Yorumsuz I (Ölmek Daha Çekici)
YORUMSUZ
“Onlara düşmanlarını göster ki,
mutsuzluk ve sefaletleri için suçlayabilecek
birilerini bulmanın rahatlığını
hissedebilsinler…” *
Ölmek Daha Çekici**
Öleli yirmi iki saat oldu.
İğrenç görüntüm bazılarınızı rahatsız ettiyse şayet, şimdiden özür dilerim. Yirmi sekiz yıl aralıksız yaşayıp da bir gün ansızın Azrail’e yem olup ölmek koyuyor insana tabii. Ama daha başındayken hikâyenin, yani başlamamışken henüz hiçbir şeye, kirlenmemişken okuyucu kahramanın zehirli fikrileriyle ve yazılmamışken henüz bütün satırlar -yani daha beyazken ileride kararacak olan bu sayfalar- şu kadarını söylemeliyim ki; ölmek, yaşamaktan daha çekici.
Ama bu sadece basit bir fikir tabii ki. Şimdi gökyüzünde böyle özgürce dolaşırken kafası parçalanmış iğreti bedenimin erimeye yüz tutmuş kar ve diz boyu balçık içerisinde iki seksen, hadi abartmayalım bir seksen uzanadurmasına gönlü el vermeyen asil ruhumun eski ortağına bir tesellisi belki de. Ya da her şey kötü bir kurgu, yazarın tuhaf bir oyunu: En saklı günahlar içimizde; sorun bizi sarıp sarmalayan fikirlerimizde, düşüncelerimizde…
(Düşünce: Yasak meyveye uzanan Havva’yı düşünün: İradeden bağımsız hareket eden bedeni az sonra işleyeceği tarihin ilk büyük -belki de en büyük- günahının dehşetiyle irkilirken size de en azından -en iyi ihtimalle- Şeytan kadar suçlu görünmedi mi? Ya da Şeytan’ı düşünün: Şu an Âdem ve Havva Cennet’ten kovulurken en az onlar kadar masum ve üzgün (kim tarihin en büyük günahının işlenmesine sebep olmak isterdi ki?) değil mi?... O sadece kendisine biçilen görevi yerine getirdi demenizi isterdim, hayal kırıklığımı hissedebildiniz mi? Hissettiyseniz eğer, şimdi, şu an, şu satırlarda beni yargılamaktan ve suçlamaktan vazgeçin ve gözlerinizi dört açıp gereksiz hayatlarınızda bir kez olsun gerçeği tüm çıplaklığıyla görebilmek için sözlerime (bir ölünün ölümle tecrübe edilmiş değerli sözlerine) kulak verin. Yaklaşık yirmi iki saat öncesine kadar ben de tıpkı sizin gibi çeşitli değerleri ve hayat hakkında kendince fikirleri olan, küçük bir kasabada küçük de olsa bir aile ve çevre sahibi, canlı-kanlı, sıradan bir insandım; ama başlarken de okuduğunuz gibi artık değilim. Bu bazı şeyleri daha rahat açıklamama (ya da şöyle mi deseydim keşke: Az sonra anlatacaklarımın o örümcek ağlarıyla tıka basa dolu küflü beyinlerinize daha rahat girmesine) yardımcı olur belki.)
Görevim size hikâyenin başlangıcını anlatmak, ta en başından başlamak. Ama yalan yok, bilmiyorum hikâyenin ta en başını. Yaşasaydım size kendi hikâyemi (araya ufak yalanlar da katarak tabii -içinde yalan olmayan bir hikâye asla ama asla gerçek bir hikâyeye benzeyemeyecektir çünkü, kendi hikâyelerinizi -ve kendi hikâyelerinizdeki kendi küçük yalanlarınızı- anımsayın) anlatırdım belki. Ama önce bir ölü, sonra da ödevleri olan bir ölü ve ölü bir hikâye kahramanı olarak şimdi size bir hurafe olarak kurgulanan hikâyemin (ruh ve beden bir bütündür, ayrılmaları söz konusu değildir ve ölüm bir tür şuursuzluk halidir çünkü) içinden gerçekmiş gibi benimsediğimiz, ama aslında gerçekle alakası olmayan, öte dünyaya ait bir kaç hurafeden söz etmek zorundayım: Okur ve kahraman olarak tıkılıp kaldığımız bu berbat hikâyeden bir an önce kurtulabilmek, başlangıcı olmayan bir hikâyeye başlayabilmek, lanetli varlığımızla dünyayı tersine çevirebilmek, bizi bağlayan iplerimizden kurtulabilmek, özgürleşebilmek için…
Hani insan ölünce deriz, bunun farkına varmaz da halen yaşadığını zannederek cemaatle birlikte kabristana gider ölüyü defnedebilmek için: Cenaze namazını kılar, mezara konur, ölenin ruhunu şad eder ve sonra da cemaatin dağıldığını görünce hiçbir şey olmamış gibi kalkıp gitmeye yeltenir de kafası tahtalara çarpınca gerisin geriye yattığı yere düşer, "Eyvah," der, "Ölen benmişim!" ve öldüğünü anlar ya; yalan. Bunu nerden bildiğimi sormayacak ya da bunun bir saçmalık olduğunu söylemeyecek kadar zeki olduğunuzun farkındayım. Fakat duyarlı okuyucular da farkındadırlar: Bunu biliyorum, çünkü bilmeseydim eğer, kendimi hâlâ yaşıyor sanacak (ki bu hiç işime gelmezdi ve kendimi size bir ölü değil de, bir diri olarak tanıtmama sebep olurdu) ve gene aynı dünya dertleri ve zavallı faniliklerle uğraşmak zorunda kalacaktım: Aman ay sonunu nasıl getireceğiz; aman bu kadar borcu nasıl ödeyeceğiz; şu bizim şaşı bakkal beş aycık borç için kapıya dayanacak adam değildir, değil mi; herkes açlıktan kırılırken nerden bulmuş bu adam bu kadar parayı; çoktandır yiyemiyoruz, ete zam gelmiş midir acaba; şu kadın bana göz kırptı, sen de gördün değil mi; hayatım bu gece de başın ağrıyor mu; biraz okşasan kalkar belki, bi’ denesen n’olur v.s. v.s…
Size bir şeyler ispatlamak gibi bir derdim olduğunu düşünüp de hakkımda yanlış yargılara varmanızı istemem. (Bir sır: Hayat çoğu kez bir yanılsamadan ibarettir; gerçeği bilen tek kişi tanrının kendidir.) Sadece iyi ki öldüm de bunun bir hurafe olduğunu öğrendim diyorum. Hep merak ederdim zaten: Ee iyi, güzel, haklısınız da, ya bu er meydanında korkusuzca savaşıp ellerini, kollarını, kellelerini vurdurtan; gözlerini, karınlarını, kulaklarını, burunlarını kurda kuşa yem eden cesur yiğitler, cengâverler, komutanlar, hanlar, hakanlar, imparatorlar ya da böyle benim gibi kurdun kuşun dahi bilmediği ıssız köşelerde can veren kefensiz kimsesizler (ben aslında pek kimsesiz sayılmam, ama ömrüm boyunca kendimi hep böyle hissettiğimden, bu benzetmeyi yapmamın pek bir mahsuru yoktur sanırım) ya da cesetleri yakılıp külleri ırmaklara ve denizlere serpilenler sırf mezarları olmadığı için öldüklerinden hep bihaber miydiler? Yani büyük savaşlarda yenilip öldürülmüş koca koca adamlar, sırf mezarları olmadığı için hâlen yaşadıklarını zannederek, yeni, hatunları güzel, uzak ve bereketli memleketlere yeni seferler mi düzenliyordular? Sonra gene öldürülüp, yaşadıklarını zannederek yeni seferler; sonra gene öldürülüp yeni seferler; gene öldürülüp yeni seferler; gene öldürülüp yeni seferler ya da yeni zaferler elde edip, gene yeni seferler mi düzenliyordular? Veya benim gibi bir zavallı sırf mezarı olmadığı için halen yaşadığını zannederek karısını başka karılarla sevişirken suçüstü yakalamaya mı çalışıyordu? Sanmam. Yani sanmazdım. Ve şimdi haklı olduğumu görmek içimi sevinçle dolduruyor. Fakat siz fani okuyucuların beni anlamaktan uzak olduğunuzun farkındayım…
(Siz ey yaşayanlar, bir ölünün işaret ettiği yanılsamanızı görebildiniz mi!)
Hurafe (üç): Derler ya hani insan ölünce ruhu elli iki gün boyunca ayrılmaz, evinde yaşananları takip eder diye; yalan. Tecrübe: Bir kaç saat olmadı, göğün dördüncü katında aylak aylak dolaşıp bir hikâyeye kahraman olmanın bir ölüye getirilerini hesaplamaya çalışırken ben yaşlarda birine rastladım: Adam üç yıldır evini takip ediyormuş, hani acaba karım benden sonra anneme, çocuklara iyi bakıyor mu, başka erkekleri eve alıp sevişiyor mu hesabından. Üç yıl sonunda anlamış ki kadın çocuklara da annesine de iyi bakıyor, bakmaya da devam edecek; başka erkeklerle sevişmeye niyeti yok, olmayacak, salıvermiş kendini gökyüzüne. Yeni olduğum için biraz nasihat verip, yol gösterdi: Burada işler bildiğimiz gibi işlemezmiş, çünkü aşağıda anbean tükenen zaman yukarıda hiç mi hiç bitmezmiş, işte bu sebepten böyle acele etmek gereksizmiş falan… Bu arada benim de öldüğümden beri eve uğramadığımı göz önünde bulundurursak şayet, bu inancın da bir hurafe olduğu kendiliğinden çıkacaktır ortaya.
Bir de ölmek yaşamaktan daha çekici dedim ya; biliyorum, bazılarınız kızdı bana. O ahmaklara bir diyeceğim yok, nasıl olsa bir gün öldüklerinde beni anlarlar. Ben ölümün mü, yoksa yaşamın mı daha çekici olduğuna karar veremeyip de arafta kalanlara bir-iki söz etmek istiyorum. Belki de onları bu düşüncemin doğruluğuna ikna edip, kendi safıma çekebilirim düşüncesiyle ha? Küstah olduğumun farkındayım; sebep artık hiç ölmeyeceğini bilmekte…
Şimdi ey sevgili okuyucu, farz et, farz et ki hiç ölmeyecek, hep yaşayacaksın. Peki ne geçecek bu durumda eline? On yıl çocuk kalacaksın diyelim; yirmi, bilemedin otuz yıl da genç. Peki ya sonra? Avurtların çöküp, cildin kırıştığında; vücudun yağ bağlayıp, gözlerinin feri söndüğünde; saçların kırlaşıp, seyreldiğinde; dişlerin döküldüğünde; sırt ağrıların artıp, kamburun çıktığında; hastalanıp, yataklara düştüğünde; sendromlar geçirdiğinde; depresyonlara girdiğinde; bastonlara mahkûm olduğunda; felçler geçirip, yatalak kaldığında; geceleri altına kaçırıp, tüm kalbinle ölümü dilediğinde?...
Belki en çok da fikirlerimin klişe olduğunun farkındayım. Biliyorum: Bu hiç de eğlenceli değil. (Sır iki: Hayat ondan zevk alınabilsin diye var olan bir olgu değildir; hayattan zevk alan tek kişi gene tanrının kendidir.) Ama iyi okuyucular da bilirler: Her hikâyede vardır böylesi klişe düşünceler. Ve sanırım bu hikâyedeki klişe düşünceli kahraman kontenjanı bana ayrıldı. Zekileriniz buna bir hikâye kahramanı olmak istemeyen bir hikâye kahramanının yazardan intikamı; daha zekileriniz ise zavallı olduğunun farkında bile olmayan zavallı ama bir o kadarda küstah bir hikâye kahramanının enteresan olmaya çalışırken her şeyi eline yüzüne bulaştırması ya da daha şiirsel (‘söyleyiş’in en kısa biçimidir çünkü şiir; açgözlü roman ve hikâye yazarları bu değerli sırrı unutarak ya da daha kötüsü bilinçli bir komplo sonucu hiçe sayarak ahmakça bir kararlılıkla uzun uzadıya hikâyeler ve romanlar yazdılar ve dünya söyleyişin değerli özünden hızla uzaklaştığı için gitgide anlamsızlaştı) -ve tabii daha trajik- bir ifadeyle ‘zavallı küstah kahramanın tükenişi’ de diyebilirler...
Amacım okuyucuyu ürkütmek ya da okuyucuya kafa tutmak değil. İyi hikâye anlatabilmek ise hiç değil. Gururla söyleyebilirim ki hiçbir zaman bu tür değersiz bir derde (dertlerin de değerli ve değersiz olanları vardır, tıpkı aşk acısının (bunun farkına ancak yara sağaldıktan sonra varılır) en değersiz dertlerden biri olması gibi) sahip olmadım. Tek amacım verilen görevi yerine getirmek, tek derdim ise bir an önce bu görevi bitirmek…
Ve sen ey okuyucu! Hani ölümsüzler kadar ahmak olmayan okuyucu! Dünya hayatını doya doya yaşadıktan sonra ölmeyi seçen okuyucu! (Şimdi zaman böyle hızla akıp geçerken sana biçilen görevden her an biraz daha uzaklaşan okuyucu! Oku! Seni bir kan pıhtısından yaratan rabbinin adıyla oku!) Sen de sırasıyla çocuk, genç ve ihtiyar olacak, çocukken her bi’ boka ağlayıp, hastalanacak ve belki de çocuk felci geçirip sakat kalacaksın. Gençken sivilcelerine kafayı takıp, selülitlerinle boğuşacak, belki de göbek bağlamamak için rejimler yapacak, türlü türlü kompleksler yaratarak bunalımlara gireceksin. Ve yaşlanacaksın en nihayetinde. Kan şekerin, tansiyonun, trigliseridin, kolesterolün yükselecek, vücudunun üçte birinde ya da tümünde metabolik sendromlar baş gösterecek ve sen en sonunda trafik kazasından, kan davasından, kalp krizinden, cinayetten, cinnetten, intihardan, hastalıktan, yaşlılıktan, yani o veya bu nedenden geberip gideceksin. Ve işte o an tek bir şey için, ölümlü olmayı seçtiğin için şükredeceksin tanrıya. Ve anlayacaksın: Ölüm, yaşamdan daha çekicidir.
Ve sen ey okuyucu! Ey şanslı okuyucu! Çocukken ya da gençken ölmeyi seçen okuyucu; bencil okuyucu, ketum okuyucu! Biliyordun, ta başından beri biliyordun. Ve sakladığın için suçlusun: Ölüm yaşamdan daha çekicidir...
Ve sen benim zavallı, mağrur, badem gözlü, bahtsız bedenim. Saatler, ölümünün yirmi üçüncüsünü vurmaya hazırlanırken sen hâlâ orada, seni acımasızca bırakıp gittiğim yerde misin? Kimselerin hâlâ bulamadılar mı seni, hâlâ süremediler mi izini? Varsın süremesinler, varsın bulamasınlar; zaten hep dediğin gibi, öylesine yalnızsın ki, ben bile terk edip gittim seni…
* Orhan Pamuk / Kara Kitap
** Yorumsuz / Siyah Beyaz Yayınları