- 1473 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
İstanbul, Saçları Sineme Dökük Sevgilim...
Gözlerini kapat!
Şimdi İstanbul aziz bir hatıra
Gözlerinin açılacağı anda...
Yüreğim seni sevdi İstanbul. Bir gece vakti Fatih’de, lacivert gökyüzü ile selamlaşırken, yaşamak denen ağlak bir yangını kader yakama yapıştırıverdi. Ummadığım bir sevda gemisini tahayyül eyledim. Pierre Loti’de sabah namazı sonrası, kahvaltımdı aşk. Büyük bir tencerenin içinde suyumu kaynatıp, çayımı demlemiştim. Sevgililerin mabetlerinden birinde oturup, kirletmeye başladım bembeyaz düşleri. Sevdadan deyip, tirosin baygınlığında kordonları sarıp belime, aldırmadan yaşadığım günlerimi düşündüm. Belki de aldırmak gerekiyormuş hayata. O kırık yumurtaları yemeye çalıştığım anda, imbat serinliğinde yutkunuyordu umutlarım. Düş sokağımın, sahteliklerinde sevdaları yaralayan günahları boyadım ellerime ve seni sevdim İstanbul!
Aldırmak gerekiyormuş belki de, aldırmak ve ona göre yaşamak. Ama İstanbul, sen uzak da, ben uzaklığına isyanlara doldukça; bir başıma ağlamalarımla ihya oldum sana doğru esen rüzgârlarda. Hayatıma ait tüm başarısızlıkları, çaresizlik kayığıyla karşıya geçirmeye çalıştım hep. Ben senin gözlerinde, gözlerime gölge oluveren kirpiğinde yaşamayı sevdim. İstediğim bir dünya kurdum sessizliğinde. Önce hafiften bir rüzgâr şarkımızı çaldı; ’Ağlamak yakışır gidenlere...’ diye. Ağaç dallarında yapraklar yitirip, bir kandil ışığında çok uzakları seyrediverdim. Gözlerinin aklımı kaçırıverdiği geceler oldu sensizlik. Seni çok sevdi yüreğim ve yüreğimde seni misafir etmek istedim her gece. Bir gece gerçekten geleceğini bilmediğim usul usul özleminin yorgunluğunda, esip geçmeni bekledim aklımdan. Bir gün gelmiştin....
Bir vapur yaklaşmak üzereyken iskeleye, boş ve kimsesiz gözlerde, yokluğunun berrak damlalarında seni buldum İstanbul. Yüreği, sevip de; kollarına kar tanesi düşmüş bir kadının ezberinde kimseler inmemişti asfalt çatlaklarına ve susuz martılar dokunuvermişti o kadının gözyaşlarına. Yaz günlerinin yalnızlığında buruk bir sancının yüzümü delip geçtiği sıkıntılarla kol kola giriverdiğim bir akşam vakti, seninle ezberlediğim ölümleri umdum her seferinde. O masmavi denize nemli gözleriyle bakan kadının elleri değerken cilalı tutacaklara, ilhamlarımı aşırdım ıslak penceremden. Bomboş gözlerle bakarken yağmura, ufukta görünen ahşap kokularında bir tarihi yakıverdi yalanlarım. Bir avuç gözyaşı, birkaç sahne arkası ölüm provası ve yaşamak denen, eriyip gideceğini bildiğim kar taneleri...
Yüreğim seni sevmişti İstanbul. Genç yaşında bir kadının yorgunluğunu soyup Anadolu bozkırlarından, bir coşkuyla dalgalanırdı Marmara’n. Denizinde ne garipliklerin, ne isimsiz ölülerin yatardı da, dünyaya ait yalanıyla simsiyah olmuş gözlerinde o kadının içine dolup, hayallerini ç/alıvermiştin. O deniz mavin, simsiyahtı artık. Olsun, yine de seviyordum seni. Ve sana ait hasretleri kucaklıyordum yâdımda. Hiç gereği yokken hayatıma girip, yoluma çıkıvermişti sevgin. Hiç gereği yokken mevsimlerdi adın, mevsimlere dokunuvermişti o güzelim yılların. Hep senleydi, hep senle ısınıyordu yüreğim. Ve o kadının gözlerinde ısındı tekrardan sana benliğim. Belki de o kadının dediği gibi, ben de diyordum senin için: ’İstanbul! Sen mi benim içindesin, yoksa ben mi senin içindeyim?’
Hiç gereği yokken ne insanlar çıktı karşıma ve ne insanlar yitirdim şu kısacık zamanda. Her yitiriliş, destan oldu kitabımda, kitabımı her açtığımda bir tek sana sarılabildim annem misali. Hiç gereği yokken, beni mutlu edenler insanlar tanımıştım, seni severken. Sonra da hiç gereği yokken çıkıp gitmişlerdi hayatımdan. Oysa sen hep azığımda Mikail asasından çıkmış nur idin. Cebrail her gün beş vakit, ayet ayet iniveriyordu sokaklarına. Pisliğini temizlemek istiyordu yarınlar. İsrafil çalmadan sonsuzluk borusunu, nurlar doluşmadan bir gece ansızın ve çok sevdiğim varlığın silinip gitmeden bu dünyadan, Azrail ölümler bekletiyordu kucağında. Ben gözlerimi kapatıp uzaklardan, gözlerimi açıyordum iskelenin birinde; ki çok zordu çoğu zaman böylesine düşlemek seni. Kabul etmesinin zor olduğu şefkatli gönlünde, o kadının gözlerine vermiştim ayrılığına ait özlemini. Önceleyin hafifçe bir rüzgâr esiyordu Haliç’ten.
Ben seni her mevsiminle sevdiğimdendir, her mevsimde böylesi hüzünlere ait oldu yüreğim. Uzaklardandı, hep uzaklardan sana sevgim. Dağılmış saçlarıyla, gönlünün yatağına uzanmışken o kadın, gözlerimi kapatıp bir şarkı dinledim sana dair. Martılara Züleyha nefesiyle dokunmak istiyordu o, yabancı seslerinin ardı sıra. Eylüller de geldi mi göğün takviminde, ay misali düşlerine; kadın elleriyle tutuverdi köprülerini, ben söylememişken ona. Bir çığlık daha yankılanıp, şileplerin yorgun gövdelerinden yüzüne çarpıverdi. Kadın mutsuzdu yaşamaktan, hiç istemediği kadar. Bir elinde güneş, diğer elinde dudağına tiryaki yanık bir sigara. Serin kuytularından haber getiren oltaların kısa çekişlerinde, şehrine sonbaharlar düşüyordu, o kadının nemli gözlerine toprağını atıverdiğin gibi.
Seni dinlemek içindi tüm şiirlerim, buğday tanesi atıp tezek kokusunda umutsuz yarınlarımın ardınca. Ne Nişantaşı’ndaydı gözüm, ne de Bebek’si sokaklarının makyajlı hayallerinde. Caddelerinden hızlıca gidiveren arabalarda da değildi gözüm. Bir sessizliğim vardı, anlatmanın hep zor olduğu. Hiç tanımadığım bir insana emanet ettim seni, hiç tanımadığım kadar seni. Çarşılarından, pazarlarından, balık kokan tablalarından ipek mendiller kaydırıp Adalar’ına, şirin bir umutla dokunduruverdim yanağımı, günbatımlarında ki ıssız kıyılarına.
Anladım ki, olmuyor hiçbir türlü. Yaşanmıyor işte; ne senli ne de sensiz. Kalemimi emanet edip kestane kırığı saçlarında ki kadına, saçlarının fırça darbesinde yüreğimi acıttım İstanbul! Yasaklı bir meyveyi okşarcasına avuçlarımda, hecelerimi yakıverdim. Gönlümün bir odasında, şark odası misali bağdaş kurup, o kadının gözlerinde seni dinledim, seni izledim. Sesi oldu şiir, şiirinde yaktı dişlerini med-cezir.
Güneşin battığı yerde şimdi uzaklardan seni seven bir adamın sözüyüm.
Yakamozlarında deniz kapkaranlık,
Hasretlik hanlarından bir yalancı buluyorum,
Seviyorum sana dair her şeyi;
Annesiz tarihini,
Yorgun asaletini,
Kubbeli, çanlı heybetini,
Tepelerden akmış cesaretini,
Zincir tanımaz Fatih’ini,
Seni!
Her gün uyandığımda,
Radyoda ismini duyup merhaba demeyi
Seviyorum.
Tenimde ateşler,
Kederli aşklarımı seninle
Yaşamayı seviyorum.
Büyük sevginle bazen ağlamayı
Bazen umutsuz kalışlarımı seviyorum.
Büyülendikçe her sana bakışımda,
Sana bir daha âşık oluyorum!
Usta bir ressam gibi çizerken mecnunu,
Leyla’n olup, seni böyle seviyorum!
Deştikçe kanıyor yüreğim, kanıyor İstanbul! Ne yalnızlık, ne de razı olunmamış geçmişim gençliğimi kanatıyor. Bir bilsem adını, bir bilsem kanayan yüreğimde ki sancılıların destansı yazarını, inan artık düşüverip gözlerimden, secdelere kapılacağım toprağında. Başımı kaldırıp dua ederken, belki de bu kez seni yaratanı anacağım. Seninle olacağım, donacağım. Bilmem ki çok mu yalan söyledim sana, ama ben senin hasretliğindeki her çıldırışımda, o kadının gözleri kadar yakın olacağım sana. O vermese de bu sözü, ben veriyorum inan, her seni yazdığımda.
İstanbul, Saçları Sineme Dökük Sevgilim... Yazısına Yorum Yap
"İstanbul, Saçları Sineme Dökük Sevgilim..." başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.