PENCEREMDEKİ IŞIK
Arif hastanenin daracık koridorunda, başı ellerinin arasında, on beş yıllık hayatında yaşayabileceği en büyük yıkımla öylece duruyordu. Kalbinin derinliklerinde deprem olurken, depremin sarsıntıları midesinde kasılmaya ve gözyaşlarının ardı arkasına akmasına yol açıyordu. Yalnızlık hissiyle kavrulan bedeni bütün uyarıcılara kapalıydı. Gayesizliğinin ötesinde ışıksız kalan kuşlar gibi sağa sola çarpıyordu.
“Anneniz eks oldu.” Yavan, hissiz ve ukalalığın daniskası olan söyleyiş tarzıyla birlikte anlamlandıramadığı birçok açıklamanın sadece özet kısmıydı. “Öldü.” kelimesini kullanmamaya çalışarak acıyı dindireceklerini mi sanıyorlardı? Arif’in beynindeki düşünce trafiğinden kırmızı ışığa takılanlar bunlardı. Her şeyin ilerisinde aydınlık bir sahne vardı gözlerinde.
“ Oğlum hadi kalk! Okula geç kalacaksın!”
Perdenin yaldızlı kornişlere sürtünerek çıkardığı ses kulakları tırmalıyordu. Başını yastığın arasına sokup kulağına doğru iyice bastırdı.
Güneş yükselmiş yakıcılığını hissettirmeye başlamıştı. Zehra Hanım kalkması için onu çekiştirirken; “Anne yaa! Kalkmak istemiyorum.” dedi.
“Oğlum, bugün matematik dersin var. Hadi!”
“Anne, beş dakika daha yatabilir miyim? N’olur?”
Güneş ışınları, odanın haki renkteki duvarında ışıltıyla dans ediyordu. Zehra Hanım’ın ses tonu, bu dansın canlılığına tezat; sakin ve buğuluydu. “Benim yakışıklı oğlum. Sana çok güzel kahvaltı hazırladım. Turun reçeli, sarı kiraz reçeli var. Patatesli omlette yaptım.” Arif, kahvaltıda bulunan enfes lezzetteki yiyeceklere kayıtsız kalamayıp, yastığı başından sıyırdı. Pencereden odaya dolan ışık gözlerini kamaştırırken, uyku mahmurluğuyla, “Domatesli sos da var mı?” diye sordu. Zehra Hanım, zafer kazanan komutanlar gibi elini beline koydu. Kahkaha atarken “Sen nasıl istersen.”dedi. Kahkahalarını boğucu bir öksürük bozdu.
Arif, bu canlı ve bol ışıklı günü, annesi hasta olduğu süre içerisinde bir daha hiç yaşayamadı. Annesiz kaldığı günün kasvetini havada hissederken “Artık annem yok ve ben ışıksız kaldım.” Sözcüklerini yineledi. Hastane odasından morga, morgdan camiye uzanan anlar boyunca penceresinden yansıyan ışıkla birlikte annesini düşündü.
“Kurtuldu. Yaşasaydı felç olurdu zaten.” Teselli sözcükleri gibi söylenen, ölenin mi, yoksa geride kalanların rahatlığının mı düşünüldüğü belli olmayan cümleler karşısında çıldıracak gibi oluyordu. Arif, ilk defa cenaze namazı kılmak için cemaatin ön sırasında, annesinin karşısında yerini aldı.
“Erkek adam ağlamaz. Senin güçlü olman gerekiyor.” Yüreği ağlarken, dudaklarının titremesini ve içinden yükselen çığlığa sarmalanan gözyaşlarını tutamıyordu. Hocanın tok sesiyle sorduğu “Hakkınızı helal ediyor musunuz?” sorusuna en içten “Helal olsun!” sözcüğünü üç kere Arif söyledi. Tabutu en önde sırtlarken halasının, dayısının, karşı komşunun kızının yüzlerinin yarısını kaplayan siyah camlı gözlükleri dikkatini çekti. İçin için kızdı hepsine. Gerçekleri görmemek için körebenin siyah çaputunu da bağlasalar nur olur sızar zihinlere keder, diye mırıldandı. Hemen arkasında olan kuzeni omzunu sıvazladı. Arif çevresindeki kalabalıktan güç aldığını hissetti.
Annesinin ebedi ikametgahına geldiklerinde hocanın duaları eşliğinde babasıyla tabutun kapağını açıp, kefene sarılı naşı çıkardılar. Hastalığın sinsi sinsi ilerlediği günlerden ameliyata, yoğun bakım servisinden soğuk mezara uzanan yorgun bedenin ağır hüznü simalara yansıyordu. Soğuk, nemli, böceklerin ve solucanların olduğu çukura annesini yatırmak istemedi.
“Altına battaniye serseydik.”
“Oğlum olmaz. Hadi yatıralım.”
“Baba annem üşür. Altına battaniye serelim.” Hoca nemlenen gözlerini saklamaya çalışarak “Evladım, sen merak etme!” dedi.
Arif; her sabah kalkmamak için nazlandığı, yaptığı güzel yemekleri yememek için inatlaştığı, yeri geldiğinde kırdığı, yeri geldiğinde üzdüğü biricik annesinin üzerine ilk toprağı o attı. Sonra babası, o, babası ve yine o… Öyle toprak atıyorlardı ki bir an önce gömmek için yarışıyorlardı sanki. Yakın akrabalar bir kürek toprak atmak için sıraya girmişlerdi. Arif’in küreğini biri almak istedi. Sertçe itiraz etti. O toprağın altında kalan annesiyle mutluluğunun, huzurunun da gittiğini kanıksıyor, her toprak kümesiyle annesine kendisinden bir parçada veriyordu. Hoca Efendi, Kuran-ı kerimden bölümler okurken mezar neredeyse kapanmak üzereydi. Arif gözyaşlarıyla karışan terini elinin tersiyle sildi. “Oğlum peçete vereyim mi?” bir an annesinin sesi olduğunu düşündü. Arif; heyecanla döndüğünde teyzesinin acıyla karışık, sevgi dolu yüzünü gördü. Burnunun direği sızlarken “İstemiyorum.” dedi.
Taziyeler bir saatten fazla sürdü. Arif eve gitmeden önce kümbetleşen mezarın kenarında dua etti. Aniden dönüp önüne çıkana kalem sordu. Erkekler ceketlerinin iç ceplerini karıştırırlarken, teyzesi çantasından kalem çıkarıp uzattı. Arif hastane anılarının yakıcı duygusuyla mezarın başındaki ağaç levhanın üzerine annesinin adını ve ölüm tarihini yazdı.
“Kasım–2005” diye fısıldadı. “Işığımı, amacımı, umudumu kaybettiğim tarih, sonsuza kadar kayıp.”
Mezarlığın taşlı yolunda ilerlerken bundan sonra hiç aydınlık sabahlara uyanmayacağını, patatesli omletin kokusunun hiçbir zaman aynı olmayacağını biliyordu. Yanındakilerin bile duyamayacağı bir sesle “Penceremdeki ışığı kaybettim.” dedi.
Semrin ŞAHİN
[email protected]
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.