- 2140 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
Dolunayda Uyku Tutmaz
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Dolunayda Uyku Tutmaz
Dolunayda beni uyku tutmaz. İlle o ateş topunun, hemen önümde, denize bıraktığı kızıl bir ters üçgenin sivri ucunu, yavaşça sürükleyip uzaklaşmasını izleyeceğim. Ay, gök, deniz kızıla kesecek. Ta ki yavaş yavaş sönecek olan bu kızıllığı iyice yayacak, Midilli’nin üzerine inecek yavaşça... O, yok olana değin, ben, ardından boynu bükük bakıp duracağım. Sonra tılsımlı kızıllık, yine acelesiz, ağır ağır, sessizce, gizemle, yerini, yeni uyanan, gözlerini ovuşturup duran şafağa bırakacak.
O sırada, güneşin kızıllığı, Şeytan Sofrası’nda, tepeden baktığında, önüne serpiştirilmiş adacıklar arasından, denizde koylarda kızıl mehtabın yerini alıyordur.
Niye aynı anda iki yerde olamıyorum, uçamıyorum? Canım sıkılıyor.
* * * * *
“Deli” diyeceklermiş... Bu saatte tek başına... İn cin yokken ortalıkta... Pöhh...
Su, altın sarısına çalan incecik kuma değip değmemekte kararsız... Hafifçe kıpırdıyor... Kumu ellemeye kıyamıyor, yavaşça geri çekiliyor. “Kumu” diyorum ama, acaba ayaklarıma mı dokunmak istemiyor?
Su üşümüş... Dün akşamüstü sıcacıktı oysa... Ben, ayaklarımı uzatıp uzatıp çekiyorum, oynuyoruz.
O da ne? Oyun oynayalım derken başımı kaldırmamışım hiç.
Orada... Evet orada... Balina gibi bir şey. Okyanus mu burası, balinanın ne işi var?...
Gözlerimi kısıp kısıp tekrar tekrar bakıyorum. Düşlem mi, sanrı mı, görüm mü?
Gece hiç uyumadım ya herhangi biri olabilir. Ovuşturuyorum gözlerimi. Bir daha, bir daha...Kısıyorum, açıyorum; bir daha, bir daha...
Yüzmeliyim oraya, yakından görmeli, değmeliyim. Ne olacaksa olsun...
Az kaldı işte... Yanılmamışım. Yatıyor orada. Aman yarabbi, ne kadar büyük öyle... Gece uyumadım ya uyduruyorum galiba... Dokunmalıyım, ellemeliyim, başka yol yok...
Upuzun kırçıllı kumral saçlarını ve sakallarını görüyorum işte. Kocaman yüzünün profilini, suyun üzerinde kalmış burun ve çeneyi... Nihayet, başından, kaç insan boyu uzakta ama normal hizada bulunan, yarısı seçilebilen ayaklarını, parmaklarını hatta... Görüyorum işte.
İyice karıştı aklım. Masallardaki devler, denizde mi olurdu, karada mı? Ve çok korkunçtular, hep de kötü...
Korkularını yenmeyi bilirsin sen... Boşver, devam et, geri dönmek yok.
Küçücükken, ağaç altlarının karanlıklarında, ninenin masallarındaki cinleri aramıştın hani... Asos’ta orkinosla aranda elli metre kalmıştı onu gördüğünde.
Bak, o kıpırdamıyor bile. İsteseydi, şimdiye alabora ederdi, parçalardı seni. Bekliyor, evet bekliyor. Devam et, geri dönmek yok. Dönsen de yakalamak tek hamlesine kalmış üstelik.
Devam, ne olacaksa olsun... Sustur şu kalbinin takırtısını da... Devam... Kaybedecek neyin var ki? Ölüm dediğin nedir? Ha bugün, ha yarın... Devam...
* * * * *
Poseidon, kadim dostumdur ya da ben öyle düşünürüm.
Kış ortasında doğmuşum. Babam, yeryüzündeki ilk yazımda, Boğaz’ın serin sularına atıvermiş beni. Belki o da Poseidon’a güvendi. Çünkü, her yaz, Hisar’lar arasında, yüzerek
Boğaz’ı geçerken, yaman akıntılardan onu da Poseidon korumuş olmalı. Kılavuz, yoldaş olmuştur belki. Kimbilir?
Babam, Poseidon’un ülkesine, korkusuzca salarken küçücük bebeğini, bebek bağırmamış, ağlamamış, batmamış, çırpınmış durmuş babası onu kollarına alana kadar.
Şimdi ben, ne zaman başım dara düşse, ne zaman kanasa yüreğim, kendimi Poseidon’un ülkesine atarım. Onun hükmettiği sular okşar başımı, bedenimi. Dokunuşlarını, hücrelerimin en derinlerinde duyumsarım. Tüm hücrelerim, saf saf ayaklanır. Sudan yükselen müziğin, hoş bir esinti eşliğinde, dansa çağrısıdır sanki...Hücreler, bir esrikliğin coşkusuyla döner, kıvrılır, birbirlerine yaklaşır, uzaklaşır... Kırılgan, oluşmamış bir birleşmenin, doruğa uzak salınımının ürkek bir gerilimi sürdürüşü... Aynı salınımın, aynı anda, hazla arşa doğru yükselişi, inişi...
Bilmediğin gücünün, bilmediğin bedensel ve tinsel yeteneklerinin uyanışı, dirilişidir bu.
Bastırılmış bir korkuyla, ona doğru yüzerken “işte” dedim, “İşte, o Poseidon’dur, evet o olmalı...”
Çok heyecanlanmıştım. İlk kez karşıma çıkıyordu. Kulaçlarımı hızlandırdım. Yakından görmek, dokunmak, tanımak, konuşmak istedim. Bu yaşıma kadar dert ortaklığına, sağaltımım için uğraşılarına teşekkürlerimi sunmak istedim. Sevgimi, saygımı, minnetimi sunmak...
Metrelerce saçlarını aralaya aralaya, yüzdüm, başucuna ulaştım. Denizin mavisiyle göğün mavisinin karıştığı gözleri açıktı ve göğe bakıyordu. Yanına vardığımın ayırdında değil gibiydi. Beni yok sayıyor, kıpırdamıyordu.
Bedeni, şeytan minarelerinin, patellaların, istiridyelerin, deniz yıldızlarının irili ufaklı çeşitleriyle kaplıydı. Adını sanını bilmediğim, rengârenk, sedefli sedefsiz nice tılsımlı deniz kabuğuyla...
İçimden geçenleri anlata anlata ayakucuna yöneldim. Teşekkürlerimi sundum, boğucu yeni dertlerden söz ettim, akıl danıştım. O susuyordu. Duymuyor muydu, dinlemiyor muydu? Öyle mi görünüyordu? Ben anlatıp duruyordum.
Ölü olamazdı. O bir Tanrı’ydı ve ölümsüzdü. Ama rahatsızlık da belirtmiyordu. Peki, tepkisizliğin anlamı neydi?
Aşil gibi yarı tanrı değildi ki topuğuna dokunayım. Yine de denedim, tık yok.
Ayağının bilekle birleştiği yere bacaklarımı doladım. Kollarımı uzatıp tırmanarak parmaklarına tutunmaya çalıştım. Hayret, ayaklarına yapışmış kabukların hiçbiri batmıyordu.
Onu ilk kez görüyordum, belki bir daha hiç görmeyecektim, konuşamadan çekip gidecekti belki. Konuşmasını sağlamalıydım. Ayrıca karşı konulmaz bir istek belirmişti. Tüm bedenine dokunmak istiyordum.
Kendimi, hızla yukarı çekip bacaklarının üstüne yüzüstü bırakıverdim. Sonra zikzaklar çizerek, sürünerek gezinmeye başladım. Bir yandan, kabukların açık bıraktığı yerlerde tenini yokluyordum. Diriydi ama sert değildi. İnsan teniydi.
Aman Tanrım...Aman...
Birdenbire, teninin dokunduğum her noktasında, yeşil deniz bitkileri ve onların arasında rengârenk kır çiçekleri...
İnanılmaz bir şeyler oluyordu. Dokundukça, yeryüzünün tanıdığım tanımadığım tüm çiçekleri, aniden, tuzlu su bitkileriyle birlikte parmaklarımın ucunda doğuyordu.
Anakaralara ait, tatlı suya alışkın çiçeklerin, tuzlu suda nasıl oluştuğuna şaşırırken kendi bedenimdeki titreşimleri duyumsadım.
Her şey bir anda oldu. Sanki tüm hücrelerim bir anda doğurganlığa durdu. Sancı yoktu. Minik titreşimleri hemen minik çakımlar izliyor, küçük tomurcukların oluşmasıyla birlikte göz açıp kapayıncaya kadar çiçekler açıveriyordu bende de.
Delirtici bir güzellik ve haz... Bitmesindi, bitmesin...
Artık iyice ağır ilerleyen bir sürüngendim ve biz, iki ayrı ama tek bir çiçek tarlasına dönüşüyorduk ve o hâlâ susuyordu.
Sol eline ulaşmıştım. Bu olağanüstü değişimi taşıyamayan bedenimin ve tinimin yorgunluğuyla kocaman elinin içine sırtüstü bırakıverdim kendimi.
O, susuyordu.
Gözlerimi göğe diktim. Hera’yı aradım. Belki yardımıma koşardı; kadının, doğumun ve ihanetlere öfkenin Tanrıçası, neler olup bittiğini anlatırdı bana. Belki Afrodit’i yollardı yardımıma. Şaşkın, yorgun sesimle çağırırken onu, lirinin tınıları arasında Safo’nun sesi çalındı kulağıma. O da Afrodit’e yakarıyordu:
“Gel kurtar ne olursun gene beni
bunca zorlu kaygısından gönlümün
oldur olmasını dilediğini;
katıl savaşıma”
Hangisi yardımıma koştu bilmem ama dev parmaklar kıpırdadı, büküldü, hafifçe, sardı bedenimi, göğsüne doğru çekti yavaşça. Sürünmeme saygılıydı sanki... Yüzüm onun görkemli bedenine dönüktü; eli, yüzümü, kendi bedenine yer yer değdirerek hareket ediyordu.
İkimiz de silme çiçektik, yeşildik, tuzduk, suyun sesine karışan küçük çığlıklar ve hoş bir kokuyduk. Ben’dik, O’yduk, Biz’dik... Çiçektik.
Zaman dursun, diyordum, sonsuza değin dursun zaman...
Birden sesini duydum.
İlk kez konuşuyordu. Cüssesiyle uyum sağlamayan bir ses. O cüsseden bas beklerken bir tenorun inceliği ve yumuşaklığı sanki...Azarlar gibi, kırgın gibi bir vurguyla:
- Hep konuşursun, anlatır durursun bana ama bu tatlısu çiçeklerinden niye söz etmedin hiç, deyiverdi.
Şaşırdım , ne yanıt vereceğimi bilemedim. Zorlukla, utanarak:
- Bilmiyordum ki, ben de bilmiyorum. Sen getirmiş olmalısın, Tanrısal bir şey bu, dedim.
- Büyütme gözünde beni... Tuzlu suların Tanrısıyım ben. Mercan kayalar yapar, kabuklu kabuksuz binbir renkte canlılar yaratırım; derin kuyular açar girdaplar oluşturur, dev dalgalar yaparım... Gel gör ki anakaralara, onların çiçeklerine gücüm yetmez. Bunları sen getirdin. Hem de beklenmedik bir anda, beni de şaşırttın.
- İnanamıyorum söylediklerine. Bilseydim bu gücümü, ne senden ne kendimden esirgerdim. Hücrelerime sinip gizlenmiş bir genin becerisi olmalı. Bak bu karşılaşma olmasaydı, yoksun kalacaktık bu güzellikten, nasıl da habersiz yaşamışım.
Kocaman parmaklarını biraz daha sıkıp onayladı sanki sözlerimi. Elinin içinde, yüzüm göğsüne dönük, onun yüzüne doğru ilerlerken işte o koca vücuttaki çiçeksiz, boş yeri gördüm. Göğsünün sol yanına denk geliyordu. Evet, oralarda çiçek yoktu... Orası, belli belirsiz çizgilerle kaplı, pulsuz, kaygan balık derisine benziyordu. Hemen avcundan sarkan kolumu uzatıp dokunmak istedim.
İşte ne olduysa o anda oldu; “Sakın oraya dokunma!” diye kükredi, fırlattı attı sulara beni... Neye uğradığımı şaşırdım. Bunu hak edecek ne yapmıştım? Utanmıştım kendimden, korkmuştum.
“Neden?... Ama neden?...” diyebildim yalnızca.
-“Üstüme varma, geri dön, yaralıyım, acıyor işte, görmüyor musun? Çok acelecisin, varma üstüme...” dedi, sesi biraz daha yumuşamıştı ama uzaklaşmaya başladı.
–Gitme n’olur, bunca yıllık ömrümde ilk kez gördüm seni, gidersen bir daha göremem. İzin ver, dokunayım...Bak çiçeğe durmuşken hazır... Çiçeklerden ilaçlar yaparım sana, belki sağaltırım, iyi gelir belki...
- Ben de seni ilk kez görüyorum ama varlığını bilmek, görmek, tanımak değildir. Haydi, yüzüp durma peşimden, git kumsalına!
İncinmiş, aşağılanmıştım. O koskoca, ölümsüz bir Tanrı’ydı. Bir ölümlüyü nasıl tanıyamazdı, anlayamazdı? Cesaretimi toplayıp işte bu soruları sıraladım ona.
– Büyütüp durma gözünde, beni ve Olimpos’takileri. İnsanlarda ne kadar kahpelik, kötülük varsa, bizde daniskası bulunur. Gücümüzü, gizlilikten, görünmezlikten, bilinmezlikten, suskunluktan besleriz biz. Zavallı insanlar da bir şey sanar, bire bin katıp hakkımızda söylenceler yaratır, sonra kendileri de inanırlar.
İşte böyle dedi ve uzaklaştı, gövdesi görünmez oldu, gitti. Tam başı da gözden yitiyordu ki acıyla ve telaşla seslendim.
– Beni de götür, bekle!
– Şimdi götüremem, iyleşmem gerek. Hem seni daha bir süre izlemeliyim.
- İzlemene gerek yok, ne de olsa Tanrısın, bilirsin... Artık ben seni unutamam ki...Sonra bu çiçekleri, bitkileri...Tekrar gelecek misin? Söyle, gelecek misin?
– Belki, dedi.
– Belki deme bana, diye haykırdım öfkeyle... Unuttun mu, ben ölümlüyüm ve zamanım çok az kaldı.
Sonra ekledi:
- ”Sanırım geleceğim...Evet evet geleceğim...Hatta çağırmasan da geleceğim, hele bir iyileşeyim, bekle...
- Bekleyeceğim, bekleyeceğim, diye bağırdım var gücümle. Unutma sakın, benim zamanım çok az...Ölümlüyüm...
Gitti.
Ardından öylece bakakaldım. Gözlerimde tuz...
Hücrelerim, vücudumda biten koyu yeşil deniz bitkilerini ve anakaralardan derlenmiş binbir renkli çiçekleri üçer beşer geri çekti, en derinlerine sakladı yine...
09.08.2011
Vildan Sevil
YORUMLAR
İkimiz de silme çiçektik, yeşildik, tuzduk, suyun sesine karışan küçük çığlıklar ve hoş bir kokuyduk. Ben’dik, O’yduk, Biz’dik... Çiçektik.
Gün seçkilerini seviyorum.
Sevgili Vildan öğretmenim tadına doyulmayan satırlarınız için teşekkür ederim.
Tebrikler.
vildansevil
Sevgiler...
Hep güzel işler çıkartıyorsunuz. Bir yazınız diğerinden daha farklı kalitede değil. Bana göre hepsi okumaya değer.
Aslında sizden öğrenilecek çok şey var...
Tebrikler.
vildansevil
Yeter ki küçük hesaplar yapmayalım, edebiyatın sınırsızlığına, derinliğine, insanın gücüne inanalım...
Teşekkürler, sevgiler...
vildansevil
Elele verelim, çoğalım, ister deli gönül, çoğalım...
Sonuna kadar gittim yazının, nereye varacak sonu..
Bir de baktım ki, meğer Vildan, dalmış derinlere ve kulaç atmış, düşlere.
Ama şimdi uyku vakti. Dolunay geçti gitti :))
vildansevil
Sevgiler...
Sevgili Vildan Hanım yazınız güne çok yakıştı. Hissetmiştim. Kutlarım. Sevgilerimle.
Aysel AKSÜMER tarafından 8/12/2011 12:34:48 AM zamanında düzenlenmiştir.
vildansevil
Sevgiler...
ve bir gün en derinlerden çıkıp gelmelere doğru bir düş / ne güzeldir düş kurmak ,olmazsa nasıl yaşar yazarlar,nasıl oynatırlar kalemi.
Bu yazılar kısmı tıpkı bir klan gibi ,yazarsan bana yorum yazarım sana yorum,siz neden bol bol yorum yazmıyorsun sevgili hocam,neyse ki güzel yazıları atlamayan bir seçki var,onlara teşekkür etmek lazım bu güzel yazıyı güne taşıdıkları için.
.
O kadar güzel bir anlatımdı ki bana hayaller kurdunuz. Kelimeleriniz, gözlerimin önünde birer birer canlandı. Sizin yazınızla güzel bir düş gördüm ben ve şu anda hiç mi hiç uyanmak istemiyorum. Harika ötesiydi. Kutlarım. Sevgilerimle.
vildansevil
Yorumunuza teşekkürler ... Size karşı mahcubum. Yazlık evleri bilirsiniz:)) Sorunlarda eklenince siteye çok ender girebiliyor, güzel yazılarınızı ve diğer dostları izleyemiyorum.
Sevgiler...