- 1226 Okunma
- 17 Yorum
- 0 Beğeni
HÜLAGÜ, BİZ ŞİİR YAZMAYALIM
Hayatımızda ilk defa şiir yazacaktık. Bütün hazırlıklarımız tamamdı. Güzel bir ortam, kamelyalı bir çay bahçesi. Dört yanımızı sarmış acem boruları, mor salkımlar…İki de çay söyledik çırağa. İkiletmedi, koştu getirdi.
Önce o çıkarttı cebinden mektup kağıdını. Kağıttaki kız işi desenleri görünce güldüm. Bir adam kızın beline sarılmış. Arkalarında tepsi gibi güneş. Denizde parıldayan beyaz köpüklü dalgalar. Kızın saçları uçuşuyor; belli ki rüzgar da var. Çok uzakta, ufuk çizgisine yakın bir yerde, resmi yapmada az daha geç kalsalar yalnızca geride kalan dalgalarını görebileceğimiz bir noktada, bacasından dumanı tüten bir gemi; güvertenin üzerinde uçuşan belli belirsiz kuşlar. Adam ince, uzun, bıyıklı. Boğazına kadar düğmeli bir kareli gömlek giymiş. Kaldı mı böylesi? Bizim kitapçı Osman Abi, ihtilalden sakladı bunları belli ki. Güldüm işte.
Bozuldu biraz. Kağıdı cebine geri sokacak oldu. İki gündür cebimde taşıdığım saman kağıdını çıkartıp masaya serdim. Bu kez o güldü. “Abi” dedi. “Ben kız olsam, bu kağıdı görünce kafanı kırardım.” Aldırmadım. Gülsün, ne olacak. Sonunda gözyaşı olan bir eylemin içine girmiştik ne de olsa.
Biz kaba adamlardık. Yüzümüz, ellerimiz, siluetimiz velhasıl her şeyimiz, fazla çalımı olmayan ayrıntılardı. Bizi kimse birine benzetmezdi. Görünce iki kere bakan olmazdı ardımızdan. Amele yanığı varlığımız, kentin rutin kalabalığını besleyen iki atıştırmalıktan başka hiç bir şey değildi.
“Hülagü, sen addan kaybediyorsun bir kere” dedim. Isırmakla meşgul olduğu kalemi bana doğru uzattı. “Sen ne anlarsın” dedi. “Benim adım önemli bir addır. Erkek demek, erkek.”
Zavallı Hülagü. Kim bilir kim inandırdı onu bu dev yalana. “Anan seni doğururken sözlük mü okuyordu oğlum” dedim. Ana lafı geçince suratı asıldı. Kaşlarını çattı. Görmemiş gibi yaptım. Üstelesem her zaman yaptığı şeyi yapacak; bir ağız dolusu küfür edip, çekip gidecekti. Aslında neden bu küfürbaz huysuza katlandığımı bilmiyordum. Garip takıntıları olan, marazlı adamın tekiydi.
Çaylar bitti. Elimizdeki kurşun kalemler ısırılmaktan yamuldu. Güneş mor salkımların arasından onca görünüp kayboldu. Kağıtlarımıza turuncu, mor gölgeler düştü. Uzaklara baktık, göğsümüz daraldı. Karşı tepelerde kararan tarlalara, ormanlar arasında kıvrılan sarı yollara baktık, biraz ferahlar gibi olduk. Sonra yakınlara baktık. Kamelyanın kurt vurmuş masasında dolaştırdık düşünceli bakışlarımızı. Tahtadan gelen sinir bozucu kıtırtıları dinledik. Acem borularına girip çıkan arılara baktık. Çay tabaklarımızda yüzen sineklere, etraftaki ölgün heyecansız ve tükenmiş insanlara…Olmadı. Bir satır yazamadık ikimiz de…
İki çay daha söyledik. Çırak tuhaf tuhaf baktı bize. Alay eder gibi güldü. Gitti, yanık bir Ferdi Tayfur şarkısı açtı. Hülagü gözlerini kapattı. Kalem elinden düştü sonra. Kara kirpiklerinin arasından iki damla yaş baş verdi. “Ne oldun oğlum” dedim. Gözlerini açmadan cevap verdi. “Karıştırma. Kadın işi değil.”
Sustum. Düşündüm. Bir adamı kadından başka ne ağlatabilir diye…Her şeyin temelindeki acı kadın çıktı. Yokluğa, hastalığa, yalnızlığa, her şeye ama her şeye keder yükleyen, onların vaz geçilmez ama batıcı varlıklarıydı.
Sonra annemi düşündüm. Kalktı geldi memleketten. Arkamda durdu, kınalı parmaklarıyla gözlerimi kapattı. Nasıl tanımam onu? Başka kimin parmakları böyle hüzünle kına kokar? Kimin gömleğine sarımsak kokusu sinmiştir? “Sen mi geldin anne” dedim. Güldü ince ince. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Bir çift ince dudak. Kısılmış gözler. Beyaz tülbendinden sıyrılmış iki tel ak saç. “Hayırsızın oğlu” dedi. Sonra açtı el dokuması çantasını, bir poşet üzümlü kurabiye çıkarttı. Koydu önümüze. Hülagü bakmadı ona hiç. Utandım kadınlar hakkında düşündüklerimden. Fakat, teselli ettim kendimi hemen. Analar kadından sayılmaz ki! Cinsiyeti yoktur onların. Hurilerin ten giymiş hali, yanmaz yapışmaz teflonlarımız, kararmaz çeliklerimiz, su geçirmez saatlerimiz, her dem taze aşımız, leke tutmaz örtülerimiz, uyuyan sobalarımız, kirimizi yıkadıkça beyazlaşan sabunlarımız…İnsan değildir analar.
“Hey Yılmaz, sana diyorum.”
Hülagü ses etmeseydi daha oturacaktı annem belki de. Ürktü, gölgelendi yüzü. Kurabiye poşetini aldı da kayboldu. Kına kokusu kaldı gözlerimde. İki kırptım gözümü; o da gitti.
“Ne var Hülagü?”
“Nereye daldın. Arada böyle tuhaf tuhaf gülmüyor musun, tırsıyorum ulan senden.”
Doğru diyordu Hülagü. Gülenden korkuyordu insanlık. Bağırana sövene değil de, kendi kendine gülene deli diyorlardı. Sustum. Duvarın arka tarafından gelen sesleri dinledim. Bir kadın telefonla konuşuyordu.
“Namık Allah belanı versin. Sana bugün misafirim var dediydim.”
Namık’ı düşündüm. Neredeydi şimdi acaba? Alnını ter basmıştır mutlaka. Yanındakiler karısının amansız sesini duymasın diye, bulunduğu yerden birkaç adım öteye gitmiştir. Mutlaka tır şoförüdür o. Tersane de kaynakçı da olabilir, emin değilim aslında. Ama kesinlikle canı burnundadır. Bu saate kadar aç susuz çalışmıştır. Usta ayrı fırçalamıştır, patron ayrı. Kaynak gözünü almıştır muhtemelen. Elindeki makineden fışkıran ateşe dalıp gitmiştir. Kira var on beşinde. Yirmisi olmadan su elektrik gelir. Hay bu kredi kartlarını çıkartanın…Dudağında unuttuğu sigara ağzını yakmıştır bir de. Zavallı Namık, ne unuttu acaba? Bütün bunlardan daha elzem…Misafiri varmış kadının. Kesin para bırakmayı unutmuştur. Oldu mu şimdi? Ne yiyecek komşular çayın yanında? İki bisküvi, tuzlu çubuk…Hani kısır, hani vişneli kek? Kol böreği olmadan misafir mi ağırlanırmış. Ah Namık ah!
“Yılmaz, roman mı yazacaksın allasen? Bak ben bir şeyler yazdım, okuyayım mı?”
Duvarın arkasındaki kadın çoktan tepedeki yokuşu tırmanıp kayboldu. Son anda gördüm onu. Sağ elinde bir çocuk, diğer elinde telefon. Hala söyleniyordu belli ki…Namık, kaynak makinesini alnına dayamıştır şimdi.
“Oku Hülagü.”
“Gülmece yok ama. Vallahi darılırım.”
“Yok.”
“Ak gerdanın kardan bile pür-ü pak.
Gel ey huri her gece, sönmüş kandilleri yak.
Maktulün olayım, sıksın ak ellerin nefesimi
İki gözüm, cananım, duyuyor musun sesimi?”
İnsan kendi ecelini diler mi? Namık da böyle mi demişti bir vakitler? Her gece sevdiği kızın penceresinin önünde, aç kediler gibi, yalnızca bir tek bakış dilenmiş miydi? Onu göremeyince kederlenip Samsun sigarasının dibine vurmuş muydu? Benim ol da, ömrümce zulüm göreyim, cefandan baş kaldırıp “of” der isem namerdim, demiş miydi? O zaman Allah ne yapsın? Kul kendi dilediyse belasını…
“Dostum. Biz işçi adamız. Bence temkinli olmakta fayda var yine de. Ya Namık gibi olursak biz de?”
Hülagü şaşkın şaşkın baktı yüzüme. Aklından bir dize geçiyordu belli. Hafifçe kıpırdadı dudakları, elindeki kalemi oynattı. Bir ton daha açıldı yüzünün karası. Çırak dördüncü servisine geldi o sıra. Bu sefer çok ciddi baktı bize.
“Paranız vardır inşallah.”
Hülagü kızdı. İlhamı ortadan ikiye kesilmişti ne de olsa. Para denen pisliğin, aşk şiirinin ortasında ne işi vardı? Elini cebine daldırıp, olanca bozukluğunu masanın üzerine fırlattı. Paralar bir tur döndü kağıtların üzerinde, sonra yavaşlayıp, yığıldılar münasip yerlere. Kağıtlara maden kokusu bulaştı bir kere. “Artık kesinlikle Namık’tan beter olacağız” dedim içimden. Çırak paraları toplayıp, yan masanın servisine geçti. Hülagü yeniden şiirine döndü.
Önümdeki saman kağıdına baktım. Ne kadar sade ve huzurlu. Pütürlerinde bile sermest bir hayatın rehaveti var. Hülagü’nün cilveli kağıdı öyle miydi? Başımı uzatıp onun kağıdına baktım. Şaşkın. Düşünürken güzelim kıza sakal bıyık çizmiş. Adama da en kalınından bir gözlük. Hiçbir şey olduğu güzellikte ölmüyor işte. Kanıt bu. Hülagü’nün kağıdında apaçık bir mesaj var.
Arkamdaki masada oturan orta yaşlı adam derin derin öksürdü. Döndüm baktım. Şakakları kırlamış, yakışıklı bir adam. Karşısında oturan gence bir şeyler anlatıyordu. Önüme döndüm. Dinledim ama onu.
“Dün muhtar bir kağıtla çıkageldi Ahmet. Zabıtalar tutanak tutmuş. Bizim bacaksız cami tuvaletinin duvarına olmadık şeyler yazmış. Bir de fotoğrafını çekmişler. Teknolojinin gelmişinden geçmişinden başladım. Orağın içinde çekiç resmi. Bir de yumruk. Güçlüyüz, haklıyız, alacaklıyız yazmış altına bir de it oğlu it. Tuvaletten ne alacağı varsa.”
Adam sustu. Çayını karıştırdı. Sonra hararetli bir yudum çekti bardağından. Biraz daha sustu. Artık konuşmaz dedim içimden. İçinde ağır kelimeler var adamın. Yumruk gibi oturmuşlar boğazına. Öksürdükçe öksürüyor. Yakında ölür bu. Kim bilir kaç para istedi muhtar tuvaletin badanası için.
Kulağım acıdı o ara. İnce bir vızıltı geçti önümden. Benle işi bitmiş bir sinek ağır karnını çeke çeke Hülagü’nün kağıdına kondu. Hülagü, karşılara bakıyordu o sıra. Ağzında hala kalem. Sinek önce kağıttaki adamın gözlerine kondu. İçim tuhaf oldu. Gözlerimi silesim geldi gayri ihtiyari. Yürüdü gitti sonra. Kızın göğsünde gezindi. Hülagü gördü onu. Kovalayayım derken kağıdın üzerine patlattı şişik karnını. İki tepindi sinek. Döndü kaldı bacakları yukarı. Kan sıçradı kızın gömleğine. Benim kanım. Şiirin birazı çillendi. “Cananım” yazan yeri. Hülagü cebinden çıkarttığı ıslak mendille kaldırdı sineğin cenazesini. Çaktırmadan sövdü bir de.
Kulağım çok kaşındı.
“O değil de” dedi arkamdaki adam. “Hanımı doktora götürecektim bu hafta.”
Ahmet konuştu ilk kez:
“Hayırdır abi. Nesi var yengenin?”
Dünya bir sınıf, hayat ölünceye kadar ders ise eğer, etrafta konuşulanları dinlemek günah sayılmazdı. Babam geldi aklıma. “Sınavın sonuna kadar sınıftan çıkma ve etrafı dinle” derdi hep. “Ola ki, işine yarar bir şeyler duyarsın.”
Birkaç kez daha öksürdü hayırsız çocuğun babası. Sonra yanık bir sesle anlatmaya başladı.
“Nesi yok ki arkadaşım. Evlenene kadar pire gibi sıçrayan kız, bir çocuk doğurunca kötürüme döndü. İki canlıyım dedi, yedi. Lohusayım, dedi, yedi. Emzikliyim dedi, üç sene yedi…Bir şey diyecek olsan “Lokmamı mı sayıyorsun” der ağlar. Şimdi uğraş dur.”
Titrediğimi fark ettim. O kadar korkutmuştu beni duyduklarım. Sonra bir baktım Hülagü ayağını sandalyeme dayamış bacağını sallıyor. Kalem hala ağzında. Kağıdı doldurmuş neredeyse. Yüzünde yayvan bir gülümseme. Boşlukta bir yere bakıyor. Kızı hayal ettiği kesin. Boynu hafif sola bükük. Gözlerinde çapkın bir bakış. Sivrisinekler kulak sırtlarına yapışmış, umuru değil. Çok rahatsız olunca sallıyor başını arada. Küçük bir koloni havalanıyor masaya doğru.
“Hülagü!”
“Sevgilim, ay simam.”
Beni duymuyordu. Sandalyesine şiddetli bir tekme attım. Kalem damağını deldi. İnce bir feryat kopardı. Bana döndü. Suratını astı. Sonra eğilip tükürdü yan tarafa. Kan dudağına bulaştı. Çırak çok kızdı bu işe. Söylene söylene girdi ocak başına.
“Sen manyak mısın Yılmaz? Kalemi yutuyordum az kalsın.”
“Kalk Hülagü, gidelim buradan. Biz şiir yazmayalım.”
“Kıskandın değil mi? Daha bir satır yazamadın. Odun herif. Git tuğla yükle sen. Duvar ör. Geceleri sırtını dayayacağın bir yer olur hiç değilse.”
Ağır konuştu. Üstelemedim. Masanın üzerindeki kağıdı buruşturup ağacın dibindeki çöpe fırlattım. Kelemi de çırağa verdim. Mor salkımlar daha güzel göründü gözüme. Ağaç aralarından sızan ışık daha aydınlık. Kalkıp arkamdaki adamı öpesim geldi. Bulabilsem Namık’ı da öperdim.
Biraz daha oturduk. Hülagü şiirini bitirene kadar. Kağıdı pembe bir zarfa koyup, ceketinin iç cebine özenle yerleştirdi. Eliyle cebini sıvazladı sonra. Güldü. Güldü. Güldü.
***
“Hülagü, bu sen misin?”
Vallahi de o. Yarık dudağından tanıdım. Yolun karşı tarafında otobüs bekliyordu. Beni görünce gülümsedi. İki kolunu açtı. Gelip geçen arabalara aldırmadan hızla karşıya geçtim. Sarıldık. Evlendiğinden beri görmüyordum onu. İşten de ayrılmıştı.
Zavallı Hülagü. Şiiri işe yaradı. Kızın yüzünden silmeyi unuttuğu sakal bıyıktan ümitliydim biraz. Ama sözleri öyle tesirliymiş ki, yenge ayrıntıları görmemiş bile. Bir ay içinde evleniverdiler. Sene dolmadan çocukları olmuş. Telefonda dediydi Hülagü.
“Sana ne oldu böyle arkadaşım? Saçlarında kara tel kalmamış.”
Ayak uçlarına kaçırdı gözlerini. Ellerini cebine soktu sonra. Birkaç sıkıntılı hareket daha yaptı. Konuşmadı ama. Yürüdük biraz. Sürekli sağı solu kolladı. Zavallı Hülagü. Patronunu arayıp birkaç saat izin istedi. Birlikte mor salkımlı çay bahçesine gittik. Şiir yazdığımız masaya değil de bir yanındaki masaya oturduk. Öyle istedi Hülagü. Oysa ismimizi kazımıştım o masaya. Bir de tarih atmıştım. O günden beri ilk gelişimdi buraya. Hülagü çok gelmiş ama. Anlattı uzun uzun. Sonra sustuk. Saman kağıdımı düşündüm. Gülümsedim. Ellerime baktım sonra. Derin ırmaklarla dolu avuçlarıma. Sızladılar biraz. Hülagü çok ağladı.
Masaya baktı baktı ağladı. Her şey değişiyor demiştim ona. Dememiş de içimden mi geçirmiştim yoksa? Çırak işi bırakalı yıllar olmuş. Acem borularını kesmişler. Mor salkımları da budayıp ufacık bırakmışlar. Namık’ın karısını dinlediğim duvarı yıkmışlar. Belediye durağı koymuşlar yerine. Kim öğrendi burada hayat tüyoları verildiğini?
Ben hiç evlenmedim. Hülagü’nün dediği gibi, ördüğüm soğuk duvarlara yaslandım da yattım. Yalan yok; üşüdüm çok. Ama hiç ağlamadım. Top oynayan çocuklara, kurdelalı saçlarını zıplata zıplata önümden geçen kız çocuklarına dolu gözlerle bakmayı saymazsak eğer…
Her şeyin bir bedeli var Hülagü. Senin çocuklarının, benim dertsiz başımın…
Vedalaşıp ayrıldık. Şaşkın Hülagü. Erkek ki ne erkek. Mor salkımdan bir çiçek koparıp taktı ceket cebine. Uzayıp gitti sokak arasında. Kapanacağı sırada çiçeği yakasından söküp, duvar dibine fırlattığını gördüm.
...ENGİNDENİZ...
YORUMLAR
aşıkken insan göremiyor tabi,bir düzen içine girince tüm yönleriyle dökülüveriyor önüne ve aşk sandıkların pıt diye sönüveriyor,bu şiirlerde aşka aşık olmaya benzemiyor,
belki de aşık olduğunla hiç bir araya gelmeyeceksin yani bu da bir çözüm yoludur *)
zavallı hülagü kız ben alsaydım hülagüyü :))
Gözümü açtığım başka bir dünya oluyor bu sayfa. Kendi yaşamsallığım içerisinde farklı oksijen tüketiyormuşçasına. Kamaşmasın diye kapatıyorum gözlerimi, fayda etmiyor gözlük. Ama yok derinin altına işleyen bir dolu anlam var. Gitsem de silinmez beynimden, mecburen yükleniyorum zor taşırken kendimi. siz ve öykleriniz asla yorulmaz. Her zaman onları sırtında taşımaya gönüllü bizler varız. Çok yazın... Tebrikler.
Aynur,senin yazılarını okumakla;harcamalarım azaldı. Romanlara para daha az verir oldum. Çıktıların da para tutunca(uzun olduğundan dolayı) çıktı almaktan da vaz geçtim. Ne yaparsın geçim dünyası;oğlanlar yurt dışından para diye meliyorlar...
Velhasıl;seni şahsen tanımamış olsam; kesinlikle "Kim bu romancı kadın?" derdim.
Bir kere uslubuna hayranım. Daha öneden de dediğim gibi; benim gibi kulağını diğer taraftan göstermiyorsun. İfadeler bilimselliğin dışında edebiyat içeriyor; okuyucunun ruhuna hitap ediyorsun.Bu özelliğin de seni gerçek bir yazar sıfatına layık kılıyor.
İki arkadaş arasındaki nostaljik duyguları ve kahramanların kendi dünyalarını zaman zaman dile getirmeniz,yazıyı süslüyor.Zaten bir edebiyatcının görevi de bence;yazıyı süslemek değil mi?
Yazı da iki kelime senin dikkatinden kaçmış bence:
1- ....umuru değil=umurunda değil.
2- Sonradan bulurum diye düşünmüştüm.(Bulamadım işte!)
Şiir yazmayı bıraktığım için ne diyem?
On üzerinden on verdim yine(Biraz torpil geçtim ama;helal olsun.)
Selamlar kardeşim.
...ANALAR KADINDAN SAYILMAZ Kİ. CİNSİYETİ YOKTUR ONLARIN...
Dünyanın en zor işini yapıyorsan,
Yani... Emekliysen.
Yani...Kahveyi sevmiyorsan, içilenini değil ,gidilenini.
Yani... Birde yalnizsan. Tanıdıklarının söylediklerini anlamıyor,söylediklerin anlaşılmıyorsa.
Yani... Evden dışarı çıkmıyorsan.
Yani ... Birde Ramazan sa.
Ramazan insanı sinirli yapıyor. En olmadık şeylerden tartışma çıkıyor.
" Git " dedim.
" Git, kardeşine git. İftara yakın gel. Ben dünden kalanları ısıtırım."
".............."
" Sana ne benim ne yapacağımdan? Ben ne yapacağımı bilirim."
Dış kapı sert örtüldü. Beklediğimden, etkilenmedim.
Yüzümde bir tebessüm. Ruhumda bir huzur...
Bastım tuşlara...
"Yenisi yoksa eskilerini okurum .10 defa da okurum 100 defa da"
HÜLAGÜ BİZ ŞİİR YAZMIYALIM
Sevindim.
Okudum dinlendim,sakinleştim.
İftara daha çok vardı.
Olsundu.
Ben huzurluydum.
İsterse iftar hiç gelmesindi...
SELAMLARIMLA AYNUR BACI....
ŞİİR ÖYKÜNÜN BAŞLIĞI VE ANLATIMIN ANA UNSURU OLARAK KULLANILINCA, ÖYKÜNÜN İÇERİĞİNİ ALGILAMAMIZ DA YAZILAMAYAN/YAZILAN ŞİİR HAKKINDA OLUYOR. OYSA, ÖYKÜNÜN USTACA İŞLENMİŞ, MÜTHİŞ BİR SOSYAL İÇERİĞİ VAR..ZATIALİNİZE YAKIŞAN BİR ÖYKÜ OLMUŞ. Şekil olarak, yüklemelerde kullanılan "içeri""kalın" gibi komutlar kullanılmayarak, en aykırı editörlerin bile gıkını çıkaramayacağı bir yazı olmuş. Sizin öykü yazarlığınızı zaten çok taktir eden biriyim. Bu defa Türkçeyi de çok iyi ve hakkıyla kullandığınızı, noktalama işaretlerinde kusursuz olduğunuzu dile getirmeliyim. 10 puanlık bir yazıydı. Saygılarımla.
Ne zor şiir yazmak gerçekten..Hangi iç açan bir manzara mı var karşısında ilham perilerinin raksedeceği
ya da ilişkiler ne aşamada hayatla savaş öylesine ön plandaki duygular sürekli arkalarda
gün yüzü göremez ki gariplerim vakit onlara hiç gelmez
galiba üşümek örselenmekten daha iyi
Hiç bir şey ilk günkü gibi kalmıyor her şey çarçabuk hayat mücadelesinin dişlileri arasında eskiyor
Eskimese de kimseler bilmiyor ne yaşamasını ne sevmesini ne de sevgi göstermesini
hasbel kader işte
ben bu kalemi çok seviyorum gerçekten çok güzeldi Engindeniz
sevgilerimle hazır henüz sevmesini unutmamışken
Esmize - Perihan TUNÇOK K tarafından 8/5/2011 2:02:41 AM zamanında düzenlenmiştir.