10
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2536
Okunma
Bu dünyaya gelen herkes o aşamadan geçmek zorundadır. Yani evlilik! Kimisi evlenmek ister, evlenir sonrada vazgeçer, bazıları da evlenmeden tek tabanca diğer dünyaya göçer.
Zamanında ben de o denemeleri yapıyordum. Oğlan evlat olduğunuz an, eğer ki evlenmek için araştırmalar başlamışsa, o işin içine bolca eğlence girer. Haliyle analar oğulcağızlarına kız ayarlamak için memleketin dört bir yerini ayağa kaldırırlar. Vay bizim oğlan şu okulu da bitirdi, askerliğini de yaptı, işe de girdi, yok şu kadar maaş; hatta şu kadar ay sonra şu model arabası olacağına kadar ayrıntılı bir şekilde özgeçmişlerimiz müstakbel gelin adaylarının kulaklarına itina ile doldurulur. Ya eskiden kızlara bir sürü talip gelirdi de, anlamadığım nokta artık erkekler seçmeye başladı kızları. Kızlar erkeklerin kapısına geliyor. Her neyse!
Üniversiteyi bitirdikten sonra ilk işim askerliğe gitmek olmuştu. Gereken tüm işlemler bitmiş ve artık lisans mezunu tezkereli bir işsizdim. Bir iş bulmak için askerlikten geldiğim ertesi gün araştırmalara başlamıştım. Birkaç fabrikaya gidip, özgeçmişimi insan kaynaklarına bıraktıktan sonra gelecek haberleri beklemeye koyulmuştum. Yine bir gün araştırmalarım sonucu arkadaşımın ‘seni kesin alırlar oğlum, sen bir başvur’ dediği fabrikaya gidip, çeşitli evrakları bırakmıştım. Eve gelirken çok düşünmekten dolayı canım epey sıkılmıştı. Askerlik biteli bayağı olmuştu, ama daha bir işe de girememiştim. O gün eve gittiğimde kötü bir sürprizle karşılaşacağımı nereden tahmin edebilirdim ki! Annem gün sırası kendinde olma bahanesiyle tanıdık ne kadar bekâr kız var, anneleriyle beraber kendi altın gününe çağırmıştı. Bizim salon normalde yedi sekiz insan anca alıyordu, ama içeride yalansız en az 20 tane insan vardı. Nasıl bir mantık kullanıp, nasıl da o küçücük salonun içine sığmışlardı anlayamamıştım. İçeri girdiğim an süslü püslü kızları görünce ne yapacağımı şaşırmıştım ilkin. Ne yani, bunlar beni görmeye mi gelmişti; yoksa ben bunlarla mı görüşeceğim diye içimden düşünmeye başlamıştım. Kapının ucundan kimseye görülmeksizin mutfağa kaçayım düşüncesi vardı haliyle. Ama o da ne! Mutfakta üç tane güzeller güzeli kız anneme yardım ayağına bekleşiyorlardı. Yutkunmuştum hafifçe, ne diyecektim, ne yapacaktım? Normalde bir kızla oturur adam gibi konuşurdum da, ama 3 kızın arasına girip ne diyecektim? Kızlarda bir süslenmiş ki, görende bizim eve Kıvanç Tatlıtuğ geliyor zannedecekti. Annem de üçkağıt ya, benim neyi sevip neleri sevmediğimi iyi bildiği için, kızların annesine önceden bir bir tembih etmiş. İçeride ki üç kızda tam benim istediğim gibi süslenip giyinmişlerdi. Birinin doğal sarı saçları lüle lüle, diğerinin kahverengi saçları düzleştirilmiş iyicene, öteki ise beline kadar saçlarını dalga dalga kuaförde yaptırmış. Ah anne ah!
Ben anneme kaş göz işareti yapmaya çalışıyordum, hafiften öksürüyordum, ama annem dinler mi beni hiç! Yaptığı su böreklerini tepsiden dilim dilim kesip, sonrada tabaklara koyup üç kızdan birine veriyordu. Kızlarda salona giderken mecburen o dar koridorda bana omuzlarını sürterek geçmek zorunda kalıyorlardı ve ben domates gibi kapının köşesinde annemle konuşabileceğim anı bekliyordum. O an içimden anneme sitem etmeye başlamıştım: ‘ Anne bizim neden büyük koridorlu evimiz yok? Anne babama söyle ev alsın bize. Anneee!’ Anne eğlenceli, anne oğluna kız alacak. Anne eğlenceli, anne kıs kıs gülüyor, anne neden böyle yapıyor, bu anneler neden istemeye istemeye evlatlarını elin kızına teslim ediyor?
Baharda gelmişti ki o vakit, kızların üzerinde elbiseler benim Meksika rüzgarı tercihime de uygun modellerdi. Hepsinde farklı farklı renkler, çiçekler… İçlerinde dikkatimi en çok çekende Mualla’nın elbisesiydi. Sadece elbise değil, Mualla’da bitirim bir afetti. Evet, Mualla; Afroditim!
Mualla dünyalar güzeli kızdı. Allah sahibine bağışlasın, bir bakışı vardı ki yüreğime oturmuştu. O günden beri de kalkamamıştı zaten. Herhalde yüz kilo civarındaydı. Kalçası ‘long vehicle’, önden balkon beş metrekareydi mübarek! Ama o maviş gözleri, sarı sarı saçları... Kız zayıflayabilseydi eğer, tam istediğim kategoriye girecek cinstendi, ama azıcık kamyon havası estiriyordu beriden. Kızılcık goncası, ah seni gördüm göreli oturdun kalkmadın yüreğimden deli kız... Geçenlerde unutur gibi olmuştum Mualla’yı. Bir hafiflik hissetmeye başlamıştım ki, acaba zayıfladı mı?
Bir de Caide vardı. Aşk çiçeği, dilberdudağı, Osmanlı sultanı, kaşıkçı elması, Rize çayı, Antep fıstığı, Çorum leblebisi, Manisa mesir macunu, Kayseri pastırması, Bursa şeftalisi, Ankara keçisi, Trabzon kemençesi, Adıyaman tütünü, Muş üzümü, Erzurum şekeri, Konya bazlaması, Siirt Jetpa takımı, İstanbul Haliç köprüsü, dış kapımın cilası, yüreğimin harı... O ne güzellik, o ne dilberlikti öyle!
Caide mutfakta değildi ki sonradan o da mutfağa gelmişti. İçeri bir girişi vardı ki, ben bitivermiştim zaten. 1.75 boy, 66 kilo, ela gözler, saçlar anneden lüle lüle, elbise de topuğa kadar... Ya sen nereden çıktın e mi mübarek?
Yok, ben dayanamamıştım. Terlemek hakkımdı. Üzerimdeki gömlek resmen yağmura tutulmuştu.
Caide, fıstık ezmesi, hanımgöbeği, tereyağsız hafif ev baklavası…
Akşam bütün kızlar anneleriyle beraber evlerine geri dönmüştü. Dönmeleri gerekiyordu, usanmıştım çünkü bu kadar kızı ve kadını bir arada görünce. Bir de saçmalayıp saçlarına, yüzlerine sim süren vardı ki, midem bulanmıştı. Ama benim için Caide başkaydı. Gözüme o kadar şirin gelmişti ki, âşık olduğumu hissetmeye başlamıştım. Annem kız kardeşimi bekliyordu. Evi kız kardeşimle beraber temizleyeceklerdi. Zavallı kardeşimde o aralar vizeleriyle uğraş veriyordu. Onunda bu gün organizasyonundan haberi olmadığını öğrenince, anneme epey sinirlenmiştim. Temizliği yaptıktan sonra annem çay getirmişti. Salonda oturuyorduk ve hala parfüm kokuları karman çorban bir halde burnuma geliyordu. Parfüm kokularının kalitesiz olanlarına karşı özellikle tiksintim olduğu için, içtiğim çaydan da bir tat alamamıştım. Annemin bir şeyler konuşmak için hafifçe yine öksürdüğünü ve boğazını temizlediğini fark etmiştim.
-Canım oğlum, nasıl geçti günün bakalım?
-İyi anne, ne olsun işte! Fabrikaya gidiverdim ya, verdim evrakları geldim senin sürprizlerle dolu altın gününe. Niye yaptın böyle bir şey Allah aşkına?
-Oğlum, ben seni düşünüyorum canımın için, gözümün nuru. Hadi söyle bakalım beğendin mi aralarından hiç?
-Anne ya, kesmece karpuz mu alıyoruz, böyle evlilik olur mu Allah aşkına?
-Aaa, niye olmasın canım ya! Görücü usulüyle evlenenler gibi olmak daha mı çok hoşuna giderdi?
-Yok da…
-Eee canım benim. Hadi hadi anneni kırma. Söyle bakalım kimi beğendin?
-Kimi derken?
-Kızlardan canım…
-Vardı ya, hani şu…
-Leyla mı?
-Yok be anne, ne Leyla’sı ya! Ya hani saçları böyle…
-Şaziye mi yoksa?
-Ya o kim anne ya, uff…
-Aaa oğlum vardı ya hani kırmızı elbiseli. Hatırlamadın mı?
-Yok anne ya, ya Caide işte ya!
-Ha şu bizim Lütfiye’nin kızı Caide. İyi oğlum, o da iyiydi, ama Melahat’ın kızı Nuriye’de
güzel kızdı hani…
- Anneeee!!! Sordun söyledim işte, uzatma. Kızla, annesiyle görüş sen işte.
-Tamam canım oğlum, tamam gözümün nuru…uyyy sevsinler seni..