Düş
Önce uçarı bir rüzgâr aldı beni. Serin yağmurların gündüz düşlerine taşıdığı ferahlık gibi. Saçlarımdan geçen rüzgârlar, taşınmış yağmur, bütün beni ıslatmıştı. Üstümde bindallı bir etek, yalın ayak bir ovayı dümdüz yürüyorum.
Sekizinde bir kız çocuğuyum henüz. Bir yandan yağmurda yürümeye çalışırken bir yandan da eteğimi çekiştiriyorum. Yarılmış bulutlardan sarı yıldızların düştüğü yere varmaya çalışıyorum. Ben yürüdükçe o yer bana daha da uzaklaşıyor. Gözlerim doluyor, ben daha sekizinde bir kız çocuğuyum. Nefesimin sıklaştığını ve daraldığımı sonra karnımdan yukarı doğru bir yumrunun gelip boğazımda düğümlendiğini hissediyorum. Ve aniden bağıra bağıra ağlıyorum. Gözyaşlarım yağmur tanelerinden daha iri ve sıcak. Gözlerim dolu dolu, önümdeki ışıltılı parçalanmışlık ise gittikçe bulanıklaşıp, kayboluyor.
Gözlerim kapanıyor ve dayanamıyorum artık, aydınlık çok uzak. Bir sesle irkiliyorum aniden. Binlerce asker perişan halde yürümekte bana doğru. Onlar da yağmurdan sırılsıklam haldeler ve onların ışıkları çoktan kaybolmuş. Biri gözlerimin içine bakıyor. Onlardan ayrılıp yanıma geliyor. Elindeki bir parça ekmeği bana uzatıyor. Bir de cebini karıştırıp bir ruj uzatıyor bana… Yanağımı okşayıp tekrar yürümeye koyuluyor.
Ekmeğimi kemirerek yürümeye başlıyorum. Uzun otlardan oluşan bir ormandan geçip yüksek bir tepeye varıyorum. O an yağmur duruyor. Yırtılmış göğün aydınlığındayım. Çok seviniyorum buna. Küçük cebimden çıkardığım rujla, dudaklarımı ve gözlerimin etrafını kalın kalın boyuyorum. Ova ayaklarımın altında, atlar rahvan geçmekte yine düz ovayı. Kelebekler uçuşuyor üzerimden ve ben yalnızlığımı bir müddet unutuyorum. Yüzüm gözüm kuruyor pırıl pırıl güneşle. Isınıyor neşeleniyorum. Etrafımda dönerek hoplayıp zıplamaya başlıyorum. Dönüyorum, dönüyorum…
Bir süre sonra tüm dünya etrafımda dönmeye başlıyor. Gözlerimi yumuyorum ve kendimi sırt üstü otların üstüne atıyorum. Kalp atışlarım ve kuş ötüşleri aynı şarkıyı söylemeye başlıyor.
Bir an düşe kalırsın kuytusunda denklemsiz, hesapsız pervasız çığlıklarla boğulmuş geri dönülmezin kadranında. Filler ülkesinde yuvasını kaybetmiş karıncalar gibi dur durak bilmeden bir isyanı bağırırsın. Kocaman bir hayal kırıklığıyız darmadağın yüzü boyalı anlarımız en güzelimiz. Karşısında diz çöktüğün aydınlık sana da bana da karanlık olduğunda susarak konuş benimle. Fotoğrafı pozlardan uzak bir ölüm öpücüğün olsun çimlere uzanmış darmadağın özgürce hiçliği düşünürken. Acılardan emzirilen çocuk, düşün ve karmaşanın masum yetimi isyan artık gözlerinden çok uzak. Lacivert bir dünyadan gri dünyaya selam olsun. Artık son bize çok yakın…
Bir an güneşin sıcağının yerine bir serinlik hissediyorum. Gözlerimi açtığımda ayaklarımın ucunda uzun boylu, siyahlar giymiş, başında uzun bir fötr şapka olan yaşlıca bir adam görüyorum. Aniden irkiliyorum. Korkma diyor bana yaşlı adam.
- Ben kötüyüm, ama sana zarar verecek kadar sana yakın değilim. Seni tanımam için büyümen gerekiyor. Şimdi düşler ülkesinde bir yalnızsın, yarın gerçeğin dünyasında çok sevilen olduğunda, kibrinle ben doğacağım. Uzat ayaklarını.
-
Elinde tuttuğu kırmızı, topuklu ayakkabıları gösteriyor.
- Bunlar benden sana hediye.
Ayakkabılara uzandığım an gözlerim açılıyor ve rüya gördüğümü anlıyorum. Hava kararmak üzere ve benim halen gidecek bir yerim yok. Ayağı kalkıyorum ve o an yerde bir çift kırmızı renkli topuklu ayakkabıları görüyorum. Rüya değilmiş demek, yaşlı adam gerçekmiş diyorum. Heyecanla giyiniyorum bana büyük gelmelerine aldırmadan heyecanla yürümeye başlıyorum.
Bir vadiye doğru inmeye başlıyorum. Yollar gittikçe kötülemeye başlıyor. Yürümekte zorlanıyorum. Akşam olmadan sığınacak bir yer bulmalıyım. Yoksa sonum vahşi hayvanlara yem olabilir. Buralarda kurt başlı yılan gövdeli, öküz gibi böğüren canavarla olduğu kesin. Hava kararıyor ve ben gittikçe daha çok korkmaya başlıyorum. Çevremden sesler gelmeye başlıyor. Birini kurt başlı yılan gövdeli canavarın sesine benzetiyorum. Gözlerimi kapatarak karanlığa doğru koşmaya başlıyorum. Koşarken ayağım bir ağacın köküne takılıyor ve sere serpe yeri seriliyorum. Ayakkabılarım ayağımdan çıkıyor ve ben gözlerimi kapalı olduğu halde onları bulmaya çalışıyorum. O an korkunç bir böğürme duyuyorum hemen başımın üstünde. Ve salya gibi bir şey üstüme damlıyor. Çok korkuyorum, ama aldırmadan ayakkabılarımı arıyorum. Ben hareket edince böğürme daha da artıyor. Ve bana doğru sıcak bir nefesin yaklaştığını hissediyorum. Beni yiyecek, kaçmamın imkânı yok. Onun için bir lokmayım sadece. Ölüm yutkunma kadar yakın bana.
Kaçarcasına kucakladığın ölüm bir anın düğümlenmesidir, gayretkeş, dünya perest nefislerde.Uzaklardan bir ney üflenir sen sanırsın ki Mikail Sur’a üflemiş. Karanlıklar içinden doğan yalın aydınlık bir zamanın esirini mükâfatlandırır gibi gelir sana. Durgun yüzün, neden bundan sonra iki açılamamış su çukuruna mahkûm her gülüşte. Vicdanın kısmeti düstursuz düş topraklarında gerçeğin yalancı bekçisi gibi lacivert dünyaya haykırmakta. Bundan sonra sonrasızlık bekler gülüşleri. Derin uykusuz ve alacalı bir düş bekçiliği…
Her şeyin bitmesini beklerken aniden başımın üstünde acı acı atılan bir çığlık duydum. Gözlerimi açtığımda yerde bir kurt kafası ve daha ilerde hızla kaçmaya çalışan bir yılan gövdesi gördüm. Peki, ama nasıl?
- İyi misin küçük kız?
Ses hemen arkamdan geliyordu. Dönüp baktığımda kumral genç birini gördüm. Elinde bir kanlı bir kılıç tutuyordu. Kılıcıyla kurt başlı yılan gövdeli canavarın başını koparmıştı.
- Kimin kimsen yok mu senin ne arıyorsun bu karanlık ülkesinde?
Ben hiçbir şey konuşamadan öylece onun gözlerine bakıyordum. O aniden gülmeye başladı.
- Bu yüzünün hali ne böyle? Gel seni ailene götüreyim.
- Benim ailem yok. Yırtılan göğün aydınlık ülkesini arıyorum.
- Ben sanırım oraya seni götürebilirim, ister misin?
Öylesine tatlı gülümseyerek soruyordu ki, buna ancak başımı sallayabildim.
- Peki, öyleyse, deyip. Gelip beni kucağına aldı.
- Ayakkabılarım!
Ayakkabılarımı da yerden aldı ve yürümeye koyulduk.
Vardığımız yerde bana bir kapta su getirdi ve yüzümü temizlemeye başladı.
- Ne kocaman gözlerin var senin öle, dedi, gülümseyerek. Sonra yüzümün kalan kısmını da rujdan ve kirden temizledikten sonra iki parmağıyla yanaklarımı sıktı.
- Küçük hanım bir daha sakın karanlıklar ülkesine gitmeyin. İstemeden bir gün eğer yolunuz düşerse de meraklanma. Senin yanaklarında aydınlıklar ülkesinin açılmamış su kuyularını işaretledim. Korktuğun an gülümsersen bu kuyulardan canavarlar ürker ve sana bir şey yapamazlar.
- Peki, sen kimsin?
- Ben Sur’ a üfleyecek Mikail, beni öğrendikten sonra; beni bir daha hiç görmemeyi dileyeceksin. Haydi, şimdi uyu. Sonrayı kurma kafanda, geçmişi yaşama bir daha, an senin huzurundur.
Ve kalkar gider pusu kurmuş gerçeklik, gelir oturur tahtına özlenen düş. Bir adım olsun sana gelebilsek, ömür kısaltan an’a. Dur durak bilmez akan coşkun zaman nehri, bizi de yıka yaşanmışlığınla. Götür bizi de göçmen kuşların hiç varamayacakları Anka ‘ya… Vakit düşe durma zamanı. Gafil vicdanlarda, kör gözlerde bırak sefilliği, gönül gözünde buldun zaten eğri ve doğruyu. Vakit düşe durma zamanı…
- Lan kızım kalksana! Şşşşt , alo kime diyorum.
- Ne oluyor ya?
- Ooh yine dağıtmışsın ha. Bu ne hal böyle
- Hayde kalk daha dünya işimiz var.
- Mikail nerde?
- O kim? yeni biri mi?
- Of! Rüyaymış.
- Hm demek beyaz atlı prensin rüyana geldi öyle mi? Haha ha!
- Saçmala ya, defol git başımdan.
- Tamam, gel kahvaltı yapalım.
Demek rüyaymış diyerek yerimden doğruldum. Saçım başım dağınık sağa sola bakındım bir an. Sonra yerdeki kırmızı ayakkabıları fark ettim. İçime bir ferahlık geldi. Hemencecik giydim onları. Ama bunlar bana büyük, rüyadaki gibi. Yerdeki ekmek kırıntıları ne ya. Ne yedim ki gece gece. Kırıntıların bittiği yerde bir ruj. Allahım sanırım deliriyorum. Ama bu beni neden bu kadar mutlu ediyor. Gerçek ile düşün nerede buluştuğunu nasıl anlayacağım.
-Şu rujdan biraz süreyim bakayım.
Kırmızı ruju aynanın karşısında sürdüm. O an içimde sanki Mikail’in işareti hareket etti, yanaklarıma doğru...
Gerçek olması için aynanın karşısında gözlerimi kapattım ve kocaman gülümsedim.
Ufuk Ataman