- 793 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HÜZNÜN VATOZ MEVSİMİ
Sen bugün de devam et masum hırslarını törpülemeye. Ellerini satışa çıkarsan, köşe başında oynaşan çocukların anadan üryan hayallerini baltalamayı düşleyen bir cadı alır ancak kapabildiği parmak izlerini...
Ah! Ellerinin sorgusunu bitiremedim, suç benim...Bu başka bir gece çünkü...Kıyamamak dedikleri şey ile nefret etmenin arasındaki asil boşluğun çetrefilli sükûtu bu... Bir ben suçluyum. Ellerini bir yara gibi gözlerimin kırık aynasında büyüttüğüm de doğru, çıkardığım balina seslerini koyacak bir sandık bulamadığım da... Herkesin anne dizini bir seyir alanı gibi gördüğü bir an da bile, kıyısız seslerimi demirleyecek bir liman bulamadığım da doğru...
Sen bugün, araklanmış şiirlerin göğsüne imza atabilmeyi bile ilham sayan gösterişinle dokunuyorsun kalemime...ellerin tecavüz kokuyor ve ben sevmiyorum böyle alınan kokuları; böyle izlerle örtülmüş korkuların anksiyetik travmasını sindiremiyorum içimdeki sindrella’ya...
Sırf, ferdanın olası tutanaklarında adın geçmesin diye kalemini batırıyorsun şiirlerimdeki acıya ve dudaklarımdaki ruj lekeleri bile dağılmadan geliyorsun yine...yeni bir ruj, koyu bir sürme, şehvetli bir fondoten ve yüksek sivri topuklar...Penceredeki karanfil ve duvarda asılı duran tuvaldeki krizantem bile şahlanıyor! Hadi gel fotosentez yapalım dudak dudağa...
Sabah oluyor...Üç beş kağnı arabası, göğe söylenen kişnemeleriyle arnavut kaldırımını tırtıklayan atlar tarafından çekiliyor. Kasketi yamulmuş fakir arabacının çıkardığı yırtık ses ve sırtıma yerleşen kırbacın sıcak mührü acıma dokunuyor. Yoksun! Yatakta, beyaz nevresimlerin bitkin yüzünden ve birkaç damla yalnızlıktan başka hiçbir şey yok. Penceredeyim. Kırıklarımı kontrol ediyorum, yavru karanfilin dallarına dokunarak...Dışarıya, bir vatozun mevsimine bakar gibi bakıyorum. Kanatlarını açıp, ağır denizlere uzanmaya niyetlenen baharın ilk nefeslerine kulak veriyorum. ’Boşver be, boşver...’ diyorum,’ Hayat, bir kadın adıdır bazen’ Ağlıyorum!
...
Kullanılmış bir eşyanın bile bakımını üstlenen birileri bulunurken, ben kendi yanıklarımı tamire yelteniyorum. Elimde kendime yetmeyecek kadar alet edavat var. Bir kontrol kalemim bile yok. Tenimde sıkılmayı bekleyen onlarca cıvata ve sürekli kısa devre yapıp da bozulan bir onurun ucu açık kabloları mevcut kalbimde...Meğerse, tamirci çıraklığına belge verilmiyormuş aşkta...Sonraları öğrendim bunu, çok sonraları! Hep tamirsiz ve garanti belgesiz serüvenlerin spot görselliğine kapılarak harcadım yaradılışıma ışık tutan dehayı...Yanılgı sözcüğünün öyle saf duran yapısına inanışım bile yanılgıydı. Yanıldım, yine ve yeniden... Akıl tutulması yılın kaç günü yaşanır biliyor musun bende?Boş-verdim sana tüm verdiklerimi, ’hadi gel doldur...’demeyeceğim.
Hep bir gölgeyle takılıyordum ardına, sen kuşandığın lalezarlardan usta işi ışık kırılmaları dikiniyordun üzerine...öyle sevdanın ilgili saatinde ve üstelik karnı ağrıyorken arzulanmaların...gitmek yok...ben gitmekten değil, sanırım sensizlikten korktum hep...Kaçış, budalaların açık zannettiği kasvetli bir kapı...farelerin kendilerine seçtikleri en derli toplu tavan arasında bile sevebilirim seni...senin hangi delikte olduğunun ne önemi var. Ben seni aramıyorum sevmek için, gölgen bile yeter. Ben zaten seni, ’Sevecek bir gölge bile yeter bana Tanrım’ diyerek sevmedim mi? Kaçmak ya da gitmek arasına gizlensen ne değişir? Öyle de olmayacaksın yanımda böyle de... ve ben öyle de seveceğim seni, böyle de...
Nevzat KONŞER
--------------------------------------------------------------------------------