- 1272 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ALİ DAYI VE EŞEĞİ
Ali Dayı Ve Eşeği
Altın tepeler köyü... Köy, sık ve gür ağaçlarla kaplı ormanı, şırıldayarak nazlı nazlı akan serin sulu ırmağı olan bir vadide; biri diğerinden biraz daha yüksekçe iki tepenin arasındaki düzlüğe kurulmuştu. Güneşin parlak ışıkları tepelerin üzerine vurduğunda, altın sarısı bir renge bürünürlerdi. İşte köyün ismi, buradan geliyordu.
Vadinin girişinden köye doğru, derenin kıyısını izleyerek giden köy yolu; köye yaklaşıldıkça dere yatağından ayrılıyor ve her ikisi de apayrı yönlere doğru gitmeye başlıyorlardı. Ahşap köy evlerinin çatıları görünmeye başlayınca; yol hafif bir meyille alçalıyor, birkaç dakikalık yürüyüş ve tırmanıştan sonra ise; köy, bütün güzelliği ve canlılığıyla gözler önüne seriliveriyordu.
Köylüler, geçimlerini tarlalarından elde ettikleri ürünleri satarak karşılıyorlardı. Elde edilen ürünün bir kısmını kendilerine ayırdıktan sonra, kalan ürünleri kasabaya götürüp satıyorlardı. Kış için lazım olan pek çok erzakı ve malzemeleri de kasabadan temin ederek köylerine dönüyorlar ve bir sonraki yılın ürünleri toplanıncaya kadar, genellikle bunlarla idare ediyorlardı.
Bu yılın mahsulü beklediklerinden de fazlaydı. Köylüler, çabalarının karşılığını alacakları için çok mutluydular. Ve ekinlerini toplamak için, sabah erkenden tarlalarına çalışmaya gittiler. Köyde; çalışamayacak kadar yaşlı olanlar ile küçük çocuklar kalmıştı.
Çocukların bir kısmı, havanın güzel oluşuna dayanamamış ve köyün girişindeki geniş düzlükte toplanarak oyun oynuyorlardı. Kendilerini oyuna öylesine kaptırmışlardı ki; çevrelerinde olup bitenlerden tamamen habersiz gibiydiler. Biraz ilerilerinde, öteye beriye dağılmış olan tavuklar; civcivleriyle birlikte keyifle dolaşıyorlar, yiyecek bir şeyler arıyorlardı.
Çocuklar, neşeyle gülüşüp oynaşırlarken, köy yolunu takip ederek onlara doğru gelenler vardı. Sırtındaki ağır yüklerin altında yorgunluktan bitap düşmüş yaşlı bir eşek, ağır adımlarla yokuştan aşağıya iniyordu. Eşeğin biraz gerisinden ise sahibi olduğu anlaşılan; iri yarı, yaşlı bir adam yürüyordu.
Yaşlı adam, elindeki kalın sopasını yorgun eşeğin ardına acımasızca vuruyor. Ve bu hareketini sık sık tekrarlıyordu. İnen her sopa darbesi, hayvanın üzerinde müthiş bir etki bırakıyordu. Zavallı eşek, duyduğu acı sonucunda biraz daha gayrete geliyor ve adımlarını sıklaştırıyordu.
Eşekle, sahibinin yolları üzerinde olduklarından habersiz oyunlarına devam eden çocuklar; birden onları karşılarında görünce sanki kurt görmüş gibi dört bir yana dağıldılar. Kaçışan çocuklardan bazıları bir yandan da bağırıyorlar ve arkadaşlarını uyarıyorlardı.
Az önce keyifle, neşeyle oyun oynayan çocuklar, şimdi panik halinde sağa sola kaçışıyor, korkak ve ürkek bir halde ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
Korkuları seslerine de yansıyordu:
-- Kaçın, kaçın! Ali Dayı geliyor!
-- Kaçan kurtulur! Kaçamayan dayağı yer! Diyorlardı.
Ali Dayı’dan uzaklaşan bazı çocuklarda, kendilerini sağlama aldıklarından emin olunca; yaşlı adama korku ve nefretle bakıyorlardı.
Çocukların panik halindeki kaçışları, Ali Dayı’nın tutumunda herhangi bir değişikliğe sebep olmamıştı. Kafasını kaldırıp bakmadı bile. Zaten insanların kendisi hakkında ne düşündüklerine fazlaca önem veren bir tabiat da değildi.
Dalgın ve düşünceli bir halde yoluna devam ederken; ancak duyabilecek bir sesle, kendi kendine söyleniyordu:
-- Pis veletler! Bunları iyice benzetmeli... Belki o zaman adam olurlar. Diyordu. Öyle ya onlar için önemli olan sadece oyun oynamaktı. Varsa, yoksa oyun...
Ali Dayı’yı çocukların hiçbiri de sevmezdi. Tabii bunda da haksız sayılmazlardı. Yetmişine çoktan merdiven dayamış olan huysuz ihtiyar; asık suratlı, kavgacı ve taş kalpli bir insandı. Bazen incir çekirdeğini bile doldurmayacak meseleler yüzünden çocukları döverdi. Bu yüzden de çocukların gözünü korkutmuştu.
Onun şimdiye dek bir kez olsun güldüğü görülmemiş, kaya gibi sert kalbini de hiç kimse yumuşatamamıştı. Çocukların anne, babaları da ondan hoşlanmazlar; karşılaşmayı dahi istemezlerdi. Doğrusu Ali Dayı da, köylülerle fazla samimi olmaz, kendi halinde yaşayıp giderdi.
Köyün tek değirmeninin sahibi olan; Ali Dayı, kendisine işi düşen köylülere, çoğu zaman hiç de hoş olmayan davranışlarda bulunurdu. Gereksiz yere zorluklar çıkarır ve onları canlarından bezdirirdi. Buna karşılık köylüler; yaşına başına hürmeten seslerini çıkarmazlar, bir an önce işlerini bitirerek, değirmenden kaçmaya çalışırlardı.
Yine bir gün; köylülerden bir kaçı, değirmene buğdaylarını öğüttürmek için gitmişlerdi. Fakat Ali Dayı’yı bulamadıkları gibi, değirmenin kapısının kilitli olduğunu da görünce şaşırdılar ve bu duruma bir anlam veremediler. Her ne kadar aksi, huysuz bir ihtiyar da olsa, Ali Dayı, aklına estiği şekilde davranmaz ve işini aksatmazdı. “ Mutlaka önemli bir işi olmalı...” diye düşünerek değirmenden ayrıldılar.
Bu durum ertesi günde aynı şekilde devam edince, değirmencinin evine gidip olanı biteni öğrenmeye karar verdiler. Fakat bu göreve, hiç kimse kendiliğinden gönüllü olmuyordu. Ne yapacaklarına dair bir karar vermek için; akşam, Muhtar Süleyman Emmi’nin evinde toplanmak üzere sözleştiler.
Köyün yaşlılarından bir grup, yatsı namazından sonra, muhtarın evinde toplandılar. Kısa bir süre hoş beş ettikten sonra, asıl konuya sıra geldi. Fakat kimse, bu konuda konuşmaya niyetli gözükmüyordu. Yaşlı ve olgun bir insan olan muhtar, daha fazla dayanamadı. Ve ilk konuşan oldu.
Muhtarın sesinde sıkıntılı bir hal vardı:
-- Ağalar, ben düşündüm ve sonunda bir karar verdim. Dedi.
Diğerleri, onu dikkatle dinliyorlardı. Muhtar, uzun sakalını düşünceli bir halde sıvazladı ve sözlerine devam etti:
-- Yarın sabah ilk iş olarak, Ali Dayının evine gideceğim ve onunla konuşacağım. Umalım ki, haklı bir sebebi olsun. Yoksa perişan oluruz. İki gündür ekinlerimiz tarlalarda kaldı. Bu böyle devam edemez. Dedi.
Ve ardından ciddi bir tavırla sordu
-- Peki, benimle kim gidecek?
Muhtarın sorusuna kimseden cevap gelmedi. Bunun üzerine muhtar, yanında oturan Solakların Hasan’a döndü:
-- Hasan, seninle gidelim. Tamam mı?
Hasan, muhtarı çok sayar ve severdi. Ancak böyle bir oldu bittiyi de hiç beklemiyordu. İtiraz edecek gibi oldu fakat muhtarın tatlı sert bakışlarını görünce buna cesaret edemedi. Çaresiz başını eğdi ve isteksizce de olsa:
-- Peki, Muhtar Emmi madem öyle uygun gördün... Sen nasıl istersen... Dedi.
Geçmişte karşılaştıkları pek çok sorunun üstesinden gelmiş olan muhtar, köylüleri rahatlatıcı birkaç söz ettikten sonra dağıldılar. Herkes ertesi günü olacakları şimdiden merak etmeye başlamıştı.
Ertesi gün... Muhtar Süleyman Emmi ve Solakların Hasan, Ali Dayı’nın evinin önündeler... Muhtar, evin tahta kapısına birkaç kez yumruğuyla vurdu. Beklemeye başladılar fakat gelen giden yok. Davetsiz misafirler şaşkın bir halde birbirlerinin yüzlerine baktılar. Tuhaf... Onların bildiği Ali Dayı şimdiye dek çoktan kapının önüne çıkıp, rahatsız edildiği için bağırıp çağırmaya başlamış olmalıydı. Gerçekten tuhaf giden bir şeyler vardı. Muhtar, kapıya yavaşça elledi. Kapı kilitli değildi ve hafifçe aralandı. Muhtar, kapıyı iyice araladı ve içeriye girdi. Hasan da, muhtardan cesaret alarak adımını attı ve beraberce eve girdiler.
Evin içerisinde de çıt yok, üstelik ağır bir koku her yanı kaplamış. Muhtar:
-- Ali Dayı! Diye birkaç kez seslendi ama cevap yok.
İlk girdikleri odada dağınıklığı dışında bir şey göremeyince, köşedeki odaya doğru ağır adımlarla yürüdüler... Kapı yarı açıktı. Odadan içeriye girince gördükleri manzara karşısında, hayretler içinde kaldılar. Ali Dayı, yatağında ölü gibi yatıyordu. İyice yaklaştılar ve daha dikkatli bir şekilde baktılar. Hayır, ölmemişti. Nefes alıyordu ama ölüden de farksız bir haldeydi.
Ali Dayı, kendinde değildi, baygın bir halde yatıyordu. Gözleri çukurlarına oturmuş, avurtları içine çökmüştü. Büyük ihtimalle birkaç gün daha bu durumda kalsaydı, öleceği kesindi.
Muhtar, durumun ciddiyeti karşısında; hiç vakit kaybetmeden Hasan’a talimatlarını verdi. Hasan, yaşlı adamın sözleri bitene kadar, dikkatli bir şekilde onu dinledi. Muhtar:
-- Hasan, söylediklerimi anladın mı? Haydi, oyalanma, acele et!
Hasan gittikten sonra muhtar bir köşeye oturdu ve beklemeye başladı. Ali Dayı’nın içinde bulunduğu durum onu derinden etkilemişti. Kim tahmin ederdi ki, onun bu derece acınacak bir hale düşeceğini... Geçmiş hatıralar, gözlerinin önünde canlanıverdi.
Ali Dayı, eskiden böyle bir insan değildi aslında. Her şey genç karısının ölümünden sonra başlamıştı. Karısı, ikinci çocuklarına hamileydi. Büyük bir şanssızlık eseri, doğum sırasında hem karısı hem de bebek öldü. Ali Dayı’nın oğlundan başka kimsesi kalmamıştı. O günden sonraysa farklı bir insan oldu. Aksileşti.. İnsanlara değer vermez oldu.
Ve bir gün oğlunu da küstürerek, köyü terk etmek zorunda bıraktı. Artık yapayalnız kalmıştı. Zamanla daha da çekilmez bir insan oldu.
Köylülerin gayretleri sayesinde Ali Dayı, kısa zamanda iyileşti ve eskisinden de güçlü bir hale geldi. İşinin başına döndü. Kendisine yardım eden insanlara minnettar kalacağına, bir teşekkürü bile çok gördü. Onların, kendisine ve değirmenine ihtiyaçları olduğu için, yardım ettiklerini düşünüyordu. Bu yüzden de davranışlarında her hangi bir değişiklik olmadı. Köylüler ise, bu duruma bir hayli içerlemişti.
Bir akşamüzeri, Ali Dayı, değirmenden ayrılmış; yanında eşeği olduğu halde eve dönüyordu. Eşeğini önüne katmış, kalın sopası elinde ağır ağır giderlerken; köylülerden biri olan, Kara Mehmet de karşıdan onlara doğru geliyordu. Kara Mehmet, yanlarına gelince:
-- Selamın Aleyküm, Ali Dayı! Dedi.
Ali Dayı’nın selamı alıp almadığı belli olmadı, yanından geçip gidecekti. Fakat Kara Mehmet, onların peşini bırakmadı. Ali Dayı’ya:
-- Ben de senin yanına geliyordum. Dedi ve ekledi. Bu gün, işi erken bırakmışsın.
Ali Dayı birden durdu ve muhatabına ters ters baktı. Her zaman ki aksiliği yine üze-rindeydi.
-- Ne olmuş? Erken bıraktıysam! Senden izin mi alacağım? Tövbe, tövbe! Diyerek terslendi.
Kara Mehmet, işi düzeltmek için:
-- Ali Dayı, Öyle demek istemedim. Benim demek istediğim…
-- Mehmet, git işine akşam vakti beni oyalama. Seninle uğraşamam!
Kara Mehmet, bırakıp gideceğe benzemiyordu. Ali Dayı’ ya biraz daha sokuldu.
-- Hani, senden aldığım bir tarla vardı. Ben onu üzerime alacağım da, senin de imzan gerekiyormuş. Onu söyleyecektim. Dedi ve cebinden bir kâğıt parçası çıkardı.
Ali Dayı, Kâğıda şöyle bir baktı. Kara Mehmet’in hiç de beklemediği bir cevap verdi:
-- İmzalamam!
Kara Mehmet, ne diyeceğini bilemedi. Gerçekten böyle bir cevap beklemiyordu. Şaşkın bir halde:
-- Neden imzalamıyorsun? Borcumu kuruşuna kadar ödedim.
-- Aradan o kadar zaman geçti. O zaman imzalatsaydın!
-- Ne fark eder ki? Aslı astarı bir imza!
-- Fark etmez olur mu? Ben, şimdi helallik isterim.
-- Helallik mi? Ali Dayı, o da nereden çıktı? Köye, yeni adet mi çıkardın?
-- Ben, onu bunu bilmem. Helallik yoksa imza da yok!
Kara Mehmet, Ali Dayı’nın ne denli inatçı bir kişiliğe sahip olduğunu çok iyi biliyordu. Çaresiz boyun eğdi:
-- Peki. Helallik olarak ne istiyorsun? Dedi.
Ali Dayı, fazla düşünmedi:
-- Bu sene tarlanın mahsulü bol oldu. Üç çuval buğday isterim.
Kara Mehmet, kısa bir süre düşündükten sonra:
-- Üç çuval buğday ha... Tamam, istediğin olsun! Yarın sabah değirmene getiririm. Dedi. Ve başkaca bir şey konuşmadan oradan ayrıldı.
Ali Dayı, istediğini elde etmişti, işin garibi haksız olduğunu kendisi de bal gibi biliyordu. Aslında bütün derdi çevresindeki insanların mutlu ve huzurlu olmalarını kıskanmasıydı. Kendisi nasıl mutsuzsa, başkalarının da mutsuz olmasını istiyordu. Ve bu huyundan asla vazgeçmiyordu.
Yanından hızla uzaklaşmakta olan Kara Mehmet’i kısa bir süre, dalgın ve öfkeli bakışlarla izledi. Sonra birden geriye döndü ve kalın sopasını eşeğinin sırtına indirdi. Hayvan, sırtına inen darbenin şiddetiyle; ileriye doğru fırlarken, acı acı anırmaya başladı.
Ali Dayı ise, kendi kendine söyleniyordu:
-- Tembel havyan! Sen ancak sopadan anlarsın!
Eşek, çok sabırlı bir hayvandı. Sahibinin eziyetlerine uzun yıllar boyunca katlanmıştı ama artık onunda dayanacak gücü kalmamıştı. Üstelik epeyce de yaşlanmıştı. Ali Dayı, başkalarına kızdığı zamanlar; daima elinin altında olduğu için, hırsını ondan çıkarır, kalın sopasıyla sırtını kanatıncaya kadar döverdi. Yine de hırsını alamamışsa; fazla yük yükleyerek yokuş yukarıya, değirmene kadar sürerdi.
Bazen köylülerden saf biri, ağzını açıp ta:
-- Ali Dayı, ne vurursun? Hayvanın zaten hali kalmamış! Diyecek olsa, Ali Dayı daha fazla sinirlenir; adamın üstüne yürür, bağırır çağırırdı. Köylü de, ağzını açıp konuştuğuna bin pişman olurdu.
Günler geçiyor, köyde her şey olağan haliyle sürüp gidiyordu. İnsanlar, mutlu ve huzurlu bir şekilde hayatlarını devam ettiriyorlardı. Tabii, Ali Dayı ve eşeği dışında. Çünkü onlar, bu mutluluk bahçesinden kendilerine düşen payı, alıp kullanacak yetenekten yoksundular. Ya da mutluluğun ne olduğunu unutmuşlardı. Mutsuz olmalarına karşılık; Ali Dayı ve eşeği, geçen yıllara inat edercesine, yıkılmamışlar ve dimdik ayaktaydılar.
Günlerden bir gün Ali Dayı, eşeğini kalın sopasıyla yine kıyasıya dövüyor, bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Hayvan ise canının yandığını anlatmak istercesine acıklı bir sesle anırıyor, yalvaran bakışlarını sahibine dikmiş ve sanki:
-- Ne olur vurma! Geçen bunca yılın hatırına. Diyordu.
Ali Dayı’nın sopasını daha hızlı vurmaya başlaması, zavallı hayvanın sabrını ve dayanma gücünü tamamen yok etti. Artık dayanacak gücü kalmamıştı.
Birden hiç beklenmeyen bir şey oldu. Hayvan, göz açıp kapayacak kadar geçen sürede; sahibine öyle bir çifte savurdu ki, görenlerin ağzı açık kaldı.
Yaşlı değirmenci, bir süre havada uçtuktan sonra, birkaç adım öteye boylu boyunca uzanıp kaldı. Zavallı eşek ise, köylülerin şaşkın bakışları arasında hızla koşarak, uzaklaşıp gözden kayboldu.
O günden sonra, eşeği gören olmadı. Ali Dayı da, günün birinde yalnız başına ve acılar içinde kıvranarak öldü. Köylüler, ancak günler sonra onun öldüğünü fark ettiler.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.