- 1472 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sosyete Uyuzu ( 1 )
Mahallemiz, Erzurum’un kenar mahallelerinden biri sayılabilecek kadar merkeze uzaktı. Mahallenin ortasında, meşhur soğuklarda bile aksatmadan maç yaptığımız bir alan vardı. Alanın etrafı bir metre yüksekliğinde taş duvarla çevriliydi. Bu alanın iki kapısı vardı. İnsanlar sokağı dolaşmaz, kestirme olduğu için bu alandan geçerlerdi.
Zaman zaman muziplikler de yapardık bu alanda. Kahverengi dikiş ipliği makarası bulurduk yerde belli olmasın diye. Ucuna o zaman gazetelerin verdiği bir yüzü para olan kâğıtları koyar, kestirme yolun ortasına paralar görülecek şekilde yerleştirirdik. Sonra da olabildiğince uzağa gider, ipin ucunu ayağımızın altından geçirerek tutar, cüzdana birinin yakalanmasını beklerdik.
Geçenler cüzdanı ve içindeki paraları görünce, kalabalık bir grupsa diğerlerinden daha hızlı davranır, cüzdanı almak için atılırlardı. Tabi biz tetikte bekler vaziyetteydik. Tam cüzdana dokunacağı anda ipi çekerdik. Cüzdan uzanan elden kaçardı. Adam almaya çalıştıkça biz çekerdik. Birkaç hamle sonra bir oyun olduğunu anlar, kahkahayı basarak bozuntuya vermemeye çalışırdı. Biz de kenarda kahkaha atardık. Belki yüz kişiyi bu hale getirmiştik. Bir kişi hariç, diğerlerinin hepsi de cüzdanın peşinden üç dört adım koşmuştu. O bir kişi, cüzdanı görmüş, yaklaşmış, ayağının ucuyla dokunduktan sonra bize seslenerek “ Gençler, burada bir cüzdan var. Bunu alın ve arayan olursa sahibine verin.” ,demişti. Hayret etmiştik. Belki de ipi fark etmişti diye aramızda bayağı tartışmıştık.
Arkadaşlığımız çok güzeldi mahallede. Ben içki içmezdim. Kokusunu ve tadını sevememiştim. Ama arkadaşlarımın çoğu içerdi. Bana da: “ Sen tadını bilmiyorsun ondan.”, derlerdi. Sonunda içmeyi kabul etmiştim ama benim şartlarımda. Erzurum’da Boğaz denilen, Palandöken Dağının arasında bir yer vardı. Ağaçlıktı ve kar sularının aktığı bir dere vardı. Şartım, herkes evden bir yemek yaptıracaktı. İçkileri alacaktık ve arkadaşımız Hanif’i’ lerin at arabasıyla gidecektik, yiyecek, içecek ve sarhoş olsak bile ayıldıktan sona dönecektik. Bunu haftada veya on beş günde bir yapacaktık ve arada kimse içmeyecekti. Kabul edilmişti teklifim.
Atıf hariç, yaklaşık üç ay sonra benimle birlikte diğerleri de içkiyi bırakmıştı. Zaten maksadım da oydu. Yaşarken zararlarını göstermek, söylemek ve vazgeçirmekti. Kısmen de olsa başarmıştım. Bu süre zarfında mahalleden kimse de içtiğimizi fark etmemişti. Yoksa büyükler bizi döverlerdi.
Mahallede herkes birbirini bilir, tanırdı. Ben, seyyar televizyon tamirciliği de yapardım. Her eve teklifsiz girer, açsam yemek ister, yerdim. Beni severlerdi. Üstelik de güvenirlerdi. O zamanlar karaborsa sigara satılırdı. Huri Ablalar, sattıkları sigara paralarını bana saydırırlardı. Bir masanın üstü para olurdu çoğu zaman. “Bunları say.”, der çıkar giderlerdi. Saymam onlar gelmeden önce biterse, bir kâğıda miktarı yazar, kapıyı çeker çıkar giderdim. Sonradan bana harçlık verirlerdi.
Köksal, duvarlarımız bitişik komşumuzun oğluydu. Arap derdik kendisine. Aşırı esmerdi. Maç yaptığımız alanın tam karşısında bizim evle aynı hizada Süleymanların evi vardı. O evin sağ tarafında Amcası Salim Amcanın evi vardı.
Salim Amca’ya Hacca gittiği için Hacım derdik. Hacım cimriliği ile meşhur, Nasreddin Hoca gibi biri idi. Kısa boylu, top sakallı, gülümseyen bir yüzü vardı. Her sözde “Bana maddi olarak dokunur mu? Cebimden para çıkar mı?” korkusu vardı. Ben de, özellikle bu yönüyle Hacıma takılır, kızdırır, ondan bir şekilde para çıkmasına çalışırdım. Onun parası kadar tatlı para göremedim.
Bir defasında evinin boya ve diğer tamirat işlerini yapmıştım. Gıcıklık olsun diye, eşi Nayime Yenge’ye “ Akşama yaprak dolması, kuru fasulye, pilav yap da gelip yiyeyim.”, demiştim. Hacım küplere binmişti. Kızmış, kesinlikle yapmaması gerektiğini eşine çok sert bir ifadeyle söylemişti.Hatta boşamakla tehdit etmişti. Zavallı Nayime Yenge, yemeği yapmak istiyordu ama Hacım bırakmıyordu. Bazı şeylere de kolay inanabilen birisiydi aynı zamanda Hacı. “ Ben bu yemekleri burada yiyecem Hacım sen ne dersen de, bu gece rüyana girip boğazını sıkacam. Yiyinceye kadar da her gece bunu yapacam bilesin.”, demiş çıkmıştım evden.
Ertesi gün kapının önündeki taşa oturmuş, Hacımın evden çıkmasını beklemeye başlamıştım. Hacım evden çıkmış, uzaktan bana bakmış, tam köşe başına kadar yürümüştü. Ben merak içindeydim. Köşe başında durup beni çağırmıştı. Başardım diye seviniyordum yanına koşarken.
Yanına vardığımda “ Daha pişmedi lan, kokusunu mu aldın, n’oldu?”, demişti sert bir yüzle. Ben anlamıştım. “Acıdım, akşama yengen yapacak gelir yersin.”, deyince “ Yaşasın!” diye haykırmıştım.
Rüya görüp görmediğini sormamıştım. Ama gördüğüne emindim. Nayime Yenge’den nasılsa öğrenecektim. “Sağol Hacım!” demiş, yumuşak sakallı yanaklarından öpmüştüm. Ona oynayacağım oyunu bilmiyordu tabi.
Uzaklaştıktan sonra Hacım’ların kapıyı çaldım. Nayime Yenge çıktı. “Yemekleri yapacakmışsın, çok korkutmuş muyum rüyasında?” diye sordum. Görmüş mü diye sorsam, görmedi diye inkâr edebilirdi. “ Çok korkmuş, sakın rüya gördüğümü söyleme, her gün üç öğün bizde yemek yemeye başlar bu deli.” , demiş. Kahkahayı basmıştım.
Akşam yemekleri yedikten sonra kendi evimin önüne gidip, taşa oturdum ve Hacımın kahveye gitmesini bekledim.
Kahve mahallenin biraz uzağındaydı. Oyun oynanmazdı. Sadece çay vardı ve genellikle Hacım yaşındakiler giderdi. Hacım da orada hiç kimseye hayatı boyunca çay ısmarlamış biri değildi. Herkes Hacım’ı bilir, takılırlardı.
Biraz bekledikten sonra, Hacım evden çıktı, ben de acele etmeden peşinden ve çaktırmadan kahvenin yolunu tuttum.
Hacının çayı masasına gelmişti ki, ben de içeri girip oturdum Hacımın oturduğu masaya. Sonra “ Hacımdan bir çay alabilir miyim?” diye herkesin duyacağı şekilde seslenmiştim. “Hacımdan” dediğim anlaşılınca kahvede bir sessizlik olmuştu. Tik haline gelen dudaklarını birkaç defa yaladıktan sonra “ Çay may yok lan. Kalk git.”, demişti. Kalkar gibi yapmış, Hacıya doğru eğilip: “Sen bilirsin, rüyada boğazına sarılmak hiç de zor değil Hacım!”, demiştim. Masadan kalktığım anda, kahvedeki sesler normale dönmüştü. Hacım mırıltı halinde “ Çattık!” dedikten sonra “Tamam lan, otur.”, demiş, sonra da garsona seslenerek: “Buna bir çay, benden!”, der demez kahvedeki sesler yine kesilmişti. Sonra sandalyesini alan bizim masanın etrafına toplanmış: “ Hacım hasta mısın? Ateşin mi var? Hangi dağda kurt öldü? Bize de ısmarlar mısın?” gibi sözlerle takılmaya başlamışlardı. Hacım hepsini terslerken benim çayım da gelmişti. Ayak ayak üstüne atıp, çatlatırcasına höpürdete höpürdete çayımı içmiştim. Bana da ne olduğunu soruyorlardı. Ben de “Hacım bilir!” diye topu Hacı’ya atıyordum. Çayım bittikten sonra Hacım’ı onlarla baş başa bırakıp kahveden ayrılmıştım.
Zaten baskılara dayanamayıp Hacım da fazla kalamadan çıkacaktı biliyordum. Yoksa herkese çay ısmarlamak zorunda kalacaktı. İlki başarmıştım. Bir daha rüyasına girmedim ama sıkıştığım anda “Hacımmmm!”, deyince, Hacıyla problemim çözülüyordu hemen. Hacımın çay ısmarlaması kahvede uzun süre konuşuldu…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.