- 686 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HAMAL (14. Bölüm)
Ölüm gelince bedene
Sararlar beyaz kefene
Ne gerek var Azrail’e
Can düşer canın üstüne ………………………...(*)
2 Nisan 2010, Mersin
Perşembe ve Cuma Buğra ile Nilay’ın boş günüydü. Adam akıllı bir düzen kurmak isteyen karı-koca atamalara hiç başvurmamış ve Adana’da özel bir dershane ile anlaşmışlardı. Buğra matematik, Nilay ise Türkçe öğretmeniydi.
Dün çok yorgundu, uykusuzdu. Neredeyse bütün gün uyudu. Nefis yemek ama en nefisi de kek kokusuyla uyanmıştı Burak. Nilay bütün gün harika yemekler yapmış, Burak’ın çok sevdiği kakaolu keki yapmayı da unutmamıştı… Açılan kırmızı şarap eşliğinde yemek yenmiş, gecenin ilerleyen saatlerinde demlenen çayla da o nefis kek…
Ertesi gün, yani bugün de kahvaltının ardından Mersin’e doğru yola çıkılmıştı. Her zaman olduğu gibi otoyoldan inildiği gibi önce mezarlığa uğranmış, Özge ve Barış ziyaret edilmişti. Ayrılma vakti gelene kadar hiç biri tek kelime etmezdi mezara yanaşınca, herkes içinde ne birikmişse anlatırdı onlara, sessizce… Acaba duyuyorlar mıydı gerçekten? Umurlarında değildi, anlatıyorlardı… Başka çareleri var mıydı?
Garip bir duyguydu bu, hiç biri daha önce yaşamamıştı bunu… Toprağa dokununca onlara dokunuyormuş gibi oluyor, mezarın üstündeki çiçekleri koklayınca onların kokusunu alıyorlardı.
‘’Biz geldik, yine biz…’’ diye başladı Burak konuşmaya, içinden ama… ‘’Kalkıp gelsen bir kere sen de ne olur?’’ Hep Barış ile konuşurdu o, Özge’ye biraz dargın mıydı? Barış’a değil miydi ki? ‘’Çok zor kardeşim, nefes alamıyorum bazen… Sanki seninle beraber toprağa verildi tüm yaşama isteğim, kızıyorsun bana biliyorum. Ama olmuyor işte, anla… Anlatması öyle zor ki, yaşamayan anlamıyor bu acıyı; senin de yaşaman lazım anlaman için YAŞAMAN!’’
Bu zamanların en zor anı, oradan ayrılma anıydı… ‘’Daha söyleyeceklerim bitmedi ki…’’ Bitecek miydi ki? Ama onları bekleyen iki çift yaşlı (gerçekten yaşlı) göz vardı, biraz olsun onlarla avunmayı, gülmeyi bekleyen… Huriye Teyze ve Muzaffer Amca…
Mersin’deki evlerine geçtiler. İki ihtiyar her zaman olduğu gibi onları balkonda beklemiş, arabalar köşeyi döner dönmez de aşağı koşmuştu Muzaffer Amca, sarılmıştı onlara tek tek; oğullarına sarılır gibi… Aynı sarılma töreni bir kez de evin kapısında gerçekleştirilmişti Huriye Teyze tarafından. İpek ve Muazzez Halaları da birazdan gelecekti, gelmez olurlar mıydı? Ne yaptılarsa Huriye Teyze’nin ‘’Yoldan gelen aç olur’’ düşüncesini hiç kıramamışlardı, çarçabuk kurulan sofrada illa ki bir şeyler yemeleri lazımdı.
Sonrası malum; Barış, Özge, hatırlar, acılar… Bazen çığlıklar ama illa ki gözyaşları… Ve kahkahalar… Hayat insanın yüzüne gülmese de insan gülmeden yaşayamıyordu sonuçta! Yaşıyorlar mıydı, olabildiğince işte… Bir de teselli olmak vardı parçalanmış yüreklere, Burak bu kadar acı çekiyorsa kim bilir bu insanlar ne haldeydi? Kendini onların yerine koyamadı hiçbir zaman, bu kadarına bile dayanamıyordu zaten…
Ertesi gün sabah erkenden kalktılar, Buğra ve Nilay’ın hafta sonu ders programları yoğundu, dönmeleri gerekiyordu. Hep beraber içtiler sabah kahvelerini ve sonra uğurlandılar Adana’ya… Burak da kahvaltıdan hemen sonra yola çıkmayı planlıyordu, birkaç gün daha kalamaz mıydı? Kalamazdı! En çok Barış’tan kaçıyordu, onu unutmak istiyordu, fazlasıyla acı çekiyordu ve bu unutmak isteği de ona acı veriyordu. Unutmayı da unutmak istiyordu, kendinden mi kaçıyordu? Ne yaptıysa ikna edemediler; anlamışlar mıydı, kızmışlar mıydı peki?
Otoyola çıkmadan son bir kez kardeşine uğradı; bu defa yalnızdı, ilk defa yalnız... ‘’Beklemiyordun değil mi, uzun bir yolculuğa çıkıyorum. Bir süre uzaklaşacağım buralardan, senden, sizden, her şeyden! Hatırlar mısın bir kere bana ‘Sen bir hamalsın’ demiştin, şimdi yokluğunu sırtıma alarak gidiyorum. Ne zaman olur bilmem ama öldüğümde beni sen karşıla kardeşim, öyle çok özledim ki seni…’’
Hep böyle bitirirdi konuşmasını. Hiç bıkmadı bunu söylemekten ve öyle inandırdı ki kendini, ölmekten hiç korkmayacaktı artık… Hatta Barış’ın ölümünden üç ay kadar sonra o da trafik kazası geçirdiğinde ‘’Çok az kalmıştı…’’ diyecekti. Herkes ‘’ölmeye’’ diye tamamladı o cümlenin sonunu ama onun kastı ‘’kavuşmaya’’ idi. Bedeni hiç yara almamıştı o kazada ama ruhu, yüreği öylesi onulmaz yaralarla doluydu ki… Bir de bir şey olmuştu o an, hiçbir zaman hiç kimseye anlatmadığı bir şey; Barış’ın sesini duymuştu araba takla atarken ‘’Korkma kardeşim, sana hiçbir şey olmayacak…’’ Dünya durmadı o an ama Burak dondu kaldı, çevreden gelenler arabada onu öyle hareketsiz gördüğünde öldüğünü sandılar önce ama yaşıyordu, yaşıyor muydu? Yaşamaya mecburdu demek ama gerçekten çok az kalmıştı…
‘’Beni bekle, geleceğim yine’’ diyerek kalktı ‘’yatak’’ın ayakucundan. Bu defa biraz ağlamıştı.
‘’Ankara’’ tabelasına yöneldi, Karadeniz’e doğru gideceğini sandı ama fikrini değiştirdi sonradan. Barış’ın çok sevdiği o şarkı çalıyordu tam Ankara’nın girişinde : Kalbim Ege’de Kaldı…
O gece Ankara’da konakladı, Barış’ın sesini son kez duyduğu şehirde…
_____________________________________________________________________________________
(*) Özlem Özdil ‘’Gül Düşer Gülün Üstüne’’ türküsünden…
Resim : Edvard Munch’ın ’Çığlık’ isimli tablosu