OĞLAN ANASI KAPI ARKASI
“Oğlan anası kapı arkası, kız anası minder kabası”.
Atasözleri, toplumların yaşam biçimlerinden doğarlar ve ağızdan ağza dolaşarak sahip oldukları üç – dört sözcükle bir çok yaşanmış öykü anlatırlar. Değil mi?
Ondan Sonra; “Oğlan anası kapı arkası, kız anası minder kabası” senin ağzına geldiği zaman, sen, başlarsın kendi öykünü anlatmaya; “işte benim karım, anam geldiği zaman hiç hürmette bulunmuyor. Kadıncağıza izzet-i ikramda bulunmuyor… Amma velakin kendi anası geliverdi mi de bir itibar, bir ikram! Falan, filan…”
Ondan Sonra;
Aynı söz benim ağzıma geldiği zaman, ben, “kayınvalidemden gördüğüm iyiliklerin hiç birini kendi anamdan görmedim. Kayınvalidemin değil minder kabasında, başımın üzerinde yeri vardır,” diye bir anlatmaya başlarım, değil ben, siz de benim anamı evinize sokmaz, kapı ardında tutar; kayınvalidemi da başınızın üstüne oturtursunuz.
İnanmıyorsanız, dinleyin de anlatayım madem ki: O ilkbaharda, evlendiğim kızı anasıgile teslim ettikten sonra ben de baba evinde kalmak istedim. Gelgelelim, baba evi, el çabukluğu marifet anamın köyü Eğriöz’e taşınıvermişti. İşim, eşim, dostum, her şeyim Eskişehir’de olunca, yirmi kilometrelik mesafedeki o köye gidemezdim elbette; ben de, ‘komşuanne’ dediğimiz bir kadının evinde pansiyoner olarak barınmaya başladım. Ar Düğün salonunda ve Göksu Barda, iki yerde birden orkestra müzisyenliği yaparak düğün için para biriktirmeye uğraşıyordum. Ve o aralarda hastalanmıştım. Bir gece orkestrayla birlikte sahnedeyken bayılmış, hastaneye kaldırılmıştım.
(Tanıdığım en iyi insandır kayın validem. Onun hakkını hiç ödeyemem…)
Teşhis, sulu zatülcempti. Eskişehir Devlet Hastanesinde Dâhiliye Hekimi Necdet Özsel, hastanesinin bu hastalığın tedavisinde yetersiz olduğunu, tedavimin İstanbul Siyami Ersek Hastanesinde yapılmasının iyi olacağını söylediğinde o çok sevdiğim babam ve annem bana sahip çıkmamıştı. (Yokluk bahane, zira ziyaretime bile gelmemişlerdi) Necdet Özsel, amcam İbrahim Paracıkoğlu’na ulaşıp, bu çocuk İstanbul’a götürülmezse ölecek deyince, amcam tanıdığı bir muhtardan aldığı fakir ilmihali ile İstanbul’daki Siyami Ersek hastanesine yatırmıştı beni. O zamanlar bu hastalık göğüs boşluğuna direnlerle girilerek ve göğüs boşluğundaki cerahat aspiratörlerle dışarı alınarak tedavi edilmekte ve çoğunlukla ölümcül sonuçlar oluşmaktaydı. (Şimdi nasıl tedavi edildiğini bilmiyorum ama o zaman ki usulle edilmediğini duymuştum.) Aynı hastalıktan aynı koğuşta yatarak tedavi gördüğümüz bir hastanın öldüğünü görmüştüm. Buna rağmen öleceğimi aklımın ucundan bile geçirmiyordum. İstanbul Siyami Ersek Göğüs Hastalıkları Hastanesindeki altı kişilik koğuştan cesedimi çıkartmalarına izin veremezdim. Ne tuhaftır ki, çevremdeki diğer hastalardan ölüp gidenler olurken bir an olsun öleceğimi düşünmemiştim. Evlendiğim kıza döneceğimi ve onunla çok mutlu bir hayat süreceğimi düşünüyordum. Bu öylesine güçlü bir düşünceydi ki, gerçekleşmemesi imkansızdı; çünkü Tanrı ile aramdaki inanç birlikteliğimizdi benim düşüncelerim. Ben hiçbir problemi kendi egomla halletmeye kalkışmazdım. Egomun çok dışında bulunan bilinçaltıma havale ederdim her şeyi. Tanrı bilinçaltıma çözümleri tarif eder, bilinçaltım da, bilincime gereken bilgiyi verirdi…
Hastane düzenine ayak uydurabilen birisi değildim. Hastalığın etkileri azaldığında sigara kullanmaya başlamıştım ve sık sık suçüstü yakalanıyordum. Hastaneden kendi isteğimle taburcu olduğumu belgeleyen kovuluşum anında,1,85 m. Boyuma karşın 48 kg. idim. Hastanedeki baskülün yanlış tarttığına inanmak isteyerek, hastaneden çıkar çıkmaz bir sokak tartıcısı bularak tartılmış ve vücut ağırlığımı teyit ettirmiştim.
Akciğer Hastalığından sonraki nekahet dönemimde bana sahip çıkan tek insan kayın validem olmuştu. Eskişehir’e döndüğümde evlendiğim kızın ailesi beni evlerinde ağırlamaya başlamışlardı. Sevdiğim kız ile aynı evde yaşamak ve ailesinden böylesine yüksek değerli bir destek görmek, çok yüksek bir moral aşılıyordu. O şartlarda çok kısa bir süre içersinde inanılmaz biçimde toparlandım ve tam 72 Kg.a çıktım. (O kanlı kanlı kuzu dalaklarını günde iki öğün size de yedirseler yüz kiloya çıkarsınız. I-ığğğ…)
Göğsümde dirgenlerle taburcu edilmiştim. Bunlarla göğüs boşluğumdaki iltihaplar dışarı çıkıyordu ve iğrenç bir kokuları olduğundan, onların temizlenmesi problemli oluyordu. Pansumanlarım, beslenmem dâhil tüm problemlerimi kayınvalidem hallediyordu…
Ondan Sonra; O süreçte, bazı tanıdıklar, ziyarete geldiklerinde, kendi annemin, “biz onu öldü biliyorduk, ölmemiş mi?” diye sorular sorarak şaşkınlığını dile getirdiğini anlatıyorlardı. Bazı tanıdıklar geliyordu ya, annem babam neden gelmiyordu bir geçmiş olsuna?...
“Pekmezi küpten, kadını kökten al”.
Hiç kimse darılmasın ama, ben, hanım köylüyüm, kayınvalideme duyduğum saygı ve sevgiyi kendi ebeveynime de duyamam... Aile, kan bağıyla veya evlenme, evlat edinme gibi yasal yollarla bir araya gelen fertlerin bazı psikolojik, sosyal, kültürel ve ekonomik ihtiyaçlarının karşılandığı, mensuplarının topluma uyum ve katılımlarının yönlendirildiği en küçük toplumsal birimdir.
İlkel toplumlardan beri ailenin varlığı önemli olmuştur ve hayatın gerektirdiği din, ekonomi, eğitim, siyaset gibi bütün faaliyetler aile çerçevesinde gerçekleştirilmiştir.
Kültürel gelişime paralel olarak aile dışında meydana getirilen kurumlar ilkel bir toplumken ailenin etki alanı altında olan din, ekonomi, siyaset gibi birçok etkinliği aileyle paylaşıp ya da ele geçirip geliştirmişler ve toplumu daha karmaşık bir hale getirmişlerdir
Her şeye karşın aile, insan neslinin devamında ve sosyalleştirmede çekirdek yapı olma fonksiyonlarını sürdürerek toplumun devamlılığı için vazgeçilmez bir sosyal kurum olarak kalmıştır. Bu çerçevede aile bireyleri ile birlikte akraba, hısım ve komşuluk ilişkileri öneminden bir şey kaybetmemiş ve gelişen toplumlarda fertlerin güvencesi olmuşlardır. Özellikle anne babanın birinci dereceden kardeşleri çocukların bakımında ve yetiştirilmesinde büyük rol oynarlar.
Onların aile için önemini belirleyen atasözlerimiz de çok yaygındır.
“Oğlan dayıya kız halaya çeker”.
“Teyze ana yarısıdır”.
“Gayret dayıya düştü”.
“Amca baba yarısıdır”.
*
Köy minibüsünün sahibine telefonla ulaşıp, ebeveynimi alıp gelmesi için anlaşmasaydım (gidip evlerini ateşe vereceğimi söylemeseydim), ailem düğünüme gelmeyecekmiş meğer…
Düğünde turp gibiydim. Müzisyen arkadaşlarımın sürpriz organizasyonunda muhteşem bir düğün olmuştu. Dansöz, şarkıcı, türkücü, animasyon, folklor, değişik orkestralar, vur patlasın, çal oynasın, dolu dolu bir düğün yapmıştık.
Son Olay gazetesinde, “kendi düğününde gitar çalan damat” diye bir manşetle sahnede çekilmiş bir fotoğrafım da basılarak haber yapılmıştım.
Ondan Sonra;
YAŞASIN EVLİLİK! Yaşasın, bireylerine maddi, manevi desteğini esirgemeyen aile kurumu!…
Bakmayın siz, “Bekârlık sultanlıktır” gibi bekârlığı destekleyenlere, Türk atasözlerinde evli olmayı teşvik edenler de vardır, ne olmuş yani?
“Bekâr gözü kör gözü”.
“Bekârın parasını it yer, yakasını bit”.
“Bekârlık maskaralıktır”.
“Varsa eşin rahattır başın, yoksa eşin zordur işin”.
“Evlenenle ev yapana Allah yardım eder”.
Doğurup büyütürken sev, döv, istediğin gibi büyüt; ama, sorunlarıyla karşılaşınca vur kıçına tekmeyi! Tüküreyim içine ben böyle ailenin içine…
*
YORUMLAR
Kemnur
Kemnur
...Aslında yazarın heyecan vermek için elinden geldiğince arayı açıyor iki insan arasında...Sebebi de belli, velakin üç olasılık var...
Bu olasılıklardan bahsedip yazarında kafasını allak bullak etmeye gerek yok..
Sağlığınız el verdikçe yazın efendim..Bu öyküler elbet eser olacaktır...Çünkü kalitenin kumaşı bellidir her vakit..
Hürmetle..
Kemnur
ümmühan vazgeçmez gibi takip edeceğim merakla elinize yüreğinize sağlık saygılar
Kemnur
Kemnur
Kemnur
Gerçekten bindik bu sandala gidiyoruz...Takibi çok keyifli, zaten bencil okuyucularız biz:)) Siz cömertçe savuruyorsunuz öyküyü, yaşasın!! Bir kitapta ben isterim, katılıyorum Nilgün hanıma:)Tebrikler
Kemnur
Bu romanın basılmış hali yok mu.:)
Nasıl okuyasım var böyle safyaları akıp giden bir kitabı.
Takibinizdeyim Ustam