sakallının uşakları-12.bölüm
Sakallının uşakları–12.bölüm
Sobanın sol çaprazında yıllara meydan okuyan 1955 model ustasının kimliği belli olmayan, asırlık ceviz ağacından yapılmış bir büfe. Büfenin üzerindeyse 12 taksitle alıp sadece bir ay izleyebildiğim 55 ekran bir televizyon. Televizyonun etrafını 55 cm lik yemeni ile kapatıp ekranı boş bıraktım. Pirize takılan kablosuna 55 düğüm atarak topladım.Ekrana ise ülkemizin medarı iftiharı 55 doğumlu Güler sabancının resmini yapıştırdım.İşte bende bu hanımdan hoşlanıyorum.Hayranım onun sanatına.Yanında birde heykel var.Heykelin yüzüne yüzümü sürdüm efendinin mübarek eline sürüp ders tazelercesine heykele yüzüm geçmişti sonunda.Sonra 55 kazan buldum 55 pınardan 55 gün boyunca su doldurdum.55 gece soğukta suları ayazlattım.Napayım be ağbi sabahları 55 kazandan 55 tas su döküp kendime öyle gelebiliyorum.Böyle yaparsan 55 günde gider dediler 555 gün oldu mübarek hala burada.
İki dolap bir çekmece.Dolabın ortada arkası aynalı,cam sürgü kapaklı şatafatlık.Aradan geçen yıllar aynayı çürütmüş.Yansıtmıyordu artık işin aslı benim dünyamda şatafatlı bir obje yoktu.Aynayı söktüm aynanın yerine hoş bir hatunun resmini yapıştırdım.Şatafatlığın içerisi şimdilerde tam bir çöplük.En çok göze çarpansa İmparator.İmparator ne diye sorma tütün kağıdı.Genelde arkadaşım alıyor.Tütünü tütüncüleri gezip en ucuzu hangisi ise ondan yüz gram alıyorum.Almıyorum aslında hesaba yazdırıyorum.Ne çekmecede nede kapaklı gözlerde pek bir şeyler yok.En son işe yarayansa bulgurdu.
Hava soğuk dışarıda kar vardı. Pantolonumun cebindeyse beş kuruş.İki akşam şehri gezmiş yiyecek bir şeyler bulamamıştım.Sokak köpekleri benden önce davranmıştı.Etraftaki bahçeleri dolaşmış birinde göbek bağlamadığı için sökmedikleri birkaç tane lahana vardı.Yapraklarını yıkamış karnım acıktıkça bir yaprak yiyordum.İçtiğim çay ve tütünden olsa gerek açlık yada midemdeki safra miktarı oldukça yüksekti.Ve çok üşüyordum.Zoruma gidiyordu böyle yaşamak.Böylede yaşardım oysa güvercinler olmasa.
Bir zamanlar bende güvercinleri sevip uçurmuştum.Benim güvercinler altın kafeste esaret altında değildi gökyüzünde özgürlüğe kanat çırpardı.Güvercinleri dağıtıp askere gitmiştim.Döndüğümde tekrar güvercin besleyip uçuruyordum.Bir gün kapıya yaşlı bir adam geldi.Hani şu ekranlarda devamlı sır kapılarında görünenler gibi.Yiyecek bir şeyler istiyordu. Eve buyur ettiler girmedi.Eşikliğe oturup tepside kendisine ikram edilen yemeği yerken bana bakıyor arada gülümsüyordu.Karnını doyurduktan sonra elindeki bastonun yardımıyla kalkıp bana..
‘’Oğlum bana bakarmısın’’
‘’Buyur bey amca ‘’
‘’Neden kuş besliyorsun?’’
‘’Hoşuma gidiyor’’
‘’Bak evladım atalarımızdan kalan bir söz vardır bilirmisin?’’
‘’Yok nerden bileyim’’
‘’Söyleyeyimmi?’’
‘’Olur söyle’’
‘’Kızma ama sonra’’
‘’Yok kızmam’’
‘’Sözmü’’
‘’Söz’’
‘’Erkek adamın kötüsü kuşçu, kadının kötüsü nakışçı olur. Demiş atalarımız’’
Adam arkasını dönüp gitmişti. Adam haklımı haksızmı bilinmez ama ben üstüme alınmıştım bu sözü.En kısa zamanda güvercinleri dağıtıp kuşçuluğu bırakmıştım.Bana bu gün o yaşlı adam haklımı haksızmı şeklinde bir soru yöneltirseniz,erkek olduğum için haklıymış derim.Şimdi nakışı falan katmaya gerek yok.Al fularlı saten pijamalı beylerden sonra feminist hatunların gazabına uğramak istemem.
Tüney’e köprü yapılmıştı. Osman emminin eşeği o gün dellenmiş köprüye doğru dört nala koşmuştu. Eşek köprünün tam üstünde bakıyordu, köprübaşında toplanan köylüye. Köylü yalvarıyordu eşeğe yapma etme diye. Eşek önce köylüye sonra yapımı biteli bir ay dahi olmayan taze köprüye uzun uzun baktı. Sonra Köroğlu’nun kıratı gibi şahlanıp çifteyi vurunca köprünün ayağı çökmüştü.
İlerleyen günlerde bu olay çevrede yayılmıştı. İnsanlar akın akın gelerek eşeği görmek istiyordu. Eşek şanından gelen alçak gönüllü bir edayla ben yapmadım diyor, köprüyü yapan dehayı gösteriyordu. Köprüyü yapansa kasıla kasıla bakın köprünün ayağı çöktü köprü sağlam, hem size ne alan razı veren razı demekle yetinmişti.
Çok geçmeden bu defada İndağındaki yol göçmüş.Bir facianın eşiğinden dönülmüştü.İmarda çağ atlayan bu şehirde,şantiyelerde boy gösteren uzman ve ustalar yollar yapılırken neden akıl vermemişlerdi.Köylü suçlu ve sorumluyu o günlerde bulmuştu.Yatır vardı yolun altında.Al işte sen tut dedenin üzerine yol yap.Kızdı dede tabiî ki üzerinden cenabetide nedametide geçiyor yıktı yolu.Neyse sussam iyi olacak.Ben çok üşüyorum.Ciddiyim bu konuda
Güvercin malik hanesindeki güvercinlerde üşüyordu.Güvercinler üşümesin diye büyük demir kafes naylonla kapatılmıştı.Malikanenin avlusunda bulunan cinsi yüksek kalitedeki köpekse akşamları malikanenin altındaki kazan dairesine alınıyordu.Güvercinlerin içineyse büyük bidonlar içerisinde kaynamış sular konuyordu üşümesinler diye.Asilzadeler ise malikanenin camlı sundurmasından bizlere bakıp gülümsüyorlardı.Bazı geceler içeriden şen kahkahalarda yükseliyordu.Bu kahkahalar şehrin havasında buz gibi yollara düşüyordu.Buz tutmuş bu yollardan geçerken ayakkabımın yırtıklarından kar buz içine kaçıyor ayaklarımda çok üşüyordu.Yok üşüyen ben değil göğüs cebimde taşıdığım kimlikti,kimliğim üşüdükçe ben üşüyordum.
Yakacağım yoktu alamamıştım. Ne odun nede kömür.Üşüyordum başka üşüyenlerde vardı.Belki onlar daha çok üşüyordu.Tarlada hala kar altında bekleyen kabaklarda belki benden fazla üşüyordu.Emek vermiş yaz sıcağında her birine sevgi katmıştım olmamıştı.Büyümemişti büyütmemişlerdi burası kerbela değil kerbeladan daha beterdi.Nemrutların emriyle su kanalı kepçeyle kapatılmıştı.Oysa o günlerde cehennem sıcağı vardı.Tarlanın birindeki kabaklar çekirdekten çıkmış çiçek açarken ölmüştü.Ölmemişti aslında ben öldürmüştüm.Her köke koyacak su bidonum yoktu.Diğer tarlada olanlarsa ceviz büyüklüğündeydi.Her köke bir su bidonu koymuş bekliyordum.İlgiyi,alakayı,sevgiyi en çokta güvercinlerin sevgisinden çalmayı kafaya koymuştum.Malik ise bizlerden korkuyordu.
Sevmiyordu bizleri,güvercinlere verilen sevgi bizlere verilmiyordu.Gülüyordu,sırtlan dişleriyle ünlü Fransız randevu evindeki madam gibi gülüyordu.Oysa ben onun gülüşünü insana sevgi ve saygı olarak algılıyordum.Ben ona karşı olumlu bakıyordum.Ben onu ulubatlının surlara diktiği sancak kadar değerli görüyordum.Onu yağmurdan sonraki gökkuşağı,toplama çıkartmadaki eşittir sanıyordum.Oysa o yağmurdan sonra dereden akan sel,işlemlerde toplanan veya çıkartılandı,hep böyle kalacaktı asal olamıyordu.Kabaklar ağustos sıcağında çok üşüyor,üşürken büyümüyor ölüyordu.Yinede üzerlerinde kırk mumluk ampul büyüklüğünde,ampul gibi kabaklar vardı.
Soğuk kış gecelerinde bir battaniye altında bekliyordum. Geceler erken oluyor aydınlığım yoktu karanlıktı. Camdan içeri vuran soğuk karın mavi aydınlığında sabahları bekliyordum.Sabahları karda çıplak ayakla tarlaya inip hala ampul gibi parlayan kabaklarıma bakıyordum. Gelmişmi gelmemişmi diye. Bakarken gelmişine geçmişine okuyordum. Karda ayak izlerine bakıyordum. Benimki çıplaktı ayak izlerim belliydi. Çoğu izde derin çatlaklardan sızan kan vardı. Onunki yoktu olsa hani olmazdı ya olsaydı. Belli olurdu sabah doğan güneş, gündüz esen rüzgar, gece çıkan ayaz misali.
O her sabah Atatürk anıtının önünden geçerek binaya giriyordu. Odasına girip bekliyordu. Beklediği ise biraz önce binaya girmeden çağırdığı ayakkabı boyacısıydı. Boyacı ayakkabıları alıp götürüyor oda ayaklarını uzatıyordu,dosyaları hazırladığı masasının üzerine.Gülüyordu gözbebekleri çocukken oynadığım misketler gibi görünüyordu.Hayata karşı rengarenk bakıyordu.Umursamıyordu tuzu kuruydu,anam avradım olsun ona devlette millette bakıyordu. Genzinden hala akşam konağın küçük odasında bir memleket sürtüğünün dudaklarından bulaşan rujun kokusu geliyordu.Dışarı buz gibi içeri sıcacıktı.Konağın odası bu kadar sıcak değil diye düşündü oysa o ne kadar sıcaktı gülümsedi.
Bense bekliyordum gelse bilirdim.Gelse her gün boyanan ayakkabısından etrafa yayılan cilanın kokusu kara bulaşırdı.Bilirdim onu ayakkabı cilasının kokusundan,nede olsa köpekler gibi yaşıyordum artık,evrim geçirmiştim burnum İngiliz tazıları gibi kokuları alıyordu..Konağı yol yapmıştı karda ayakkabı numaraları belliydi.Geleceği yer uzak değildi konağın yanıydı.Baksa görürdü,pencereden,gözleri dürbün gibiydi.Niye baksın ki memleket sürtüklerinin ince kıvrımlarına bakmak yerine bir tarlaya neden baksın ki.Oda bekliyordu yapılacak ikramı.Ne güzeldi burası cennet gibi.Bir burada huzur buluyordu.Tek dostuydu candı nede olsa.Gelin canlar bir olalım misali.Sonra bekliyordu yinede ya bir gün gidersem ne olur buranın hali diyordu.
Sonra üzülüyordu gideceği yer böyle olmazsa. Bense üşüyor ve halsizdim. Hastalıktan değil açlıktan. Bekliyordum ölüm meleğini gelmiyordu.Söz vermiştim o gelene kadar yaşayacaktım.Her sabah yeni doğmuş gibi her günü bir hayat sayacaktım.Bu günde yarında.55 model dolabın kapağını açtım.Yoksulluk fukaralık kokuyordu.Boş şeker kutuları arkasında bir poşet vardı.Bunu neden daha önce görmemiştim.
Poşetin içinden bir paket çıktı üzerinde bulgur yazıyordu. Haşladım soğuktan uyuşmuş ellerim bulgurun sıcaklığıyla sızlamaya başladı. Oysa benim yüreğim sızlıyordu. Oysa benim kanım damarlarımda buz tutmuş akmıyordu. Umutlarımın cellâdı hayallerimin katiliydi. Aslında o karanlığımın bekçisi karanlıkların muhafaza memuruydu. Uzun zamandır hep o vardı.
Haşlanmış bulgur kaşık içerisinde tane tane duruyordu. Çok yememeliydim yarına da kalmalıydı, belki öbür günede. Dışarıda kar yağıyordu, bulgur midemi ısıtmıştı. Uykum vardı uyumalıydım. Battaniyenin altına annemin karnında yatar gibi kıvrılıp yattım. Battaniye altında nefesimden çıkan buhar iyice ısıtmıştı bedenimi. Uyudum uyandığımda kar hala yağıyordu. Tekrar uyudum. Cumhuriyetimizin hürriyeti altında bir kışı böyle yaşayarak bitirmiştim. Bahar geldi göçmen kuşlar geldi. Tarladaki kabaklar bir bir çürüyüp kayboldu. Sonra tarlaları yeşil otlar çiçekler bezedi. Sonra solup sarardılar sonra. Yaz bitti eylül geldi hala ondan haber gelmedi. Oysa o hala cana can olma gayretindeydi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.