- 1368 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kimse Beni Tanımıyor
Ganita…
Haluk Yolsal (*)
Masmavi deniz, ağaçların yemyeşilliğine uzanır, serinliğinde dinlenirdi bir süre. Tertemiz çakıllarla oynaşır, oynaşırdı. Asırlardır aşındırdığı kayalıklardan oluşan, usta bir heykeltraşın eserini görürdünüz burada. Burada deniz, Karadeniz insanı gibi zaman zaman hırçın; ama pırıl pırıldı. Metrelerce ileride bile denizin dibi görünürdü o yıllarda, denize girmemek için kendinizi zor tutardınız. Ganita’nın büyüleyici güzelliği, denizle birleşir, sizi kendine çekerdi. Beton yığınlarıyla henüz buluşmamış, bakir güzelliğini yıllarca korumuştu Ganita.
Martılar havalanırdı bir yandan, bir yandan kırlangıçlar. Özgürce uçuşurlar iki mavinin arasından akasyalara, söğütlere doğru. Serçeler konardı yanımıza, yakınımıza yudumladığımız çayı paylaşmak ister gibi. Rüzgârlı, soğuk günlerde avuçlarımızı kavuşturup ısınırdık, ya da çay bardağımızı sürekli okşardık ısınmak için. İlkbaharsa mevsimlerden, güller, ortancalar ve akasya çiçeklerinin kokuları altında bir masal diyarında bulurdunuz kendinizi. Burası Ganita’ydı işte; buluşma noktamız.
O yıllarda (1978-1980) bizim için çok özel bir mekan olan Ganita’da arkadaşlarla buluşmak, söyleşmek, bir arada olmak çok güzeldi.
Ganita’ya ilk kez, 1978 yılında, Fatih Eğitim Enstitüsü öğrencisiyken gitmiştim. Orayı arkadaşlarla çok sevmiştik. Her gün okul sonrası uğrak yerimiz olmuştu. Denize karşı oturup sohbet etmek, gün batımını seyrederken akşam çayını yudumlamak ayrı bir zevkti. Bir çay içer, saatlerce otururduk orada. Yüzü hiç gülmeyen beyaz saçlı Mehmet Salih Amca, bir çay içerek saatlerce oturmamızdan rahatsız olsa bile belli etmez, bir şey söylemezdi bize. Kısıtlı öğrenci bütçemizle, daha fazla çay içme şansımız yoktu. Çoğu kez arkadaşımız Mehmet Zeki Akay’ın, Hacıkasım’daki öğrenci evinde özenle hazırladığı lezzetli menemeni ya da makarnayı afiyetle yer, sonra da Ganita’ya çay içmeye, arkadaşlarla buluşmaya giderdik.
Fatih Eğitim’de okuduğum yıllarda ablamların Yenicuma’da kiraladıkları bir bodrum dairesinde onlarla birlikte kalıyordum. Zaman zaman ablamlar Maçka’ya gittiğinde ben de arkadaşlarımla öğrenci evlerinde kalıyor,onların aşına ortak oluyordum. Yemek yapmayı beceremesem de diğer işlerde üzerime düşen görevi kesinlikle aksatmıyordum.Altı çocuklu
bir emekli memur ailesinin geliri elverdiği ölçüde ve ayrıca öğrenci kredimle masraflarımı karşılamaya çalışıyordum. Arkadaşlarla öğlenleri gittiğimiz lokantalarda az yemek,çok ekmekle karnımızı doyuruyorduk.
Yaz tatillerinde arkadaşlarla birlikte yaylalara çıkıyorduk. Çocukluğumun geçtiği yaylalara:Kulindağı,Mağura,Şolma yaylalarına. Küçükken sığırları beklediğimiz ,otlattığımız
ormanlara.Soğuk sularını,tertemiz çam havasını her zaman özlemle anıyorum yaylaların. Öğlen saatlerinde Mesomala’daki maçları,çocuklarla birlikte lifor ziyafetlerini unutmak mümkün mü?Bambaşka bir yaşam biçimiydi bizim için yaylacılık. Çeşme başı sohbetleri,hafta sonlarında yaylamıza gelen komşu yaylaların gençleriyle yaptığımız çoğu kez kazandığımız iddialı maçlar. Yaşlısı genci, tüm yayla halkı heyecanla izlerdi maçları.
Sonbahar geldiği, okullar açıldığı halde köye inmekte acele etmezdi yaylacılar.
Bizler, yayladaki ilköğretim öğrencileri ise, bir an önce açılan okullarımıza gitmek isterdik.
Uzun ve yorucu bir yaz tatilinden sonra sınıf ve okul arkadaşlarımızla buluşmak ,okulumuza koşmak bizim için çok önemliydi.
Yayladan köylere inmek için“vargit” çiçeklerinin açmasını bekleyen yaylacılar da vardı
Öğretmenlerimiz önerse bile kitap okuma şansımız pek yoktu yaz tatillerinde.Hem örnek alacağımız kitap okuyan büyüklerimiz yoktu, hem de okuyacak kitap bulamıyorduk.
Enstitü yıllarında tanışmıştım klasiklerle. Hiç yorulmadan ,zevkle kitaplar okuyor, okuduğum ve beğendiğim kitapları arkadaşlarımın da okumalarını öneriyordum. Kitap okuma alışkanlığım lise yıllarında başladı ;ama sonraları Fatih Eğitim’de daha bilinçli bir şekilde sürdü.Bu konuda bizi yönlendiren, bilgi ve beğenileriyle bizim yetişmemize katkıda
bulunan öğretmenlerimizden : Rasim Şimşek,Baki Akgül,Kemal Kahramanoğlu ,Ahmet Kukul , Ahmet İmamoğlu ve Raif Özben’i hiç unutmadık.
1 Eylül 1980 günü Dilbilgisi dersi bitirme sınavına babam götürmüştü beni.Okulun önüne kadar.Sınav sonuna kadar da beklemişti. Şehir çok gergindi o sıralar. Olaylar olaylar olaylar...
Şehrin tüm gürültüsü gerginliğine rağmen Ganita farklıydı. Orada oturup denizi seyreylemek bir şeyler yazmaya çalışmak ,düşünmek beni dinlendiriyordu. Masmavi Karadeniz boş ver der gibiydi.Sıkıntılarımı ,üzüntülerimi unuttuğum; arındığım ,çok sevdiğim yerdi Ganita…
Ganita, bizim için sadece oturup çay içtiğimiz, hoşça zaman geçirdiğimiz bir yer değildi. Orada gazete, dergi ya da kitap okur; sınavlara hazırlanırdık. Anlamadığımız konuları arkadaşlarla birbirimize anlatır, öğrenirdik. Bu kalabalık ders çalışma, kimi zaman çok yararlı oluyordu. İnsanları, kalabalık grubumuzun gürültüsüyle rahatsız etmemek için özen gösteriyorduk. Orada otururken yağmur yağmaya başlarsa eğer, hep birlikte masalarımızı küçük mağaramıza doğru çeker, neşeli sohbetimize devam ederdik.
İlk şiirlerimizi yazdığımız masalar oradaydı. Yer yer boyaları dökülmüş, küçük, demir masalar. İlk aşklarımızla sohbet ettiğimiz, kavga ettiğimiz ya da barıştığımız yer orasıydı. Birbirimizin yazdığı şiirleri okur, eleştirir, gırgır geçer, eğlenirdik. Arkadaşım Nedim Torun’la şiir eleştirilerimiz, tartışmalarımız hiç bitmezdi. Mustafa Cansız da zaman zaman bu tartışmalara katılır, daha çok beni desteklerdi. Kızlı erkekli kalabalık grubumuzun hepsi, şiir seven; kitap okuyan, araştırmalar yapan arkadaşlardan oluşuyordu. Birimizin aldığı roman ya da şiir kitabını dönüşümlü olarak hepimiz okur, okuduktan sonra kitap hakkındaki düşüncelerimizi paylaşırdık.
Ganita, siyasi tartışmaların en yoğun yaşandığı; siyasi bilincin kazanıldığı bir yerdi. Burada farklı fraksiyonların teorisyenleri, kendi tezlerini, düşüncelerini uzun uzun anlatır; sempati kazanmak için çaba sarfederlerdi. Burada birçok heyecanlı tartışmanın dinleyicisi olmuştum. Üniversite ve Fatih Eğitim Enstitüsü gençliğinin kendisini yetiştiren, araştıran, sorgulayan ülke sorunlarına yanıt bulmaya çalışan bir kimliği vardı o zamanlar…
Bu beyinler, ülkemin yarınlarına hazırlanıyordu burada. Bu anlamda Ganita bir okul sayılırdı bizim için. Çok şey öğrendiğimiz, bilinçlendiğimiz bir okul. Zaman zaman olumsuzlukların, yanlış tavır ve davranışların yaşandığı da olurdu kuşkusuz. Sekter davranışlar, dar grupçu anlayışlar, bazen insanların isyan etmesine, hatta yanlış yapabilmelerine de neden oluyordu.
Türkiye ve dünya gündemini yakından izlemeye çalışan, okuyan, yorumlayan gençler; farklı düşüncelerini, gençliğin heyecanıyla yoğurup, bıkmadan usanmadan anlatmaya çalışıyorlardı. Ülke sorunları üzerinde çözümler üretmeye çalışan gençleri kuşkusuz kahpe tuzaklar bekliyordu. 1979 Ocak ayında öldürülen İhsan Hacıömeroğlu Fatih Eğitim Enstitüsü öğrencileri arasında önemli bir isimdi. Yine 25 Mayıs 1980’de Gazipaşa Caddesi’nde bitirme sınavlarına toplu halde giden Fatih Eğitim öğrencileri taranıyor, iki öğrenci orada ölüyor. 79-80 yılları Fatih Eğitim’de öğrenci olayları nedeniyle zaman zaman eğitim öğretime ara veriliyor, gergin bir ortamda eğitim öğretim sürdürülmeye çalışılıyordu. Böyle bir atmosferde ne kadar ya da nasıl öğrencilik yapılabilirse o kadar öğrenciydik hepimiz…
Trabzon’da “ilk yüz metreyi göğüsleyen” Zekiler, Meteler, Kahramanlar, silinmez bir yerlere yazılmışlardır. Onlar, Ganita’nın kırmızı karanfil rengi, hiç solmayacak çiçekleriydi şüphesiz. Ganita, onları hiç unutmadı ve unutmayacak; çünkü onlar çalışkan, başarılı örnek öğrenci lideri oldukları için hedef seçildiler, kahpece öldürüldüler, unutulmazlığı hak ettiler.
Ganita, sıkıldığımızda, bunaldığımızda sığındığımız yerdi. Zaman zaman tek başıma saatlerce oturup bir şeyler yazmaya çalıştığım; ama karalamalarımı çoğu kez beğenmeyip attığım yerdi. Trabzon’da üç yıl sürmüştü öğrenciliğim. Bu üç yılın bütün zorluklarını, olumsuzluklarını unutabildiğim; birazcık olsun dinlenebildiğim, mutlu olabildiğim bir yerdi Ganita…
Okulum bittikten sonra üç yıl uğrayamamıştım Ganita’ya. Üç yıl sonra çok değişmişti orası. Ganita ve orada oturan çay içen, tartışan, sohbet eden insanlar… Birkaç tanıdık yüz dışında kimseyi tanımıyordum. Garsonlar, o birkaç yıl içinde değişmeyen sadece onlardı. Unutmamışlardı beni. Sıcak bir hoş geldin ve çayım… Denizi seyrettim bir süre. Bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden yıllar. Yaşanan acı ve mutlu anlar. Ne çok şey yaşamıştık öğrencilik yıllarında Trabzon’da. Hiç unutulmayacak nice anılar…
Yıllar sonra bir sonbahar günü uğramıştım Ganita’ya.Rüzgarlı bir sonbahar günü.Ağaç-
larda kalan tek tük yapraklar, sıkıca tutunuyordu dallarına düşmemek için.Duvar diplerindeki
kurumuş otlar,yerlere dökülen,uçan yapraklar,küçük kuru dallar ve kenar köşelere sıkışan çöp
leriyle bakımsız bir Ganita’ydı bulduğum.Masaların birçoğu kaldırılmış, güneşten renkleri solmuş sandalyeler üst üste konulmuştu. Bir masaya yaslanarak denizin seyrine daldım.Gök-
yüzünde kara bulutlar vardı. Ufukta kara bulutlar.Kasım sonu bir öğlen sonrasının sıkıntısı
vardı havada .İri damlalar dökülmek üzereydi.Denizin üzerindeki bulutlar yağmur damlalarını
daha fazla tutamamıştı. Ufukta , denize dökülen iri damlaların altında ıslanmak istedim.
Bulutların kara rengi denize bulaşmış, masmavi deniz; ürkütücü,soğuk bir renge bürünmüştü.
Yağmur damlalarının denize dökülürken çıkardığı seslerle oyalandım.Belki dinlendim biraz…
Sonra yavaş yavaş indim taş merdivenlerinden Ganita’nın.Yanımdan geçti arkadaşlarım.Ses-
lerini duydum.Şakalaşmalarını,kahkahalarını tanıdım bir bir…Hepsinin bir yeri ,ayrı bir izi vardı bende hiç unutmadığım.Yerlerdeki sararmış yapraklar gibiydik belki bizlerde.Bir yerlere
dağılmış;ama çok uzaklara bile gidilse arkada unutulmaz izler bırakarak.En son merdivende durdum biraz.Ganita’nın ıssızlığı, biraz bana benziyordu.Biraz değildi belki de… Yağmur
damlaları,hızlı adımlarla oradan ayrılmam gerektiğini söylüyordu . Onları dinlemedim…
Belki sırılsıklam ıslanmak istedim. Akşam karanlığında ağır ağır şehre doğru yürüdüm. Mey-
dana çıktığımda sırılsıklamdım.Anılarımsa yağmurda yıkanmış pırıl pırıldı artık…
Şimdi, Trabzon’dan uzaklarda yaşamak, çalışmak zorunda olduğum için, ancak yaz tatillerinde uğrayabiliyorum Ganita’ya. Aradan çok zaman geçse de eskiden arkadaşlarımla buluştuğum masaya oturup çayımı yudumlarken gözlerim dolar, o günleri anımsarım…
VE 29 TEMMUZ 2010
Ganita,otuz yıl sonra bir kez daha buluşma noktamız .1980 Fatih Eğitim Enstitüsü mezun-
ları olarak, yıllar sonra, 29 Temmuz günü Ganita’da buluşmaya karar verdik.Birkaç ay önce alı-
nan bu kararı ulaşabildiğimiz herkese duyurduk. O gün saat 11 00 ‘de Ganita’nın önünde araba-
mı park ederken, yıllardır görüşemediğim arkadaşlarımla buluşacak olmanın heyecanını yaşıyor-
dum. Ganita’nın taş merdivenlerini çıkarken yukarıda kimlerle karşılaşacağımı bilmiyordum.
Evet, bir arkadaşım benden de erken gelmişti Ganita’ya… Beyaz saçlı bir arkadaşım Zafer ma-
saya oturmuş bizleri bekliyordu.Eşim ve oğlumla arkadaşımın masasına oturduk.Hemen sohbete
daldık .Sonra Mehmet geldi , eşi ve çocuklarıyla.Sonra Ayşe,Hilal, Nurdan,Hilmi,Levent,Nedim
Cemal,Şenay,Orkun,Ayşen, Köksal, Ömer, Orhan,Seyhan,Murat,İsmail.bir Mehmet bir Cemal
daha..Arkadaşlar geldikçe masalar birleştirildi.Yıllardır birbirini görememenin hasreti giderildi
bir ölçüde. Arkada bırakılan yılların eseri çizgiler daha belirgindi yüzlerde.Dökülen ya da be-
yazlayan saçlar ve alınan kilolar. Kimi arkadaşlardaki değişiklik çok fazlaydı.Bu nedenle de
tanımakta zorluk çekiyorduk birbirimizi… Kimi arkadaşlarımızda ise geçen otuz yıl fazla bir iz
bırakmamıştı. Sanki aradan bu kadar yıl geçmemiş, her birimiz yarım asrı devirmemiş ,çoluk
çocuğa hatta torunlara karışmamıştık.O denli heyecanlıydık. Daha dün gibiydi sanki okulu
bitirdiğimiz yıl. Oysa gerçek olan yüz çizgilerimize sinmiş yılların yorgunluğu” ben burada-
yım” der gibiydi.
Ganita’da yaklaşık 40 yıldır çalışan , işleten Nuri Bey’le ayaküstü konuştuk. “Sizleri ha-
tırlıyorum.”dedi. “Sizin öğrenciliğinizde Trabzon ve Ganita çok farklıydı. O zamanın gençleri
Ganita’ya okey oynamaya gelmezdi.Ya kitap okurlardı ya da sohbet ederlerdi. Şimdi bu güzel-
im bahçeyi okey salonu yaptık.” dedi.Belli ki Nuri Bey şimdiki gençlikten pek memnun değil.
“Şimdiki gençlerin oyun dışında bir dertleri yok, ülke ve dünya sorunlarına duyarsızlar” dedi.
İki saat kadar Ganita‘da sohbet ettik.Öğrencilik yıllarını andık.Levent arkadaşımız,buluş-
mamıza çeşitli nedenlerle gelemeyen arkadaşların mesajlarını okudu. Sonra tünelin üstünden
geçerek ,eski günlerdeki gibi okulumuza (Şimdiki Kanuni Anadolu Lisesi) yürüdük. Yol
boyunca ortak öğrencilik anılarımızı anlattık birbirimize. İki yıl okuduğumuz okulumuzun
bahçesi küçük gelmişti hepimize.Hilmi arkadaşımız bahçedeki taşların sayısını söyledi.O yıl-
larda saymış olmalı…
Okul bahçesinde fotoğraf çektirdikten sonra sınıflarımıza çıktık.Otuz yıl sonra biraz fark-
lıydı sınıflar.Sıralara oturduk.Eski,çok eski günlerimize dönmek istedik belki.Sınıflarda yaşa-
nanları anlattık bir süre. Zaman ne kadar geçerse geçsin bizim için çok tazeydi anılarımız.
Birlikte yaşadıklarımızdı unutulmayanlar ve asla unutulmayacaklardı.
Arkadaşlarımızın çoğu emekli olmuştu.Emekli olmayanların sayısı bir elin parmakların-
dan azdı. Emekli olup dershanelerde çalışan birkaç arkadaşımız vardı.”Dershanelerde çalışa-
caksanız emekli olmayın” diyordu birisi.Belli ki memnun değildi dershane çalışmalarından.
Kanuni Anadolu Lisesinde görevli bulunan öğretmen ve idarecilerle sohbet ettik.Bizim
heyecanımızı anlayışla karşıladılar.Otuz yılın bizleri pek yormadığını söylediler,incelik
ederek. Kendilerine teşekkür ettik.
Okul ziyaretinden sonra Şenay arkadaşımızın organizasyonu ile Akçaabat’ta Lazeli
adlı deniz kenarındaki güzel bir yerde yemeğe gittik.Akçaabat köftesi yiyecektik.Köfteler
pişene kadar bize sunulan kaygana ve enfes kuymağı afiyetle yedik. Doğrusu yemek ve
hizmet güzeldi. İki saatten fazla Lazeli’nde sohbet ettik.Birbirimize anlatacağımız çok şey
vardı .Aradan tam otuz yıl geçmişti
Samsun’a ,Ordu’ya ,Giresun’a gidecek arkadaşlar vardı aramızda.Sohbeti sonlandır-
mamız gerekiyordu.Araya çok zaman koymadan, bir otuz yıl daha geçmesini beklemeden,
ileride belirleyeceğimiz tarihlerde,yine buluşmak üzere vedalaştık arkadaşlarla.
.
beni kimse tanımıyor
bu gece sokaklarında dolaştım beni yitiren kentin
belki birilerini belki beni aradım
zaman haindi yine nasıl da akıyordu
hırçın bir nehir ya da toprağa akan şimşek
ardında okunmamış mektuplar bırakıyordu
bir zamanlar
el ele tutuşarak gölgesinde
seninle oturabilmeyi istediğim
merdivene yaslanarak ayakta duran ağaç
ganita’nın yorgun sarmaşıkları
isteksiz sarılırken ıslak kayalıklara
bir dost, merhaba desin diye bekledim, sırılsıklam
beni kimse tanımıyor bu akşam
demli çayı seslice yudumlayan
beyaz saçlı yaşlı adam, akasya ağaçları
garsonlar, güneş yanığı yüzleri
sinemalar, parklar, çay ocakları
beni kimse tanımıyor bu akşam
ellerim ceplerimde, yüreğim buruk, isteksiz, adım adım
bu kentte tükettiğim yıllarımı adımlıyorum
yeni kentin, yeni caddelerinde başıboş
kalabalık anılarımın yerinde şimdi
yalnızlığım yüreğime saplanır durur
sokakları soğuk kent, insan yüzlerine yansıyor
üşüyorum
beni kimse tanımıyor
haluk yolsal
* 1959 yılında Trabzon-Maçka Yeşilyurt Köyü’nde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Maçka’da tamamladı. Trabzon Fatih Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’nden mezun oldu. Halen Samsun’da öğretmenlik görevine devam etmektedir. Karadeniz, Kıyı , Ada ,Yazılıkaya,Uzak adlı dergilerde şiirleri yayımlandı. “Çiçek Uzat Yıldızlara” ve “Bütün Renkler Biraz Beyaz” adlarında iki şiir kitabı vardır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.