- 3643 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
NEMRUT'A YOLCULUK
Hokus pokusumuz yok; vardı, yok oldu…
Sabah erken saatlerde heyecanla uyandık.Hemen üç beş lokma atıştırıp yolluk nevalelerimizi de denk edip emektar hacı şahinle yola çıktık..Aylardan temmuz olsa da, sabah serinliği yoğun bir ferahlık duygusu ile bizlere eşlik ediyordu.Yol boyu bize eşlik eden manzaraya baktıkça, o an ne kadar aç olduğumu fark ettim.Açlık derken “kimse doyurmadı mı bu garibi” diye düşünmesin sakın. Açlığım; toprağa, bozkıra, yaylaya, ovaya, çiçeğe, hatta börtü böceğe idi. Arabanın camından günün bir tek anını kaçırmadan her şeyi büyük bir açlıkla görmek isteği ile bakıyor, sürekli fotoğraf çekiyordum.
O çocukluk günlerimde genzimde yer etmiş kokuları özlemişim. Yaban ot kokusu, köy kokusu, yanmış odun kokusu, odun ateşinde taze kaynamış süt kokusu, anız kokusu hatta mayıs kokusu… Gördüğüm her manzara yanında kokuları da ayırt etmeye çalışıyordum..Önce köylerden geçtik önümüzden kaçışan tavukların telaşlı gıdaklamalarını duyduk. Güle oynaya gün kurusu yapmaya giden genç kızlara el salladık. Ekmek pişiren bir köy kadınının ocağından yayılan mis gibi bazlama kokusu bizi karşıladı “Hanen bereketli olsun “ duasıyla yolumuza devam ettik. Biraz ötede biriktirdiği mayısı tezek yapımında kullanan bir teyze gördük. Dedim ya açım, her manzarayı, her kokuyu beynime kazıma telaşındayım… Malatya’dan, Sincik yoluyla eski Kâhta’ya doğru dağ yolundan devam ettik. Köyler bitti ,mezralar önümüze çıkmaya başladı. Birbirinden uzak tek tek evler, aralarında mesafeler konulup, sanki inzivaya çekilmiş görüntüsü veren yapılar önümüzde belirmeye başladı. Manzara dehşet güzel, hava kekik kokuyor, kuru bir rüzgâr saçlarımızın arasından okşayarak geçiyor. Doğadaki oksijeni tüm zenginliği ile hissediyorsunuz, bir zindelik sarıyor sizi, yeşilin onlarca tonu, kavak ağaçları, söğütler, yol boyu sıralı yeşil yollar… Dağa bayıra ağaç dikilmiş ve yol boyunca rengârenk kır çiçekleri; öbek öbek. Bunca yeşil, bunca çiçek olurda kovanlar olmaz mı? Ah keşke elimize geçse de bu ballardan edinebilsek dediğim onlarca bembeyaz kovan, yeşil örtünün arasında bize doğru arz-ı endamdaydı.
Artık kovanlar da, tek tük evler de bitmeye başladı. Biz epeyi yüksekteyiz artık. Üzerinde asker kıyafeti olan bıyıklı bir adam elinde keleşi, bize selam verdi. Alıştığım asker formatının dışında bir asker görmenin şaşkınlığı ile ağabeyime sordum ve O köy koruyucusu olduğunu söyledi. Selamlaştık yola devam ettik. Yol artık bir kanyonun etrafından geçiyordu. Yukarıdan aşağı doğru baktığınızda sanki dağ ortadan ikiye muazzam bir güçle ayrılmış, koca dağ iki elin gücü ile yırtılmış ve derin bir oyuk oluşmuştu. Kayalar taşlar ayrılmanın etkisi ile kimi keskin kimi örselenmiş yeşiller arasında haşmetli bir şekilde bizlere bakıyorlardı. ”yar” ne çok kullandığımız bir sözcük işte ciddi ciddi şimdi bir “yar” başındayız. Yaklaşık 200 -300 m derine inen bir açıklık oluşmuş bu açıklıkta ne yok ki renk renk kayalar; kim bilir her biri içerisinde hangi madeni muhafaza etmekte ki onun rengini yansıtmakta. Kış sularının eriyip sele dönüşüp kendine yol açıp akmasıyla oluşan derin arklar, bitkiler, çığlık atan böcekler ,kuş sesleri, çekirgeler, bu arada her gördüğü böcekten sonra çığlık atan kızlarımın sesi ile cılız su akıntıları.
Bu arada rüzgârla sürüklenen bir kenger dikeni gördüm. Bu benim unuttuğum, bilinçaltımda kalmış bir güzellikti. Tekrar gün yüzüne çıkmıştı.İlk gördüğümüz kengerin başında duralım diye ağabeyime rica ettim. Andan koptum o esnada. Kısa bir an da olsa o çocukluk günlerime döndüm; elimizde küçük bir bıçak kenger dikeni arıyoruz, bulunca köküne zarar vermeden yavaşça dibini kazar, temizce bir taş bulup köke dayar bıçağı köke vurduğunuzda bembeyaz bir süt taşın üzerine akar ve bir müddet sonra süt şeklinde akan sakız donuklaşır. Bu kökün etrafını rüzgarın getireceği tozlara karşı muhafazaya alır bulduğumuz yeri ve kendimize ait olduğunu belirtir bir nişan bırakır, ertesi gün gelip kıvam almış kengerlerimizi toplardık. Bu sakız kendine has o tarifi imkansız yayla kokusu ile damakta bıraktığı hoş tat ile fabrikasyon sakızların inadına hala Anadolu’da küçük çocukların elinde birer kavanoz içinde "yayla malı kenger sakızı" diye satılır..Dünyaya ve içinde olduğumuz ana ağabeyimin bak orada bir kenger var demesiyle tekrar döndüm, arabadan inip bulduğumuz kengerin resmini çektim..Artık arşivleyeceğim resimler arasında bir de kengerim var.
Yola devam ederken küçücük bir şelaleden aşağı dökülen bir derenin suları bizi karşıladı. Abim içilir deyince arabadan indik ve elimizi yüzümüzü bu buz gibi suda yıkayıp avuçlarımıza biriktirdiğimiz suyu kana kana içtik. Bu arada bir bilgi vermek isterim; Malatya dünyada sanırım bu konuda şanslı tek il olmalı yeraltından çıkan kaynak suyu hiçbir işleme tabii tutulmadan şehir şebekesine verilmektedir.Mesire yerlerinde akar sularının içine konulan karpuzlar soğuk suyun etkisi ile çatlar.Evlerde hemen hemen yaz günleri dahil olmak üzere buz dolaplarına su konulmaz. Manzara öyle doğal ve öyle bakir ki elimde pet şişe ile su almaya çalışırken pet şişenin suniliğinden rahatsız oldum, yukarıdan dökülen suyun etrafına taneciklerin zerreler halinde saçılmasıyla yarı ıslana, yarı titreye o sudan şişelerimize de aldık ve yola devam ettik. Yol boyu şunu fark ettim. Ciddi bir şekilde tazeleniyor, resmen ömrüm uzuyordu. İçimde şehrin, hatta şehirlerin o palas pandıras görüntüsünün yığma kasveti sanki yüzümü saçlarımı okşayan bu şifalı rüzgârla savrulup yok oluyordu. Ayağıma değen sular gördüğüm çiçekler doğaya dair her şey beni yeniliyordu. Şunu kendime itiraf ettim “iyi ki gelmişim, ömrüm uzadı”
Zaten yazıyı uzatmamın sebebi de paylaşmak, sizleri manzaranın içine dâhil edebilmek… Beni tazeleyen o anları hissettirip sizlerinde gözlerinizi kapattığınızda aynı güzelliğin içinde kendinizi hissetmenizi ve tazelenmenizi sağlamak, bir nebze olsun edindiğim ferahlıktan sizlere de ikram etme isteğidir. Yoksa hepi topu dağ yolundan eski Kâhta, yol üstü türbeler, Cendere köprüsü ile Nemrut dağına gidip Adıyaman’dan tekrar Malatya’ya döndüm demem, meramımın özeti olacaktır.
Ardından Eski Kahta kalesi dibinde bir ağaç altında mola verip yanımızdaki azıklarımızdan yedik.O ara yanımıza yaklaşan bir köylü taze çayım var diye ısrarla davet etti, biz de soframıza buyur ettik. Anadolu insanına kem söz söyleyen biri olduğunda kanım çekilir resmen. Ben bu topraklarda büyüdüm onlarla beraber; Ülke sevgilerine, devlete bağlılıklarına azla mutlu olmalarına, kemsiz ,yalansız, riyasız hallerine defalarca şahit oldum. Misafirperverlikleri, insanlıkları, cömertlikleri, o saf duru tertemiz bir yüreğin yansıdığı bozkır yanığı yüzlerinde beliren gülümsemenin samimiyetini, ışığını benim diyen kendini dünya merkezinde sanan hiçbir kravatlıda bulamazsınız. Eli öpülesi, duası alınası insanlardır. Hayranımdır bu sebepten Anadolumun çilekeş insanlarına..Onların oyu bir, benim oyum çift sayılsın diyecek kadar aslını yitirmiş suni insanlara, densiz cahillere rağmen; inadına, saygı ve sevgi duyarım her birine..O’nunla da helaleştik ve oradan Cendere köprüsüne geçtik.
Bu güzellik, binlerce yıla meydan okuyan yapı tüm ihtişamıyla karşımızda. Köprü kemeri 92 adet her biri on tonluk taş blokların üst üste bindirilmesi ile hiç çimento kullanılmadan cendere ile sıkıştırılarak inşa edilmiş. Deprem ve yer sarsıntılarına karşı köprü ve sütunlara esneklik payı verilmiş bu sayede 1900 yılı aşkın süredir ayakta ve hala üzerinden 5 tona kadar yükü olan araçlar geçebilmekte. Köprü üzerindeki sütünler üzerinde bulunan kitabelerle süslenmiş, Kitabelerde tarihçesi de var. Roma imparatoru Septimius Severus bu muhteşem köprüyü ailesi adına inşa ettirmiş. Köprünün güney ayağındaki iki sütunu kendi ve eşi adına, kuzeye bakan iki ayağını ise oğulları adına inşa ettirmiştir.Ancak kardeşlerden Caracalla’nın taht kavgası sonucu kardeşi Geta’yı ortadan kaldırması ile sütunlardan Geta adına dikileni de yine bu kavga neticesi kardeşi tarafından maalesef yıktırılmış.Şu an 3 sütun dimdik ayakta. Kitabelerdeki yazılar yılların etkisi ile silinmiş ve yıpranmış...Kullanılan taşlar mermeri andıran bir cins; muazzam düz bir satha sahip, pürüzsüz.Çıplak ayakla yürüdüm, ayağınıza takılan hiç bir şey yok, aşağı baktığınızda derin vadi içinde Cendere deresi etrafında otlayan keçiler aşağıda kanyon içinde yer yer oluşmuş mağaralarda serinlemeye çalışan yakın çevre gençleri köprü üstünden bakınca minicik görünmekteler..
Artık bizde heyecan dorukta Nemrut’a daha çok yaklaştık.Araba ile geldiğimiz noktadan sonra yaya yolu var tırmanacağımız.Abim 500m civarı olduğunu iddia etse de bence 2 km den aşağı değil, 3 ay önce iyi ki sigarayı bırakmışım.Tık nefes olacaktık az daha .Enfes bir manzara… Aşağıda kanyon, koca vadi, yılan gibi kıvrılan yollar etrafında yeşil bir şerit, pespembe zakkum çiçekleri… Orada olup hepinizin görmenizi isterdim bu ömrü uzatan manzarayı. Yokuş dik, tırmanmak bir kerede her yiğidin harcı değil, sık sık dinlenme bankları konulmuş soluklanmak için, ter attıkça şişe şişe suya dayanıyoruz. Oksijenle manzaranın güzelliği sarhoş etti bizi, resmen başımız dönüyor. Yukarıya çıktık Önce doğu terasına gittik. İlk olarak donuk gözlerle bakan taşlaşmış ufka bakan Tanrı başları dikkatimi çekti. Üstte yan yana sıralanmış tahtlarında oturan gövdelerinin hemen ayak dibindeler. Sanırım güç ve hâkimiyet duygusunun ispatı düşüncesi ile bu denli yükseğe konulmuştu bu heykeller. Gece ve gündüz arasındaki ısı farkının 50 dereceyi aştığı bir dağ üzerindeyiz ve heykeller milattan 100 yıl kadar önce Nemrut Dağının zirvesine yerleştirilmişti. Her biri 6 ton ağırlığında kaideleri ile 10 m yüksekliği olan bu heykeller acımasız iklim koşullarına, depremlere inat 2000 yılı aşkın süredir hala ayakta. Teknolojisi, yapımı, kaç köle çalıştı, ne bedeller ödendi; sormayın bunlar birer muamma. Sadece gözlemlerim ve orada öğrendiklerimle şunu söyleyebilirim, Taşlık bir arazi boyunca dik ve zorlu bir çıkış patikası olan Nemrut Dağının tepesine o dev heykeller nasıl yapılmış ve tepedeki tümülüsün taşları nasıl yığılmıştı? Bu gün teknolojisi bile bu Tümülüs (Piramit mezar) içine girmeye için el vermemektedir. Sanki taşlar höyüğün tabanından doruğuna kadar teker teker yerleştirilerek değil de, daha ziyade, uçan bir araç vasıtasıyla yukarıdan boşaltılmak suretiyle yığılmış gibidir. Yani anlamaya çalışmak, akıllara zarar bir hale bizleri sokacağından; sadece manzarayı gözlemleyip bu güzelliği incelemekle kalmayı tavsiye edeceğim.
Heykeller, bir aslan ve bir kartal heykeliyle başlar ve aynı düzende son bulur. Burada aslan yeryüzündeki gücü, tanrıların habercisi olan kartal ise gökyüzünün gücünü sembolize etmektedir. Heykeller her iki tarafta da şu şekilde sıralanmıştır: Kral 1. Antiochos (Theos); Fortuna (Theichye-Kommagene-Tanrıça) Zeus (Oromasdes); Apollo (Mithras-Helios-Hermes), Herakles (Ares-Artagnes). Buradaki yazıtlarda Antiochos’un anne tarafından Büyük İskender’den (Yunan-Makedonya), baba tarafından da Darieos’dan (Pers) geldiği yazılıdır. Böylece Antiochos, atalarından gelen etnik farklılığı birleştirmiş, bu nedenle de tanrı heykellerinin yüzünü hem doğuya hem batıya çevirmiştir. Ayrıca tanrı heykellerinin isimleri Grekçe ve Pers dilinde yazılmıştır. Şu halimize bakınca komik geliyor bizler hala kendi içimizdeki kamplaşma ve etnik kavgaları giderememişken, belki taş devri adamı dediğimiz bu adamlar barışçı zihniyetleri ile de bizi kat be kat geçmişler.
Kommagene Krallığının akıllı ve barışçı kralı Antiochos Pers ve Roma devletleri arasında uzlaştırıcı olmak ve barışı sağlamak adına, bu yüksek tepeye Yunan Tanrılarını ve Pers tanrılarını düzeni sağlamak adına birlikte yan yana yerleştirmiş yanlarına, kendi heykelini koydurarak tanrılaşmıştı.
“Komagene Kralı Antiochus, heykelinin yapımı için o bölgenin en önemli heykeltıraşlarından, aynı zamanda putperestliğin en güçlü inananlarından biri olan Sorgon’u görevlendirir.
Sorgon’un yedi tane oğlu vardır. Sorgun, çok acımasız, sabit fikirli, kralına ve inancına oldukça bağlı, diktatör ruhlu, sevgi ve şefkatten uzak, zalim, otoriter bir baba olarak bilinir. Yanında oğulları dışında kimseyi çalıştırmaz. En zor işleri bile oğullarına yaptırır. En tehlikeli işleri ölebileceklerini bile umursamadan onlara verir. Sorgon kendi ailesi içinde kurduğu küçük krallığıyla kendini adeta tanrılaştırmış, evinin her tarafını taptığı tanrıların heykelleriyel süsleyip, en ihtişamlı yere de kendi heykelini yaptırmıştır. Çocuklarına zorla bu heykellere tapınıp itaat etmelerini ve kendisini ailenin baş tanrısı olarak görmelerini emreder. Oğulları bu zulüm ve acımasızlıklara yıllarca korku içinde itaat ederler. Fakat bir türlü cesaretlerini toplayıp babalarının bu zulmüne başkaldıramazlar.
Yedi oğlundan en küçük olanı Henun. Ara sıra ağabeylerine bu anlamsızlıklara karşı başkaldırmaları gerektiğini söylese de buna cesaret edemezler. Tapınağın inşası başlar, daha ilk ayında yüzlerce köle ve heykeltıraş asistandan kimi yıkılan kayaların altında kalarak kimi de güçsüz düşerek ölmeye başlar. Baş mimarlar, Antiochus’a rapor verirken daha büyük kayıpların olacağını söylerler ama o buna aldırmaz. Tapınağın yapımı için hiçbir bahaneyi kabul etmeyeceğini bildirir. Sorgon, oğullarıyla birlikte Antiochus heykelini büyük bir istek ve keyifle yapmaya devam eder. Oğullarının soğuğa ve dev kayaların ağırlığına dayanacak güçleri kalmamıştır. Kardeşler her akşam iş bitişinde bir araya toplanıp bu zulmün, özellikle baba zulmünün bitmesi için dileklerde bulunurlar. Tanrının gökyüzünde olabileceğini düşünüp gökyüzüne doğru kollarını açıp yalvarırlar. Gökyüzündeki tanrının onları görebilmesi için de yedi tane mum yakarlar. Kardeşler, çektikleri bu zulme karşı dayanacak güç ve takatlerinin kalmadığına kanaat getirirler ve kardeşleri Henun’un çağrısına uymaya karar verirler. Cesaretlenen yedi kardeş planlar yapmaya başlar. Henun planını açıklar: "Yakında bu yılın çalışma sezonu bitecek ve evlerimize döneceğiz. Babamız bütün cesaretini ve gücünü bu putlardan alıyor. Eğer biz bu putları parçalayıp birliğimizi gösterirsek, otoritesinin bozulduğunu ve hiç bir gücünün kalmadığını görecek, bize uyguladığı zulme son verecektir.
Çünkü onun inanıp tanrılaştırdığı bu putların bize bir karşılık veremediğini ve kendilerini bile koruyamadığına şahit olursa babamız bütün gücünü kaybeder derler. Babaları evde olmadığı bir sırada heykellerin dizildiği büyük odaya girip en başta kendi babaları olan Sorgon’un heykelini ve daha sonra bütün heykelleri parçalarlar... Kardeşler bu yaptıklarının büyük bir zafer olduğunu, bu gücü de gökyüzünde bulunan ve onlara ışık saçan tanrılarına borçlu olduklarını düşünürler. Tanrılarının onlara verdiği bu güç için evin giriş avlusuna yedi tane mum yakarlar.
Zalim baba Sorgon, eve geldiğinde evin avlusunda yanan yedi mum dikkatini çeker. Hepsini tekmeleyip, mumları söndürürürken bağırıp çağırmaya başlar. O hışımla eve girer ve evin her tarafında parçalanmış heykel parçalarını görünce sinirden deliye döner. Oğullarının bunu yapacağını düşünüp her tarafta onları ararYedikardeş günlerce saklanırlar. Sorgon oğullarını bulamayacağını anlayınca bir plan yapmaya karar verir. Onlara ulaşabilecek akraba ve oğullarının arkadaşlarına; oğullarını affettiğini, onların haklı olduklarını, kendisini bir gaflet uykusundan uyandırdıklarını, putlar parçalandıktan sonra huzur bulduğunu söyleyip, eve geri dönmelerini ister. Yedikardeş bir süre sonra ikna olup evlerine dönerler. Babaları onları affettiğini, onları haklı bulduğunu söyleyip sinsi planını sürdürür. Oğullarının acıkmış olabileceğini düşünüp onlar için en güzel yemekleri hazırlattığını ve şereflerine bir ziyafet verdiğini söyleyip sofraya davet eder.
Sofraya oturan yedi kardeş yemekleri yemeğe başlarlar. Sorgon yemeklere en güçlü zehirleri katmıştır. Yemekleri yiyen yedi kardeş anında ölürler. Sorgon’un bu zulmü kısa sürede her yerde duyulur. Ölen bu yedi kardeşe halk "Yedi Yaman" adını verir, anılarına her yıl yedi mum yakıp anmaya başlarlar. Zaman içinde "Yedi Yaman" Adıyaman olarak o şehre isim olmuştur” ALINTI
Bu efsane yeryüzüne hâkimiyet duygusu ile dikilen bu dünyanın sekiz harikasından biri olan, muazzam eserin yapılışındaki; madalyonun diğer yüzü hakkında bize bilgi vermektedir.
Nemrut dağında dikkatimi çekenlerden biri de yüzlerce uğur böceği oldu. Defterimizin simgesi olan o küçücük böcekleri görmek her zaman beni mutlandırmıştır. Doğu ve batı teraslarını gezdikten sonra; Tam Nemrut dağındaki firavunlara ait tümülüsün karşısına dikilmiş Karakuş tümülüsüne doğru yol aldık. Kommagene’lilerin kraliçelerine ait Anıt Mezar yöre halkı tarafından sütün üzerinde bulunan kartal heykelinden dolayı Karakuş olarak adlandırılmaktadır. Karakuş Anıt Mezarı aynı zamanda kutsal alandır. Kral Antiochos Theos’un yerine geçen oğlu II.Mithradates annesi İSİAS için bu anıt mezarı inşa etmiştir.
Dünyanın en güzel kadını dediği annesi İsias için inşa ettiği anıt mezara pers prensleri ile evli olan kız kardeşleri Laodike ve Antiochis’inin Pers - Roma savaşında öldürülmesi ile bunların cenazelerini - annesinin yanına gömmüştür. Karakuş anıt mezarında dört Kommagene kraliçesi yatmaktadır.
Sabrınıza sığınarak Firavunları yükseklerde bırakıp, Gerger yolu üzerinde bulunan İslamiyet’in mütevazi iklimlerinde yeri olan güzel bir beldeye Üzeyir AS kabrinin yer aldığı camiye vardık.Çok bakımsız mezar taşları kırık, etraf yazık ki çerçöp içinde..Etrafa saçılan çöplerin kokusunu duymak, içimi sızlattı Anadolu’ya gelip bizim topraklarımızı şereflendirmiş bu güzel sahabenin ebedi istirahatgahının kıymetinin bilinmemesi beni çok ama, çok üzdü açıkçası.. Hatta bu konuda Kültür bakanımıza da bir yazı yazmak niyetindeyim. Tüm olumsuzluklara rağmen Nemruttaki ihtişamdan sonra olağan üstü sadelik etrafın bakımsızlığına rağmen kabirden yayılan o rayiha ve bizi içine çeken o manevi iklimin ulûhiyeti anlatmakla tarif bulacak gibi değil. Daha sonra Ebuzer El Gaffari türbesine yol aldık. Bu yüce sahabenin türbe girişinde bizi karşılayan sözünün yer aldığı levha anlamak isteyenler için ne çok şey anlatmakta değil mi; “En garip olduğun ve en çok muhtaç olduğun gün mezara konulduğun gündür.”
Oradan Adıyaman içinde kısa bir gezinti yaptıktan sonra Pirenne’ye geçip tatlı bir yorgunlukla Malatya’ya döndük. Tüm dostlarıma tavsiyem ben de yıllardır tatil denilince denize koşanlardan biri olarak artık diyebilirim ki; gidin Anadolu topraklarını gezin. Gezin ki ömrünüz uzasın…
Perihan TUNÇOK KILIÇ
ESMİZE 4.8.2011 İZMİR
YORUMLAR
şimdi açım..okuduğumu anlamıyorum..LAz olmak böyle bir şery iki işi bir arada yapamıyorum..Yani acıkıp okuyamıyorum...
birine odaklıyım
nasipse iftardan sonra gelip kahvemi burada içeceğim.Senden destan gibi bir yazıyorsun kardeşim:))))
oku oku sonu gelmiyor:)))
haşgörüne sığınarak sadece takıldım kardeşim sakın alınmayasın...
Allaha emanet olasın...
Esmize - Perihan Kılıç
Eline yüreğine sağlık ablacığım ...Beraber gezmiş kadar oldum...Kıskandımda azcık....
Çook güzel bir gezi yazısıydı...
Sevgilerimle...
Esmize - Perihan Kılıç
Sizi okumak ve takip etmek bir ayrıcalık. Birlikte gezindik:)Ayrıca fotoğraf çok güzeldi. Tebrikler.
Esmize - Perihan Kılıç
Bu kadar güzelliğin ve azmin içerisinde insanların takıldığı şeye bak?. Noktayı, virgülüde siz koyun...Bu güzel yazının öncelikle bir samimiyeti ve azmi ifade ettiğini farkederek baktığımdan beni edebi kaygısı hiçmi hiç ilgilendirmedi. Elbet herkes gibi Nemrut'la ilgili birçok pasaj okumuştum ama, bu denli derlitoplu, emek verilmiş yazıyı ben ilk kez okudum. Nemrut'un en az gezenler kadar heryanına nüfuz ettiğimi farkettim. Yazı bana bunu sağladığına göre gerçekten çok başarılı ve güzel bir yazı. Sevgili hocam zaten bu işi iyi becerenlerden. Onun elinden ve dilinde,gönlünden olmasıda başka güzellik. Ben de ufak ayrıntılara takıldım ama, bahsedilecek ve yazıyı gölgeleyecek şeyler değildi.
Sevgili hocam, ben çok yararlandım ve mutlu oldum....
Yürekten kutladım..Selam,saygı...
Esmize - Perihan Kılıç
hyazici58
Esmize - Perihan Kılıç
Esmize - Perihan Kılıç
imla kuralları toz olmuş,ama içerik olarak hoştu....