven ve asla “hoş çakal”larla bırakmadan, her saniye konuşacakmışız gibi. Bir sonraki telefon konuşmasında dileyeceği o masum özür kulaklarımda;
-“Yavrum nasıl oldu anlamadım, yanlışlıkla kapattım yüzüne.”
“Nicesi var oysa bende,
Bir mektup ki; ne adres var ne isim.”
Posta kutusunda birikmiş onca mektubu yığdım masanın üstüne. Sarı, pembe, beyaz zarfların içerisinde kim bilir nice taze kelimeler; yürekten kopmuş kimileri, kimileri göz pınarlarından dökülenlerle ıslanmış, kimileri umut çığlıklarını haykırırcasına…
Mavi zarfı çektim arasından, özenerek açtım:
“ Kalabalıkları özledim. Tek bir yüreğe bağlanıp körleştiğim kalabalıkları. Deniz kıyısı bir şehirde yaşamama rağmen iki yıldır denize girmiyorum; yapmayı en çok sevdiğim şeyden mahrum. Gözlerime sürmek için onlarca heves içinde aldığım rimeli süremiyorum. Kırmızı, gri, beyaz gençliğin büyük hevesleriyle aldığım ojelerin hiç birini açmadım. Saçıma takmak için aldığım kurdelaları, çeşitli renkte bileklikler; uğur böceğinin olduğu kolyeler… Hiç birini takamadım. Okumayı çok istediğim kitaplar, aldığım davetler, hiç birini kabul etmedim. Düşündüm kendime verdiğim cezayı, yaşadığım ve yaşattığım şeyin korkunçluğunu. Kaybettiğim pırıl pırıl göz bebeklerimi. Oysa hep buz mavisi gözlerimin umut dağıttığını söylerlerdi. Yanılgı sandıklarımız ve yanlış olduğunu bildiğimiz halde üstelik bu kadar âşık, üstelik bu kadar sevmeye aç bir dünyanın önümüze sunulmuş bir servet olduğunu bildiğimiz halde,
Niçin?
Niçin bütün güzellikleri, bütün ömrümü yol etmişim ayaklarına, değmeyen insanlara değecek kadar büyük sadakat de neyin nesiydi? Ben ne yapmışım böyle?
Dün ilk kez dışarı çıktım, deniz kenarında oturdum, yosunları tuttum ellerimle. Deniz kabuklarından balıkların sesini dinledim. Yarınlar el salladı uzaktan vapur düdüklerinin sesiyle irkildim. Kırmızı ojelerimi sürdüm eve dönünce, yeni rimelimi açtım, uğur böceği kolyemi taktım boynuma, mavi kalemimi değdirdim buz mavisi gözlerime; hayata döndüm. Kendim için ilk defa kendim için bir şey yaptım bugün. Kendim için süslendim, kendim için dinledim sesini deniz kabuklarının. Nice şeylerin arasında, her şey bir yana, yaşamak gibisi hele de o kadar yıprattıktan sonra bedenimizi, biraz da yaşlandıktan sonra galiba anlıyorduk.
“Hayat çok kısaymış oysa.”
Şimdi aynanın karşısında yarına bir kuş telaşıyla uyanabilecek umuduyla bakıyorum; kendime, sana. Üstüne kapanan kapıları açıp tozlarını süpür geride kalanları, mutfağında çay suyunu koymayı unutma.
Oh, mis gibi adaçayı…
Telefonda bir anne sıcaklığı; senin sevgine muhtaç onlarca yürek dururken, sen yoksa hala kapalı kapılar ardında mısın? Unutma;
“hayat sen gülünce gülüyor ve sen geri çevirince umutları; asıyordu suratını.”
Senden biri…
Gülmek, yapabildikçe tebessüm etmek. Olabildikçe haykırmak; aydınlığa. Nasıl da varlığından haberdar olamadım böyle bir mektup arkadaşından. O kimdi sahi; benden akseden bir ikinci “ben “miydi? Benimki de laf hani; boşuna mı demişler çift yaratıldı insanlar diye, hatta çift bile değil niceleri birbirinin aynısı, bir benzeri ya da.
Hayat ikinci bir şansı verirken insana; saçtığı tebessümleri bir ödül gibi yaymalı tüm insanlığa. Karanlıklara kaçtıkça kim bilir kaç kişiyi boğacaktı sessizliğim…
Şimdi; diriliyorum…
Bir insan bir kere ölürmüş oysa bedende çarpan bir kalp oldukça bir kere daha geri dönebilme şansını tanıyor dünya.
Birikmiş gazetelerin manşetlerine bakıyorum. Cinayet haberleri, cinnet geçirip cana kıyanlar, trafik kazaları, siyaset tartışmaları. Günlerdir bihaber olduğum zamlar, düzenlemeler.
“Kadınlara şiddet uygulayanlara ağır yaptırımlar geliyor.”
Kınıyorum; şiddettin her türlüsünü lanetleyerek, kırılası ellerin savunmasız bedenleri hırpaladığını hatta öldürdüğünü duydukça. Bir de yüzüstü koyup yüreklerindeki bütün sevgi hissini koparıp çalan ve yalnızlığa mahkûm edilen kadınları gördükçe; duygusal, fiziksel şiddeti lanetliyorum…
Yeni uygulamalar geliyormuş şiddet uygulayan kocalara, ah bir de kelepçe vursalar da yüreklerine, kimseyi sevme mutluluğuna erişemeseler. Kelepçe taksalar da taşlaşmış yüreklerine; götürürken bütün kopardıklarını, suçlarını göstere göstere;
Mahkûm edebilecek deliller kalsa elimizde.
Kararmaya başlayan maviliğin ardından deniz fenerine bakıyorum. Yarın yine o gök mavisine ulaşacağımı bilerek yaşamak,
Bu günün kadrini bilerek yaşamak.
Kollarını aç, kucaklamak istiyorum seni dünya;
Kocaman yüreğimi sığdıracak kadar yerin var mı?
YORUMLAR
Mektupları özledim. Ellerimle gözlerinin tanışmasını benden önce. En uzun yolculuğun aramızdaki mesafe olduğunu ve mektup dokununcaya dek bakışlarına hasretini biriktirmeyi... Sonra bir gün gelecek diye her gün posta kutumu temizlemeyi özledim...Geçmiş, iletişim zorken, insana ait her şey daha lezzetliydi,
Tebrikler, katlanarak büyüyen bir temas bu yazı:)