- 917 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kadifedir Kumaşımız, Futboldur Elbisemiz
Yüzümün suya batırılmış hali, çamur kokan ayaklarım ve bileklerimdeki morluklar... Hayatımdaki hiçbir şey bunlardan gerçek değildi ıslıklar içerisinde uyumaya çalıştığım zamanlarda. Yastığı iki elimle bükerek kulaklarıma yapıştırdım. "Şimdi konuşabilirisin kireç yüzlü duvar. Dinliyorum seni."
- Erisin... Boynunla göğsün arasında buz tutmuş yılların. Alev alsın kaçmaya yüz tutarken verdiğin yanıtların. "Hayır" başlamadan biten bir cümle değil bilakis seni şımartmaya usanmayışımın resmi. Her gitmek zorunda oluşumda dudaklarıma diktiğin br yelteniş. İğne iplik elinde bırakmıyorsun soluğumu böldükçe ikiye. Yarısı senin... Kalanı sensizlikte seni beklerken benim.
Yumuyorum gözlerimi. İşte böyle başlıyor ruhumun kadife devrimleri.
Kısa aralıklarla derin bakışlarımı kalabalığın ortasına sapladığım bir andı. Çömelmiş, sadece alt dudağıma hakim olmaya çalışıyordum ses çıkartmaması için. Gözlerimin en çılgın fikri olmuştu parlak gözleri. Sanki resmimi çekiyormuş gibi genişleyerek bakıyordu yüzüme ve dokunulmazlığını koruyordu küt sapsarı saçları... İşte onlar çiselemeye başlayan yağmura hazırlıksız yakalanmaya mecburdu adeta. Yine de gülümsemeye devam etti, onu kalabalık içerisinde fark ettiğim algılayabiliyordu. "Hoşlanıyor muyum? Yok. İmkansız bu. Bir sevgilim var, sevmek istemesem de hala var. Kaçtıkça başka bir kadına yakalanıyorum ve en uzunu üç ay sürüyor. Sırt numaramı yakaladı sevdalandığım kadınların sayısı: 18" Gülümsedim. Kendi tuhaf hallerime kapılıp maçın en civcivli anında, herkes panik halindeyken, dalga geçiyordum kendimle. Bunun adı soğukkanlılık değil, düpedüz vurdumduymaz bir adamın münasebetsizliği diyecek olsam da o kadar iyi tanıyordum ki kendimi... Tek yapmaya çalıştığım şey, üzerimdeki baskının sıcaklığını üfleyerek içilebilir bir kıvama dönüştürmeye çalışmaktı. Başımı yukarı kaldırdığımda beklenen anın çoktan geldiğini biliyordum. Gözlerimin içine baktı ama herkesle aynı anda konuşuyormuş gibi yaparak "Kim atmak ister son penaltıyı? Var mı gönüllü?"
Menajerler ikiye ayrılır benim nazarımda. Kimileri demokrat gibi davranıp bir gönüllü, yani kendini daha iyi hisseden ararlar sorumluluğu hafifletmek için. Kimileri içinse bu soru sadece bir sınavdır. Kimin el kaldırdığı kararını etkilemez. O sadece saklanan, gözlerini kaçıran adamı arar ve bulur. Ama ben değilim. Atmamam gerektiğini çok iyi bilmeme rağmen adeta mecburum elimi kaldırmaya. Ve kaldırdım. İşte ben. Hocanın gözleri parıldadı, tam beklediği kişiydim. "Tamam. Haydi göreyim sizleri. Sakin."
Amatör seviyede bile olsa hiç futbolculuk yapmayanlar bilmez. Seyirci gözüyle farklı algılanır çünkü sahada olup bitenler. Küfür ettikleri zaman zannederler ki oyuncu moralman dağılacak, güçten kuvvetten kesilecek. Hatta koşarken arada bir eğiliyorsa boynunuz, bunun kendi seslerinin eseri olduğunu zannedip mutlu bile sayacaklardır kendilerini. Bu aciz biçimde kabadayı kesilme ruhunun sahadaki adam için tersine motive edici etkisi vardır halbuki. Bazen olur ya, oyun içinde gevşeriz, dalarız, tam konsantre olamayız. İşte öyle zamanlar ilaç gibi gelir küfürler. Dikkatimizi toplayıp, biraz hırslanmamız onlara verilmiş bir cevaptır ya da bilincimiz olmadan ayıldığımız bir andır kulağımıza ilmiklenen sevimsizlikler. Çoğu insan için sadece bir figürsünüzdür orada. Destekledikleri takımın mutsuzluğu için her yolu deneyen ve bir küçük gülüşü bile gıcık kapmak için haklı neden sayan suretsiz yüzler taşırsınız. Diyeceksiniz şimdi hiç sinirlenmezsin canım? Olmaz mı? Rakibin çaktırmadan çimdiklemesine, ayağıma basmasına ve bir de çok özel, sadece bana kurgulanmış küfürlere.
Anneme ilk sövüldüğünde henüz sekiz yaşındaydım ben. Afallamam oyunumu etkilememişti. Çıktım iki de gol attım hatta ama maç bittikten sonra duşta hakim olamadım göz yaşlarıma. Hazmedemiyordum, lekelenmesi bu kadar olmamalıydı hayatlarımızın, ailelerimizin. Sonra bir antreman sonrası hocamla konuştum bunları ve hepsi, bütün karamsarlıklar geçti. Bir çırpıda değil tabi, pek çok maç sonra. Adımı ağızlarına alıp bacaklarını işaret ettiklerinde ise dokuz yaşında, minicik bir oyuncuydum. Sadece gülmüştüm. O günde gollerime devam ettim. Ama kızmaya gelince, o başka.
Nasıl mı kızarım? Artık futbol değil, futsal oynadığıma göre bu sırrı size söylemem de sakınca yok. Bir vakit haksız biçimde öğretmenimden dayak yemiştim ve bugünün emekliliğiyle gurur duyan şahsiyeti, o gün hızını alamayıp gerçeği öğrenmeye çalışmak yerine cetvel kırmıştı kafamda. Sonra işin aslını öğrenmişti ama yüreğini peşinen soğutup, muhtemelen evde ve hayatta gücünü yetiremediklerinin yerine koymuştu bir kere beni. Özür? Ben çocukken öğretmenler korku yaratmak için yaşarlardı sanki. Belki ben iyisine denk gelmediğimden kim bilir? "Onu değil, matematik kitabını verin" diyerek gülümsediklerini anımsıyorum. Bir çocuğun canını yakmak için en kalın, en cüsseli kitap her zaman matematik kitabı olmuştur. Ya ben? Hiç yaramaz bir çocuk olmamama ve hatta her dönem takdir almama rağmen hisseme düşen bu dayaklara karşın matematikten nefret etmem gerekmez miydi? Asla. İntikamımı öğretmenlerin bile çözemediği soruları çözerek alıyordum. O kitabı ve cetveli kafama şiddetle vuran eller, günün birinde bir problemi çözme metoduma hayran kalıp tahtayı sildirmiyordu bana. Öğrencilerinin önünde defterine geçiriyordu çözüm yolumu ama yine bir teşekkür düşürmeyerek dudaklarından. Olsun! Ben öcümü çoktan almıştım.
Küçük mahallelerde genellikle olumsuzluklar yankılanır. İşte bu yüzden kulaktan kulağa kocaman bir koz geçmişti rakiplerimin eline. Mahalli liglerde kaçmaz böyle detaylar gözden. Açıkçası şeytanın bile aklına gelmezdi ya, onlar hazırlık yapmışlar bile. Ben gol atarsam formamı çıkartıp "Tamam, tamam sustum" yazısı okutacaktım onlara, elimle hemşire işareti yaparak. Akıl akıldan üstündür, hafta sonu maçımda saha kenarında havaya cetvel kaldırıp sallamasınlar mı? Deliye dönmüştüm ve yalan olmasın, galiba hayatımdaki ilk kırmızı kartımı o maçta almıştım. Gol ve yazı başka bir maça kalmıştı tabi.
Şimdi bu hatıraların hepsi komik gelmekten ibaret benim için. Zira bugünde aynısı oldu. Çeyrek finalde hiç şans tanınmayan taraf bizdik, favoriyse onlar. Ama hayatlarının hatasını bana küfür yağdırarak yaptılar. Tahrik olmuştum bir kere. Son ayların en güzel oyununu oynamıştım. Maçın başında bir gol attım ve uzatmaların son anında da bir topu çizgiden çıkartıp yenilgiyi önledim. Ve şimdi... İşte kader anı.
Penaltılar. Bu ana kadar maçın kahramanı olmuşken, o son atışa talip olarak belki de turu kaybettiren adam olacaktım. Mecbur muydum kötü sonu üzerime almaya? Hem de nasıl... Takım kaptanı ve hocanın güvendiği yegane adam olarak elimi taşın altına sokmam bir emirden farksızdı. Gönülsüz ama gönüllüymüş gibi kaldırdım elimi. İçimden "Kurban benim" diye haykırarak. Son penaltılar daima can almaya elverişlidir. Telafisizdir, geri dönüşü olmayan bir yolda hız limitinin üzerine çıkarak direksiyonu kavramak gibi. Bir adamı iyi de kötü de ilan eden sonuncu olmaktır, ben de o gece öyle oldum işte.
"Ne zaman içime "acaba" lar kuyruk yapsa hep kaçırırım. Çok düşünmek her zaman en kötüsünü getirir başıma, biliyorum. Kaçıracağım..."
"Aklımı bir köşeye koymadıkça tesir edemez ayakların ölümcül varlığı. Futbolda zeka kurgudan ibarettir. Saha dışında sarılırsınız ona ama oyun içinde ne kadar çok olasılığa gömülürseniz o kadar zor olur mezarınızdan dışarı çıkmak."
Rakip kaleci çocukluk arkadaşımdı. Sayısız maç yapmıştık birlikte. Öyle iyi bilir ki ayaklarımı. Sağ ayak içimle, kavisli ve sol köşeye... Duran toplarda en kestirme vuruşumdur bu. "Muhtemelen sola yatacak" diye düşünmemek elde değildi. Onun için akllıca olan sol ayakla sağ köşeye vuruş yapmaktı, karar verdim. Ondan fazla düşünerek yanıltacaktım onu. Ama yine de içimde büyük bir korku, sonuçsuz bir saplantı pusu kurmuştu sanki. "Kaçıracaksın" hiç bitmeyen bir inanıştı, atmasını beceremiyordum içimden bu düşünceyi. "İnşallah iş son atışlara kalmaz. İstersek elenelim, o bile artık umurumda değil. Gecemi mahvedecek bu atış. Yeter ki iş bana, benim ayaklarıma kalmasın. Haftalarca serzeniş dinleyemem" diye susmadım içimde.
Sıramın gelmesini bekledim. "Sürpriz vuruş. Sol ayakla, terse yumuşak iç vuruş. Asla tahmin edemez. Ya sola değil de sağa yatarsa" düşündükçe en başa dönüyor ve o amansız korkuya sarılıyordum. Susmaya çalıştım. Susmak için tekrar kalabalık içine daldı gözlerim. Onu buldu: Henüz benim olmayanı. Gülümsedim.
Hiç bir zaman futbolun romantiği olamadım. Gol kaçırınca gülüp "Bir daha ki sefere" diyerek geçip gitmek benim harcım değildi. Ama mevzu aşksa, hep romantik tarafı ben oynadım. Çok sevgili değiştirmem de bu yüzden değil midir? Hep kitaplardaki aşkı aradım. Büyüsünü yitirmeden, tüketme içgüdüsüyle yağmalamadan zaaflarımızı ve kutsal düşlerimizi. Benim için ilk öpücük bile olağanüstü bir hazırlık gerektirir. O an gelene kadar kafamda yüzlerce masal biriktiririm. Öyle sıra dışı ve büyülü olsun diye ayna karşısında bakışlarımı çeşitlerim ve bakarken dudaklarımın hareketlerini. Cümleleri yatırırım yağmurun altına. Islanıp iyice şişmanlamalarını beklerim sevgiliye uzatmadan dudaklarımı. Önce ruhum dokunmalı tenim yaklaşmadan rıhtımına diye kendi içimde sayısız tümsekler kazarım rüyalarıma. Sonra ben bu kadar abartırken, uğruna beyaz kağıtları yıprattığım güzel gözlü bir çırpıda yapışır dudaklarıma ve hiç bırakmaz. Güzel değil midir? Muhakkak ama benim istediğim gibi değil. Bir şeyin mükemmel ve kıvamında olması için somuttan önce soyutu doyurmak gerekir diye kaba ve saplantılı fikirler besleyen biriyim ben. Bu yüzden ilişkinin başında kulağına hoş gelen sözcüklerim bir süre sonra vakit kaybı olur sevgili için. O sadece sevişmek ister, sevişir ama ben her defasında kirlendiğimi hissederim. Duyguları ayakkabı niyetine kullanan bir sevgi için yatak odası aşk değil, tutku ve daha ziyade şehvet barındırır. Ve ben hiç kolay bir erkek değilim, olmadığım için özür dilerim on yedi ayrı sevgilimden. Şimdi on sekiz mi? Sadece gülümsüyorum akıllanmam için. Ve tekrar kavuşuyorum gözlerine.
O benim kadar endişeli değildi. Cömertçe gülümsedi, bende güldüm gözlerimi kılıfından çıkartarak. Sıra bana gelmişti. Beş duyumda hissediyordum onu topun başına geçerken. Ellerimin arasına aldım. Hafif döndürüp tekrar işaretli noktaya koydum. Kalecinin gözlerine bakmadan döndüm arkamı ve çok az gerildim. Artık bakamadığım için sadece hayali beliriyordu önümde. O sıcacık gülümsemesiyle eşlik etmişti hakemin düdüğüne. Usulca geldim ve kafamdaki atış için sol ayak içimle topu sağa doğru yönlendirdim. Gözler mi yoksa kulaklar mı söyleyecekti bana sonucu? Bazen topa vurunca gittiği noktayı seyretmeniz zorlaşır, vücudunuz savrulur diğer yana. İşte o vakitlerde izleyici ve oyuncuların sesi inandırır sizi kaderinize. Kahraman mı yoksa talihsiz bir kurban mı olduğunuzu? Kim oldum ben bu gece?
Bir hafta sonra...
Uğultular yalıyordu yüzümü. Kulübeye bakmama olanak tanımadan yetişti sesler sonra. Bir kez daha ismim yankılanıyordu ve peşi sıra birkaç çığlık ve alkış. Anlaşılan bugün sevilme günümdü bir kez daha, biraz gülümsedim elimde olmadan. Göz göze geldim ama dileğini yerine getirecek kudreti hissetmiyordum içimde. Kafamı olumsuz manada salladım, asıldı yüzü hocanın. Tribünler beni görmek istiyordu topun arkasında, ya ben? Bir kez daha güvenemezdim cesaretime. Üstelik egolarım artık çok daha şişmandı, ayaklarımsa bir kurşun kadar ağır. Yarı finalde sıradan bir kaptan olarak kalıyordum. Birkaç adım atıp "Bu takımın penaltıcısı var" diyerek dokundum arkadaşımın omzuna. Maç bitmemişti, sadece bir penaltıydı bu kez. Kaçsa da gol olsa da dakikalar vardı önümüzde. Ama söylemiştim, benim sıram değildi bu defa.
İki hafta sonra...
"Git" demişlerdi. "Oynamayacaksın bu hafta". Elime otobüs biletini tutuşturdular ve bir de kocaman bir mazeret bıraktılar omzuma. "Bir yakının vefat etmiş. Acilen memlekete gidiyorsun. Bir hafta gözükme ortalarda" Mahalli liglerde büyük paralar dönmezdi ama menfaatler o biçim! Muhtemelen büyük bir sözün karşılığı olarak, başımıza dert açar diye bu çocuk oynamasın demişlerdi ve ben de bir yıl boyunca sakat sakat oynadığım için mazeret bulmak zorlaşmıştı. Mecburen gittim ve iki hafta sonra döndüm inandırıcı olsun diye. "Başın sağ olsun" diyerek omzuma dokunurken insanlar ben utançtan yerin dibine giriyordum. Sonra devam ediyorlardı "Ah be kaptan. Sen olsaydın alırdık kupayı" Ben de onların omzuna dokunuyor, teşekkür ediyordum. Ama yüreğim çıktığı zaruri yolculuktan geri dönmemişti. Orada kalmıştı özgürlüğüm, inancım, asaletim. O yüzden ertesi yıl olamazdı benim için. "Şımardı, ilk fırsatta büyük kulübe kaçtı" dediler arkamdan ama ben şerefimi satın almakla meşguldüm. On sekiz numaralı sarışın tebessüm ederken aklıma ilişmeyecek miydi sözcükler? Kusursuz bir sevginin tarifini ararken gittikçe siyahlaşan vicdanım nasıl koşturacaktı topun ardı sıra, o bir köşede alkışlamak için beklerken? "Bugün gol atmayacağım" diyebilecek miydim maç başlamadan? Veya o teselli için öperken beni, gerçek kaybedenin biz olmadığımızı söyleyecek miydim gözlerimle? Yoksa herkes gibi alışacak ve yeteneklerimi fahişeliğe mi soyunduracaktım? Amatörce bile olsa bu meslek benim değildi. Ve bu takım... Artık kaptanlık bandı yakışmıyordu koluma. Gidersem düzelecek sandım ve gittim.
Sonra bir süre sonra bir gün... "Beyler rahat. Maç bizim, zorlamayacaklarmış" dediler ve hayallerim döküldü avuçlarımdan. Bu terazinin hangi kefesinde tartılsam başa dönüyordu haysiyetimin çığlıkları, soru cümlelerim. Hayat gibi işte... Aşk gibi. Sevgili değiştirmek öldürmüyor içimdeki romantizmi. Ama arayış... İşte o, yüzlerce defa tövbe deseniz de hiç bitmiyor. Gerçek gol sesi, topun ağlara kavuşmasıyla değil de sevdiğinizin ruhunuzu beklemesiyle yankılanırmış yüreğinizde. Kısıyorum artık kalbimin sesini. Tribünler "Gol" diyerek uyandırıncaya kadar uzaklaşıyorum çim sahalardan.
"Bu da mı gol değil?" diyor rahmetli Sadri Alışık. Filmin adı "Ofsayt Osman". Yer: Evimin güneşsiz koltuğu. Uzanıyorum. Günün birinde, alakasız bir saatte, reytingi düşük bir kanalda çıkar diye beklerken ansızın düşüyor kalemime siyah ile beyazın akıttığı gözyaşları. Nur içinde yat, bütün filmlerin ayrı güzeldi. Ama ben en çok "Ah Müjgan Ah" ı sevdim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.