- 1863 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
KÜÇÜK MEHMET'in SIRRI
İstanbul’un soğuk, ayaz sabahlarından biri daha başlamak üzereydi. Küçük Mehmet yatağın içinde bir iki döndükten sonra kafasını yorgandan dışarı çıkardı. Yorganın altından ayazı hissetmişti. Odanın içi buz gibiydi.
Kafasını tekrar yorganın altına çekip, kardeşi Ahmet’e biraz daha sarıldı. “Acaba kar kalkmış mıydı yerden?” Aklında başka bir şey yoktu. Birkaç günden beri yağan kar her tarafı bembeyaz etmişti.
Neredeyse üç kilometreyi bulan okul yolunu, kar üzerinde koşarak gitmek mecburiyeti, zoruna gidiyordu. Korka korka pencereye doğru uzandı. İçinden “İnşallah karlar eritmiş, yerler kurumuştur” diye dua ediyordu.
Ama hiçte beklediği gibi olmamıştı. Her taraf hala bembeyazdı ve üstüne üstlük kar da yeniden serpiştirmeye başlamıştı. Telaşla yataktan kalktı. Hava henüz aydınlanmaya başlamıştı. Erkenden okula gitmesi ve kimseler gelmeden içeri girmesi gerekiyordu küçük Mehmet’in.
Kardeşi uyanmasın diye ses yapmamaya gayret ederek, giyinmeye başladı. Önce, yarıdan fazlası sentetik iplikten örülmüş, tabanları yamalı, ince merserize çoraplarını bulup, geçirdi ayağına. Okula giderken, annesinin ördüğü, kalın yün çoraplar yerine, bu ince çorapları giyiyordu ayaklarına. Çünkü, yün çoraplarını, eldiven olarak kullanıyordu.
Sonra en son bayramda ters yüz edilmiş, ütülenmekten saten gibi parlayan pantolonu ve ceketini geçirdi sırtına. Akşamdan kuruması için sobanın altına koyduğu ayakkabılarını da çıkarıp giydikten sonra, sessizce evin kapısından çıktı. Karların üzerinde, kayıp düşmemeye çalışarak, koşmaya başladı.
Yarı donmuş, yarı yumuşak karın içine, bata çıka koşuyor her attığı adımın, onu biraz daha okula yaklaştırdığını düşünerek, mutlu oluyordu. Canını sıkan tek şey, evlerinin biraz ilerisindeki Türbenin önünde ,sabah duasını edememek, çevredeki insanlara durup, selam verememekti.
Bu onun hiç atlamadan yaptığı bir şeydi ancak, şimdi hiç durmadan, yarış pistindeki bir atlet gibi koşuyordu, küçük Mehmet. Yokuşun sonunda sabahları börek satan Çingene Hayri, onu görünce arkasından bağırdı.
- Abe ne koşarsın öle, o-kul mu kaçar ki? Za-ten çok erken değil midir be!Küçük Mehmet, çok severdi Çingene Hayri’yi ve böreklerini. Hele bir kıymalı kol böreği yapardı ki, yiyen başka yerden alamazdı bir daha. O an Küçük Mehmet sadece el sallamakla yetinip koşmaya devam etti.
İndiği bu yokuşun bir benzerini, biraz sonra da çıkmak zorundaydı. Yolu yarılamıştı ama iyice yorulmuştu da. Kuş uçuşu, bir kilometreyi geçmeyecek bu yol, inişli, çıkışlı yokuşlarıyla ve daracık, dolambaçlı sokaklardan geçilerek gidildiğinden, neredeyse üç kilometreye eş değerde oluyordu.
Evden çıktığı andan beri hiç soluklanmamıştı küçük Mehmet. ilk anda soğuğu hissediyordu, ancak şimdi uyuşan ayakları bir şey hissetmiyordu, ama elleri terlemeye başlamıştı. Çünkü, yün çoraplarının topuklarını, avuçlarına denk getirerek gitmiş, bir elini yumruk gibi yapıp, diğer eliyle de çantasının sapına sarılmıştı.
Dıştan bakınca, çoraplar eldiven gibi görünüyordu. Birini inip, diğer yokuşu da nerdeyse bitirdiğinde, artık iyice soluksuz kalmıştı küçük Mehmet. Ama okula elli - altmış metrelik bir mesafesi kalmıştı.
Şimdi tek düşüncesi, okulun bahçe kapısının açık olmasıydı. Eğer okulun kapıcısı henüz gelmemişse büyük sorundu onun için. Ya kapıda bekleyecek ,ya da duvardan içeri girmek zorunda kalacaktı. İçinden annesinin ezberlettiği duaları sıraya dizerek, son bir gayretle koştu. Bütün bu uğraşın nedeni, herkesten en az 40–45 dakika önce okula gelmek içindi ve kesinlikle bu zamana ihtiyacı vardı.
* * *
Okulun kapısına geldiğinde, kapıcı Dursun efendi’yi kapıda görünce, çok rahatlayıp, yine şansı yaver gittiği için çok sevindi. Dursun efendi, alışmıştı küçük Mehmet’in son günlerde, koşarak okula gelmelerine. Göz göze geldiklerinde;
— Mehmet, yine erken geldin, dedi. Daha kimse gelmedi, ama sen, yine de koşuyorsun be oğlum!..
Mehmet , nefes nefese haliyle gülmeyi ihmal etmeyerek,
–Günaydın Dursun amca… deyip, doğruca sınıfına gitti.
Müstahdem Dursun, küçük Mehmet’in akıllı, çalışkan, derslerine düşkün bir çocuk olduğunu, bütün öğretmenlerin onun çalışkanlığından, terbiyesinden, sessiz ve sakin tavırlarından memnuniyetlerini iyi biliyordu. Arkasından bakarken,
-Aslan Mehmet, Allah gönlüne göre versin inşallah, diye mırıldandı.Arkadaşları tarafından da çok sevilen bir çocuktu Mehmet. Ama yine de bir anlam veremiyordu son günlerdeki, erkenden ve herkeslerden önce okula gelmeye çabalamasına. Üstelik her defasında koşturarak ve nerdeyse nefesi tıkanmış olarak!
Mehmet, çok da iyi niyetli bir çocuktu gerçekten. Ayrım yapmadan, sınıfta herkesin dersine, ev ödevine yardım eder. Kendinden istenen hiçbir şeyi, imkânı varsa geri çevirmezdi. On iki yaşındaydı, ama ufak tefek ve çelimsiz bir çocuktu. Aynı yaşlardaki arkadaşları, ondan birkaç yaş büyükmüş gibi dururlardı yanında.
O ise boyuna, cüssesine aldırmadan, kendini bir delikanlı gibi hissediyordu ve başarılı olmak için derslerine, yine herkesten daha fazla çalışıyordu. Okula varışından tam da onun ayarladığı gibi, kırk - kırk beş dakika sonra, birer ikişer diğer çocuklar gelmeye başlamışlardı. Hava soğuk ve kar yağışlı olduğu için bahçede toplanmak yerine, herkes sınıflarına gidiyordu.
O sabah da birkaç gündür olduğu gibi sınıfa giren arkadaşları, yine Mehmet’i kendilerinden önce gelmiş olduğunu kalorifer radyatörünün bağlı olduğu duvara dayanmış kendini ısıtmaya çalıştığını gördüler. Hemen yanına gidip, her gün yaptıkları gibi, öğretmen sınıfa gelip ders başlayıncaya kadar yaptıkları şakalaşmalara başladılar.
Okula gelirken yolda, nasıl karlarla oynadıklarından, kartopu savaşı yaptıklarından ve düşenlere nasıl güldüklerinden söz edip eğlenirlerken şişman Hasan lakaplı arkadaşları, asık bir suratla içeri girdi ve oflaya puflaya doğruca kendi masasına gidip oturdu.
Herkesin hayretle bakışları arasında, ayaklarını sıranın üzerine dayayarak, botlarının bağcıklarını çözmeye başladı. Bir yandan gözünü dikmiş ona bakan arkadaşlarına dönerek, yüksek sesle;
- Ne bakıyorsunuz be! Ayaklarım ıslandı işte, diye bağırdı. Botlarım su aldı gaiba… Oysa daha babam yeni almıştı.Küçük Mehmet’in gözü Hasan’ın “su aldı galiba” dediği yeni botlarına takılmıştı. Ne kadar da güzeldi. Onun hiç böyle botları olmamıştı. Kalın kauçuk tabanlı, içi muflonluydu. Muflonun tüyleri de botların yanından dışarı taşıyordu adeta. Hasan, kendi kendine söylenmesine devam ediyordu oturduğu yerden.
-Nerden su almış olabilir ki acaba?..Sonra botları çekip çıkarttı. Ayaklarında kalın yün çorapları vardı ve onun sandığı gibi hiç de ıslak değildiler. Hasan şaşırıp kalmıştı. Şimarık bir tavırla,
-Aa.!.. Çoraplarım ıslanmamış ya!.. diye sırıttı. Benim ayaklar terlemiş meğer be!..Küçük Mehmet hariç, bütün çocuklar, Hasanın bu haline gülerken, arkadaşlarının eğlenceli yolculuk hikâyelerini dinleyip, şakalaşmalarına o ana kadar yorumsuz kalan Mehmet, arkadaşlarının önüne geçerek, Hasanın yanına geldi. Bir eliyle Hasan’ın bir kenara çıkarttığı botlarıyla, yün çoraplarını işaret ederek,
– Hasan be!.. Şikayet ediyorsun ya, dedi. Şükret ki senin ayakların sıcaktan terlemiş.
Sonra da herkesin hayretle bakışları arasında, bir hoplayışta kalorifer radyatörünün üstüne oturarak, iki ayağını birden havaya dikti. Ayakkabı tabanlarını herkesin görmesini istemişti.
- Ya benim yerimde olsan ne yapardın arkadaş? Bak ayakkabılarımın haline!O ana kadar gülen, şakalaşan çocuklar, birden susuvermişlerdi. Mehmet’in ayakkabılarının tabanında, sadece topuk ve saya kısmında da sadece biraz kösele kalmıştı ve çorapları görünüyordu. Hepsi şaşkın bir vaziyette, Mehmet’in ayakkabılarına baka kaldılar.
Çünkü, üsten bakıldığında kusursuz gibi görünün ayakkabıların, her iki tekinin aban köselesi de nerdeyse yok gibiydi . Mehmet yere çorapları ile basıyordu adeta. Eğer ıslanan çoraplarını kurutmazsa, yürüdüğü zamanlar, ayak parmaklarının bir bir izi çıkıyordu yere.
Okulunu ve okumayı gerçekten çok seviyordu küçük Mehmet, ama günlerdir, neredeyse herkesten bir saat önce, koştura koştura okula gelmesinin esas nedeni buydu işte. Kimsenin tabansız ayakkabılar ile dolandığının farkına varmasını ve ona acımalarını istemiyordu.
* * *
Onca yolu kar üzerinde çıplak ayakla yürümek, ne de çok yakmıştı canını. Parmaklarının nasıl da sızlatıyordu her adımda. Hele her sabah neredeyse donma derecesine gelmiş ayakları, sıcak sınıfa girdiğinde, kemiklerine kadar sızlamaya başladığında, acısı dayanılmaz bir hal alıyordu.
Mağrurluğundan ödün vermediği için kimseye göstermeden, sessizce içine akıtıyordu göz yaşlarını. Hasan’ın, sıcak botlar içinde terleyen ayaklarıyla muhabbeti yüzünden, kendini daha fazla tutamamış ve işte sonunda, sırrını ortaya çıkartmak zorunda kalmıştı küçük Mehmet.
Daha ilk yağdığı gün kabusu olmuştu kar. Diğer çocukları gibi kar yağışına sevinmek şöyle dursun ayakkabılarının durumu aklına gelince, “Şimdi nasıl gideceğim bu ayakkabılarla okula diye.” kahrolmuştu adeta.
Ancak akıllı ve pratik zekalı bir çocuktu o. İlk gün çektiği büyük sıkıntı ardından, donan ayakların, yeniden yaşama döndürülmeleri konusunda birkaç kitap karıştırmış ve kendini bu durumdan kurtarabilmek için yine, kendince güzel bir yöntem geliştirmişti .
“Küçük Mehmet’i soğuktan koruma operasyonu” na önce, yün çoraplar suyu çabuk emip, kısa zamanda kurumadıkları için onun yerine, suyu emmeyen ve çabuk kuruyan sentetik çorapları giymekle başladı.
Sınıfa girmeden önce de, iyice ıslanmış ayakkabı ve çoraplarını çıkarıp, ayaklarına okula gelene kadar eldiven gibi kullandığı, yün çorapları geçiriyordu. Hemen sıcak ortama girmediğinden, bu da acısını biraz hafifletiyordu.
Islak ayakkabılarını ve gücü yettiğince sıkıp suyunu çıkarttığı çoraplarını ise, sınıfı kokutmasınlar diye, kazan dairesine giden koridordaki radyatörün üzerine koyarak, kurumaya bırakıyordu. Sonra da çok sıcak olmayan yerlerde dolanarak, ayaklarını hareket ettiriyor, ovalıyor ve yavaş yavaş ısınmalarını sağlıyordu. Ayakkabı ve çorapların kuruması için yirmi beş - otuz dakika kadar beklemesi gerekiyordu.
İşte bu yüzden erkenden okula koşturup, kimseler gelmeden tüm bu işlemleri bitiriyor ve hiçbir şey olmamış gibi karışıyordu arkadaşlarının arasına aklı büyük kendi kücük Mehmet.
Sabah evden çıkarken, şükür bugün Cuma diye sevinerek gelmişti okula. Çünkü onun için hafta başında, ilk kar yağışı ile başlayan çilenin son günü demekti bu. Ayacıkları, hiç değilse iki gün bu ızdırabı yaşamayacaktı. Belki de, Pazartesi günü, yerler kuruyarak, hayat onun için normale dönebilirdi.
Öyle olmasa bile, zamanı geldiğinde, elbet bu kar yağışları bitecek ve güneş yeniden çıkarak, ortalığı ısıtacakt nasılsa…
***
YORUMLAR
Billur T. Phelps
Çok teşekkürler Sn. Yıldırım..
Biz daha ne çok konuda beraber olduk onlarla bir bilseniz :))
Okudukça köpüren bir hikaye. Buruk ama akılalmaz bir tat ve bilinç bırakıyor sona erdiğinde. İyi ki diyorum içimden... Ve daha pek çok iyi yaptığım işler. Şanslı olduğum için mi yoksa görmezden gelmediğim için mi?
Tebrik ederim, gerçekten güne düşünce kattınız.
Billur T. Phelps
Eskden hayat günümüzdeki gibi kolay değildi. Ya zengin, ya fakir olurdun bu memlekette. Böyle nice Mehmetler vardı. Çoğu aklını kullanıp kurtuldu, kimileri de sefalet ile boğuşum durdu.
Güzel yorumun için teşekkürler :)
Tebrikler Billur hanım ikinize de...
Çok güzel bir paylaşım, okurken duygulandım.Çok akıllı çocuklar yokluktan okula gidemiyor.
İçime işledi anlatımınız, selamlar.
Billur T. Phelps
Haklısın. Ama bazen de bir çoban bile canımı dişine takarak profösör mertebesine ulaşabiliyor.
Kadere razı olmamak lazım bazen. Ne dersin?
Arkadaşım siz ailecek mi yazarsınız:) Çok güzel olmuş. Ne kadarı senin düzenlemen bilmiyorum ama senin nefesini hissettim öyküde.
Kutluyorum.
Sevgiler
Billur T. Phelps
Eğer anlatılan hikaye gerçekse daha kolay yazabiliyor insan.
Bu öykünün kahramanı Mehmet benim ağabeyimin ta kendisi.
Öykü yazdığımı bildiği için, bu anısı yazıp gönderdi bana, sen düzenle diye.
Çoğu ona aittir kesinlikle..
Billur T. Phelps
Benden de Off ki ne of sevgili Ayşe..
Bu hikaye gerçek çünkü. Eskilerden, hala eskimeyen bir anı.
Daha böyle niceleri var sırada bekleyen...
Sevgilerimle:)