- 1002 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
DİLİM DİLİM ANADİLİM
Konfiçyus : “Bir ulusu, bir devleti yok etmek için onun dilini bozmak yeter.” der. Dil, ulusal birlik ve beraberliğin en önemli, en vazgeçilmez öğesidir. Diline sahip olmayı beceremeyen bireylerin oluşturduğu toplumlar iyi günde, kötü günde, mutlulukta ya da mutsuzlukta da bir arada olamazlar.
Dilimize özen göstermek, onu iyi öğrenip doğru kullanmak, sevdalı bir kıskançlıkla korumak ve yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak; bu toprağın ekmeğini yiyip, havasını soluyan, suyunu içen genç yaşlı her bireyin en birincil görevidir.
Fransa’da bir Fransız’la Fransızca dışında herhangi bir dille anlaşmanız olanak dışıdır. Bir Alman da, bir İngiliz de yine kendi dilleri için böylesine kıskanç ve inatçıdır. Onlar ana dillerinin,ulusal onurlarının en önemli parçası olduğunu biliriler. Kendi kültürlerini yine kendi anadilleri aracılığıyla tüm dünyaya yayabilmek için ölümüne bir savaşım verirler. Bilirler ki sömürmek için kandırmak gerek. Kandırmak için de sömürülecek her ulusun bireylerini kendi öz kültüründen ayırmak gerek. Yozlaşan, gerçekle yanlış arasındaki farkın ayırdında olmayan, uyuşturulmuş toplumları, bir sürü psikolojisine tutsak edip yönetmek çok daha kolaydır.
‘’Kendisi olamayan , hiç kimse olamaz” der bir diğer bilge kişi. Kendisi olanı değil, hiç kimse olmayanı oluşturabilmek için uğraş verir sömürgeci güçler. Önce dili bozar. Dil bozulunca Konfiçyus’un da dediği gibi bireyler arasında anlaşmazlıklar artar. Anlaşmazlıkların olduğu yerde kavgalar, ardından da ayrılıklar ortaya çıkar.
Dünyada hiçbir ulus yoktur ki Türkler kadar anadilini savunmak zorunda kalsın.Tarihte on altı devlet kurduk diye sevinirken, on beş devleti de yıktığımızı göz ardı etmişizdir. Öyle ya geçmişin acılı tarihine gömdüğümüz o on beş devleti yıkmayıp tek devletle günümüze kadar gelmeyi becerebilseydik daha mı kötü olurdu.
Türkler, 10.yüzyıldan sonra geniş kitleler halinde Müslüman olmaya başlamışlardır. Bu yeni bir uygarlık, yeni bir kültür dairesine dahil olmak demektir. Bilim dilinin Arapça, edebiyat dilinin de Farsça olduğu çok yeni bir dünyadır bu. İslamiyet’in temeli olan kutsal kitabımız Kuran-ı Kerimin de Arapça olarak indirildiğini düşünürsek bu yeni dünyadan etkilenmemenin olanaksız olduğunu kolayca anlayabiliriz.
Okur yazar takımı dinin temeli olan Kuran’ı okuyup anlayabilmek için büyük bir açıkla Arapça öğrenmeye çalıştı. Zamanla bu eğilim öylesine aşırıya kaçtı ki, kutsal kitabın söyledikleriyle birlikte Arapça da kutsandı. Ardından sanat yapıtlarına büyük bir yönlenme yaşandı. O güne kadar halkla hakanının ortak dili olan Türkçe ayrışmaya başladı. Yöneten Arapça’yı ve Farsça’yı Türkçeden üstün tutar oldu. Sanatçılar Farsça şiirler yazmayı büyük beceri, ustalık saydılar. Zaten Arapça da dinsel terimler yoluyla dilimize rahatlıkla yerleşmiş, evimizin baş köşesine yerleşmişti. Sanatçılar ve bilim adamları Türkçe’nin yetersizliğini öne sürerek Arapça’ya ve Farsça’ya yükleniyorlar; Türkçe’ye ise, alt kesimin işlenmemiş dili olarak bakıyorlardı.
Oysa Türkçe’nin zenginliğini ileri süren bu dilin gerçek savunucuları da vardı. Kaşgarlı Mahmut XI.yüzyılda kaleme aldığı Divan-ı Lügat’it Türk adlı yapıtında Türk adının bu ulusa Tanrı tarafından verildiğini söyler ve Türkçe’nin zenginliğini ve genişliğini önemle belirtir.
Bu yolda gerçek Türkçe aşığı ve savunucusu Ali Şir Nevai’dir. XV. yüzyılın en önemli bilgin ve şairlerinden biri olan Nevai, Muhakemet’ül Lügateyn adlı yapıtında Farsça yazanlara sitem ederek Türk dilinin zenginliğini gözler önüne sermek ister.
Divan edebiyatının oluşturan yüksek kesimin Türkçe üzerindeki yıkım hareketlerinin yanında, bu güzel dili önemli sanatçıların dışında en güzel ve en katıksız olarak halk bizzat kendisi savunmuştur. Halkın içinden çıkan Yunus Emreler , Karacaoğlanlar , Köroğlular ve Dadallar bu güzel dilin anne tadında günümüze ulaşmasını sağlamışlardır.
Günümüz Türkiye’sinde de yine aynı savaşım yaşanmaktadır. Birileri yıkıp dökmeye birileri de derleyip toparlamaya çalışmaktadır.
Neden insan kendi diline karşı böylesine acımasız böylesine duyarsız olabilir? Neden özleşme çabalarına böylesine kin kusar. Neden özleşme çabalarına emek verenlere karşı böylesine kin kusar?
Bu ,kültürel ayrışmanın çok doğal bir sonucudur. Osmanlı beğenisiyle , Arapça , Farsça ve Türkçe’nin harmanlanıp, ne Arap ne Fars ne de Türk olabilen bir yapay dille halktan kopuk dünyalarında kendilerince farklı bir yaşam biçimi, farklı bir anlatım yolu ve ulaşılmaz sırça köşklerde her türlü ayrıcalıklarla yaşamaya alışmış, bu kendi kültürüne ve diline yabancı kişilerin sırça köşklerini tuzla buz ediyorsunuz. Tüm farklılıklarını ellerinden alıyorsunuz. Anlaşılmazlığın farklılığına sığınan bu özüne yabancı insanları bir çırpıda silip atıyorsunuz.
“Sizin kullandığınız dil yapay bir dildir. Siz bu dili kendi azınlık çevreniz içinde bilimden uzak, Türkçe’nin beğenisinden uzak , halkınızdan uzak kullanıp duruyorsunuz.Halkın kullandığı Türkçe Yunus’un , Karacaoğlan’ın , Pir Sultan’ın katıksız Türkçesidir. Anamızın sütü gibi ak ve temizdir, ” diyorsunuz.
Doğal olarak ellerinden oyuncağı alınmış şımarık çocuklar gibi kendilerini yerden yere atarak tepinip duruyorlar.
Dinimizin temeli olan Kuran’ın bile Türkçeleştirilmesine karşı çıkmıştır onlar. Halkın dinini kendi diliyle okuyup öğrenmesi işlerine gelmez. İslam dini mutlaka Arapça okunup öğrenmeli diye savlarlar.Öyle ya halk dinini Türkçe okuyup doğru öğrenirse bu işi ekmek kapısı olarak görenler ne yapacaklar sonra?
Biz de, yukarıdakiler ve aşağıdakiler hep bulunagelmiştir. Yukarıdakiler başkadır onlar ulaşılmazdır, onlar saygıdeğerdir, onlar ne söylerse hep doğru söyler. Onların yaşamları da aşağıdakilere göre gizemlidir anlaşılmazdır , dilleri de …
Bu yüzden bu azınlık insanları, çoğunluğun karşısında kendi yapay dünyalarının ayrıcalıklarını yitirmemek için ölümüne bir savaşım vermişlerdir.
Atatürk’ün ivme kazandırdığı dilde öze dönme çalışmaları özleştirmecilerle ,yaşayan Türkçe kandırmacasına sığınan dil devrimi karşıtlarını sürekli karşı karşıya getirmiştir.
Yeni dünya düzeni diye yutturulan emperyalist ekonomik dayatmalar sonucu egemen, dünya güçlerine boyun eğmeyi marifet sayan siyasal iktidarlar bu bozulmanın gerçek suçlusudurlar.
Yazılı ya da görsel basın bu egemen güçlerin elinde ve emperyalist tekelcilerin güdümündedir. Onlar üniterliğe , dil ve kültür birliğine, sınırların ve ülke bütünlüğünün kıskançlıkla korunmaya çalışılması çabasına ölümüne karşıdırlar. Onun için kendi özünden, kendi ulusal benliğinden ve kültüründen uzaklaştırılmış tüketici toplumları yaratmakta inanılmaz bir sabırla kazalarını örmeyi sürdürürler. Ekonomi tanrılarının kulluğu, köleliği doğrultusunda davranan robot beyinli insanlar yaratma çabası ilk kavgasını dile karşı biçimlendirir. Önce dil bozulur , sonra ulusu bir arada tutan kültürel değerler.
Çocuklar, gençler ve giderek modernleştiğini sanıp türlü aymazlıklarla kendini yitiren büyükler özlerine yabancılaşırlar. Dillerini kullanmaktan utanırlar. Kültürel değerlerini yadsıyarak özlerine yabancılaşıp, beyniyle değil mideleriyle ve istekleriyle düşünen kişiler durumuna hızla sürüklenirler.
Onlar ekonomi tanrılarının düşünmeyen, irdelemeyen ve rahatsız edici sorular sormayan robot beyinli kullarıdır şimdi…
YORUMLAR
Kesinlikle dilimizi kullanmada ne kadar çok ihmalkar davranıyor, kendi benliğimizi anlatırken bile yabancı ve dejenere olmuş sözcüklere sığınıyoruz. konuyu gerçekten güzel ele almışsınız.Tarihsel bir geziyle dilin süreci konusundaki bilgilerim tazelenirken, ana dilimiz dediğimiz yürek sesimizin bile birileri tarfından nasıl yok eildiğinin izlerini de okudum yazınızda.emeğiniz var olsun.çok teşekkür ediyorum bu değerli yazınız için.
zekeriya çavuşoğlu
Dil de öyledir, bir ulusu oluşturan tüm bireylerin büyük bir kıskançlıkla koruması gereken anasıdır, namusudur. Onu korumak, kollamak bir namus borcudur.
Özellikle bizlere daha fazla görev düşmektedir. Bu yönde çabalara bilinçli bir biçimde destek vermek en önemli görevlrimizden biridir.
Bu yönde aynı düşünceleri paylaştığımız inacındayım.
SEVGİ VE DOSTLUKLA...