- 887 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Benim Adım Consensus
- Çok korkuyorum.
- Sakın. Arkasına saklanma korkuların, kurtarmaz şimdi bir zamanlar elinde sopayla yaptıkların.
- Ama kötü biri değilim ben. Kimseye dokunmaz zararım.
- Mühim olan sen değilsin. Ne öğrendikleri ilgilendirir bizi. "Affet" diyebilmeniz için, yüzünü koruyan ellerinden tutup onu ayağa kaldırmanız gerekirdi.
"Öldürmeye başlamadan keşfedilemeyenler..." İnanmaya mecbur bırakıldığımız bir yalan gibi. Süngerle silinmiş tebeşir izlerinden ibarettir toplumsal günahlarımız. Sırf birilerini ötekileştirmek için hiç almadığımız aramızda, kaybolup gittiklerini var sayarız temiz yüzlü çocukların. Şiddetin evi olsaydı bile misafirliğe çağırmazdı kurbanlarını. Dışarıda öldürür sonra tek başına dönerdi evine. Yalnızlığı dışında kimseye açmazdı kapılarını. Sen de iyi bir komşu olmak istiyorsan, önce kendi kapının önünü temizle. Ve bu geceden sonra... Sakın basma yanlış bir zile.
Gülen yüzler çizmek için kullanırdık pergelleri. Dudakları uçsuz bucaksız kılardı düşüncelerimiz. Ama çok geçmedi, cetvel tutuşturdular aynı ellerimize. Kapattık o gülmeye çalışan sorumsuz ağızları. Sonra silgi geldi. Tanıştığımızda sessiz ve çok sakin görünüyordu, zararsız sandık, aldık aramıza. Bütün sevimsizlikleri imha eder, yeni bir başlangıç için bırakırdı beyazları avuçlarımıza. Sildik, silebildiğimiz ne varsa geçmişte, bir çırpıda... Sildikçe beyazın beyaz kalmadığını, yaprakların daha çok kabardığını ve bir kez daha diye dokunduğumuzda yırtıldığını... Öğrendiğimiz zaman başlamıştık korkmaya. Korkuyla tanıştığımız ilk vesvese anıydı bu, sarıldık sıkıca.
"İyi Yürekli Hacı. Bir masaldı peyzajı. Kafasındaki tacı gibiydi sanki saçı. Laray laray lay laray, laray laray lay laray!" diye uzatır giderdik şarkılarımızı. Semtin gizemli ve hep bizde, içimizde kalmış yabancısıydı İyi Yürekli Hacı. Ne iş yaptığını bilen yoktu ama görünmeyen bir dergahta yıkanmış gibiydi ruhu. Onu görmeniz için bir dilek tutmanız veya sadece içinizden geçirmeniz kafiydi. Her an mahallenin her yerinde olabiliyordu. İri cüsseli, gözlüklü ve kızıl sakallı orta yaşlı bir adamdı. Giyimine hiç özen göstermeyişi "Bir ekmek bir hırka, yaz geldi mi hırkaya bile gerek yok" düşüncesini kendisine felsefe edinmiş olmasından gelirdi. Biz çocuklar için eğlence kaynağı olduğu kadar hayatı hayallerimize yakınlaştıran yegane dostumuzdu. Onun için bu şarkıyı dilimize dolamıştık ve güneşin altında top peşinde koşarken sokağın ucundan göründü mü dünyalar bizim olurdu. Lakabı gibi İyi yürekli bir hacıydı o.
O gün yine aynı vakitlerde belirmişti İyi Yürekli Hacı top sahamızın yanında. Eline hayali olarak tutuşturduğumuz asasından destek alarak ağır aksak ilerliyordu. Güneşin kızıl sakallarına dokunuşunu metreler öncesinden keyifle seyredip başlıyorduk el çırpmaya. Bir yandan bilindik şarkımızı tekrarlayıp koşarak dolanmıştık etrafında. Gülümsedi İyi Yürekli Hacı ve hiç oyalanmadan cebinde tuttuğu şekerleri avuç avuç dağıttı bizlere. Koşturmaktan pestili çıkmış çocuklar için bayatlamış bile olsa meyveli şekerlerin yeri başkaydı. Çılgınca sarıldık ellerine ve yarış içerisinde kıtırdattık gülen gözlerimizle. Ama o farklıydı o gün. Saçlarımızı okşarken ve usulca gözlerini değdirirken yüzümüze buruktu, bir konuşamama hali ve nedensizlik taşıyordu gözleri. Bir an durdu, yüreğinin derinliklerine saplanmış korkunç bir acının serzenişiyle savurdu içindeki kıyameti. "Çocuklar. Nerede onlar? Arkadaşlarınız? İki kişi eksiksiniz bugün." Sözün bittiği yerde endişe vardı, sesi hiç istemese bile hakimiyeti altında değildi, titriyordu. Birbirimizin yüzüne baktık o an. Sustuk. Bilmiyormuş gibi kaçırarak gözlerimizi. Ve şaşırdık her birimizi aynı görür sanırken ne çok önemsediğini ilk defa algıladık. Sonra yuttuk hızla şekerleri ve görmezden gelmeye çalıştık yalan söylemeyi. Anlamıştı İyi Yürekli Hacı. Acıyı kalbinde hisseder gibi bakıyor, olduğu yerde dururken bile dünyadan hızlı dönüyordu düşünceleri. Biz ise susmaya devam ettik. Kırmızıya çalan yüzümüzü gizlemek için eğdik boyunlarımızı ve birer birer dağıldık. Yalnız bıraktık İyi Yürekli Hacı’yı.
"Bir araya gelip yeterince kalabalık olduğumuzu hissedebildiğimiz zamanlar erkek olduğumuzu anımsardık. Bir soru üzerine çil yavrusu gibi dağıldığımız an, hesabı peşinen ödenmiş erkekliğimizi kaybettik."
"Adaletin dudaklarımızın ucunda yeşermediğini kavrayabilmemiz için sadece doğru soruyu sormamız gerekliydi. Neden? diyebildiğimiz gün yalanlarımızı kaybettik."
"Korku bir başkasına aitken gülümsemeyi severdik. Bizden öğrenmemişlerdi belki ama biz anımsattık onlara ağlamayı. Günün birinde övünçle sarıldığımız, kurşun geçirmeyen inançlarımızın yüzüne bakacak halimiz kalmadığını görünce cesaretimizi de kaybettik."
On yaşındaydı Kerem. Mahallenin en şişman çocuğuydu. Tombul yanakları ve koca göbeği ilk uğrak yeri olurdu bakışlarımızın. Onu her gördüğümüzde içimizi heyecana teşvik eden fikir, ona bir an evvel üstünlük kurmaktı. Fikirlerde olduğu gibi vücutlarda da şişman olanın dayak yemekti hakkı. Sanki biz vurdukça ispatlıyorduk adını bilmediğimiz bir şeyleri. Büyüklerimizin öğretmesine ve öğütlemesine gerek yoktu, izleyerek öğrenmiştik. O kaçtıkça, korktukça ve "Aman" dilendikçe yapışıyorduk erkekliğimize. Ellerimizde kimi zaman yeşil hortumlar kimi zaman ise uzun sopalar... Küfrün önemsiz sayıldığı bir vaziyette, onun kaçmaya çalıştıkça uzaklaşamayışını seyretmek kabadayılığımızın olgunluk evresiydi adeta. Kaçtı Kerem. Bizi her gördüğünde yolunu değiştirdi ama biz onu yine de bulduk, o gün de.
Soluğu mahallenin en ücra köşesinde başlayan ormanlık alanda almıştı Kerem. Güçlükle kımıldattığı bacaklarına hakim olamayarak ilk yokuşta yuvarlandı, eli yüzü çamura bulandı. İçinden lanetler okumaya devam ediyordu ancak nihayetinde arzu ettiği sessizliğe gömülmüştü. Burada sadece kuş sesleri ve doyasıya yeşillik vardı. Bir tek huzur içinde kalabildiği yer, kimsesizlik kumbarası bu yeşillikti. Ufak adımlarla ilerledi ve keyfine göre seçtiği bir ağacın gölgesine yaklaştı, oturdu ve dayandı gövdesine. Ağacın kabukları sırtındaki morluklara temas ettikçe buruluyordu içi. Dizine baktı önce. Pek çok çizik ve oturmuş kan vardı. Sonra soyulan elleri ve derisi kalkan avuç içlerini kontrol etti. Sağ elinin içine taş batıp çıkmış olmalıydı yere düştüğünde. Derince bir yarık vardı. Yüzünü buruşturarak dokundu ve dokununca elindeki terde bulunan tuz yarasını daha beter yaktı. "Şişman olduğum için mi tüm bunlar? Kabahatim ne? Bıktım artık, bıktım onlardan. Neden rahat bırakmıyorlar?" diye sayısız cümlenin çekilmiş el freniyle yolculuğa koyulmuştu zihni. Biraz dinlense iyi gelecekti, geçecek gibiydi her şey. En azından "Oyun oynama" bahanesiyle izin alarak çıktığı eve "Oyun oynamış" gibi dönebilmek için bir müddet burada saklanıp dinlenmeye mecburdu Kerem.
Soluğu küçülüp sakinleşirken kuş seslerini bölen farklı bir gürültü ilişmişti kulaklarına. Sonra sesler renk değiştirdi ve yakınlaştı. Kerem panikle doğruldu yerinden ve sağa sola bir göz atma ihtiyacı duydu. Çimenlerin hışırtısına örtünen yürüme sesiydi dalga dalga sürüklenen. Sekiz yaşında ve mahallenin en ufak, çelimsiz çocuğuydu Akif. Gülümseyerek yaklaştı ve asık yüzlü arkadaşının omzuna dokundu usulca. Kerem bu gözden ırak yeşilliğin sadece kendisine ait olmadığını öğrendiği için üzülmüştü. "Hayrola? Ne işin var burada?" Kerem silkmişti omuzlarını. Esasında konuşmaya gerek yoktu, herkesin bildiği gibi Akif de gayet iyi biliyordu onun yalnızlığı seçme nedenini. Eğildi Akif. Yaklaştırdı gözlerini gözlerine ve tuttu ellerinden. "Gel benimle. Bir şey göstereceğim sana". Kerem itiraz edecek halde değildi belki ama yine de Akif gibi bir çocuğun neyin peşinde olduğunu öğrenmek hakkıydı. "Nereye gidiyoruz ki?" Akif kelimelerin iradesinden ziyade gözlerin tesirine inanıyordu, ona cesaret veren bir dokunuşla "Gel benimle. Kendini daha iyi hissedeceksin" dedi.
Akif ufak tefek, güçsüz bir çocuk olmasına rağmen son derece kurnaz ve zekiydi aynı zamanda. Mahallenin tüm yeni oyunlarını o kurar, o geliştirirdi. Kerem’in aksine bizim korumamız altında geçirirdi günlerini. Ona "Biri seni döverse hemen bana söyle len" diye kol kanat germeye çalışmayan yoktu aramızda. Yani bu sevgi karşılıksız gibi gözükse de aslında onun muhlis kişiliğinden, zekasından kaynaklanmaktaydı. Hiç konuşmazdı Akif. Genellikle susar, bir köşede bizleri dinler ve her zaman gelişen ana fikirden yana olurdu. Bu sayede hem fiziksel dezavantajlarını gizliyor hem de gurup içerisinde kendisine yer buluyordu. Arada bir mahalleden kaybolup tek başına kaldığı da olurdu ama nedense önemsemezdik nereye gittiğini. Her zaman zekasına ve hiç sıyrılmayan kollarına ihtiyacımız olmadığından kaçardı gözümüzden yokluğu. Ve o gün... O da uğramamıştı minyatür kale maçımıza. Nerede olduğu sorusunu İyi Yürekli Hacı dışında dokunduran olmamıştı kulaklarımıza. Şaşırmıştık. Kerem’i biliyorduk ama Akif?
Ağaca asılmış kocaman bir çuval sallanıyordu. Ağzından sımsıkı bağlanmış ve içinde her ne varsa çılgınca hareket ediyordu, bir sağa bir sola. Korkmuştu Kerem. Heyecan ve panikle çuvalı işaret ederek durdu ve "Ne var onun içinde?" diye sordu. Akif gülümseyerek ilerlemeye devam etti. İki adeta kalın sopa aldı yerden ve bir tanesini uzattı arkadaşına. "Al bunu". Sonra var gücüyle çuvala vurdu. Kerem o an çıkan sese dayanamayıp iki eliyle kapatmıştı kulaklarını. Garip, tarifsiz, ürkütücü, acı bir viyaklama yankılanıyordu ormanda. Çuval savruluyordu. Akif kocaman bakmıştı arkadaşının gözlerine. "Sakin ol. Başlamak zordur ama gelir gerisi korkma". Kerem var gücüyle itiraz etti kafasını iki yana sallayarak. Hatta gözlerini bile kısarak zoraki baktı yüzüne. Akif elindeki sopayı bu defa Kerem’in kafasının üzerine doğru vuracakmış gibi yaparak tuttu. "Vur. Erkek ol. Yoksa yapıştırırm kafana. Ezer, suyunu çıkartırım." Titriyordu çocuk. Bir kez daha kaçmaya yeltenecek hali de yoktu. "Olmaz" dedi defalarca yükselterek sesini. O olmaz dedikçe üsteledi ufak çocuk ve her inatlaşmada sesini biraz daha inandırıcı kılarak devam etti baskıya. Sopayı yüzüne yaklaştırdı, tir tir titriyordu Kerem. İri gövdesi morluklara alışkındı ama suratı henüz değil. "Erkek olma zamanı geldi" Bu sözü hapsetti içine ve ağlamaklı bir vaziyette doğruldu nihayetinde. "Tamam". Aldı sopayı ve ürkek adımlarla çekinerek yaklaştı çuvala. Hala tuhaf sesler dolanıyordu kulaklarında. Yavaşça sopasını dokundurdu evvela. Eti tüm sıcaklığıyla hissediyordu sopasının ucunda, adeta elleriyle dokunurmuş gibi çok canlı ve katı. Hafifçe dokundurdu, dürttü ama vuramadı. Akif elindeki sopayla sırtına temas etti bir şerit çizer gibi. "Haydi. Daha kuvvetli. Yapıştır gitsin" Kerem gözlerini kapatmıştı. Bütün algılarına son verip kolunu sonuna kadar uzattı havaya. Bir bırak anıyla salıverecekti, hepsi bu diyerek kurtulacaktı sonra. Kolay gibi gözükmüştü gözüne. Derin nefes aldı ve tam bırakacakken kolunu aşağıya, kalabalığın rüzgarı çarptı yüzüne bu defa. "Eyvah. Geliyorlar."
- Korkmana gerek yok. Onlar sadece piknik yapmak için gelirler buraya. Geldikleri zaman türkülerini de getirirler peşleri sıra. Burada Shakespeare yok. Şeker yok. Sahi sıkılmadın mı? Hala bir avuç şeker için kaldırır mısın ellerini yukarıya?
- İstemiyorum artık şeker.
- Çabuk öğreniyorsun, aferin. Al artık şu sopayı ve bir daha bırakma ben müsaade etmedikçe.
Korkuyu yalnız dolaştığı için bekar zannediyorduk. Onun kendisine yeni bir sevgili edinmek için evliliğini gizlediğini anladığımızda, onu terk etmek için çok gel kalmıştık. Zaten bizi aldatmasını beklemek dışında terk etme sanatımız da yoktu, kalmamıştı vücudumuzda. Katiller yaratmazdı kurbanları çünkü o kurbanlar hep vardı. El kaldırdı her birimiz. Yıllar sonra, yaşlanmış olarak "Consensus" sağladık bir fikir üzerinde: Korkuyorum deme. Onu ayrıcalık olmaktan çıkarttı çocukluğumuz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.