- 937 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YATAĞIN ORTASINDA
Girip çıktığımız her evde içimin burkulmasına, yüreğimin sızlamasına bir türlü engel olamıyorum.
Her şey yanlış gibi görünüyor.
Kızların umarsız, yüzsüz, çıplak halleri dokunuyor bana.
Yanlış olan, buralara gelmeden önce, herkes gibi kafayı iyice çekmemiş olmam belki de.
Arkadaşlarım, mutlu olduğumu görmeden otele dönmeyeceklerini, ne yapacaksam yapmamı istiyorlar. Üzümün sapı armudun çöpü diye oyalandıklarını söyleyerek sıkıştırıyorlar beni.
Onlar ki düşlerini gerçekleştirmiş, mutlu olmuşlar. Arkadaşlarını böyle mutsuz, yoksun bırakırlar mı hiç.
Gülünüz Burada aşk yuvasından çıkmak üzereydik. İki de bir, “Otele dönme vakti gelmedi mi,” diye mızırdanıp duruyordum. Salondaki kızlar çığlık çığlığa kapıya doğru seğirttiler. Öpüşmeler, sarılmalar, gülüşmeler epeyce sürdü. Yeni biri gelmişti. Çok sevilen, uzun süre ayrı kaldıkları biri olmalıydı bu gelen. Başındakiler dağılıp, kız ortaya çıkınca, yüreğimden, “Sonunda aradığını buldun,” diye bir çığlığın yükseldiğini duydum. Donup kaldığımı gören fırsatçı dostlarım, yardımıma koşmakta duraksamadılar. Kulağıma eğilip, onunla konuşmam için beni yüreklendirmeye çalışıyorlar.
Sonuç alamayınca, Başkan Çelik işe el koyuyor. Gidip, kızla konuşuyor.
Kız, konuşurken bir yandan bana bakarak gülümsüyor. Gülümsemesi kabul edildiğim anlamına geliyor sanırım.
Çaresiz, yanına gidiyor, selam veriyorum. Başkan, çıkıyor aramızdan.
Hal hatır soruyorum kıza.
“İyiyim,” derken, tepeden tırnağa gülümsüyor kız. Başkan’la neler konuştuğunu bilmiyorum ama gözlerinde bir merak uyanmış gibi. Usta bir devinimle, elini uzatıp yanağıma dokunuyor.
“Sen de iyi misin? Arkadaşın benimle olmak istediğini söyledi.”
“Buralarda senin gibi biriyle karşılaşacağımı asla düşünemezdim.”
“Neden ayol, ben nasılmışım da?
“Çok güzel olmaya güzelsin de beni şaşırtan yalnız güzelliğin değil.”
“Başka ne olabilir ki? Daha ne vücudumu ne hünerlerimi gördün. Hadi dört numaraya çık bekle. Seninle işimiz var,” diyor, yanımdan uzaklaşırken.
Arkadaşların gözü üstümde, ağzı kulaklarında…
Şaşkınım! Böyle bir çıkış yapabileceğim kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. İşte yapıyorum. Ruh halim epeyce karışık tırmanıyorum merdiveni.
Düzgün bir odadayım. Odada, çift kişilik bir yataktan başka, şık bir giysi dolabı, iki deri koltuk, yatağın tam karşısında oldukça büyük bir de ayna görüyorum. Kendime geldiğimi, kafamın çalışmaya başladığını, aynaya yüklediğim anlamdan çıkarıyorum.
Deri koltuklardan, yatağa uzak olanını seçip oturuyorum…
Kapı açılıyor. O kadın giriyor içeri. Beni, ayakta ve giyinik görünce:
“Neye soyunmadın lan! Çocuk mu avutacağım burada. Hadi hadi, çıkar üstündekileri!” diye çıkışıyor.
Yüzüme değil gövdeme bakıyor. Dövecek sanki. Ben ona ne yaptım ki?
Aşağıda yemeğini yerken görüp beğendiğim, olacaksa bununla olsun dediğim kadın. Bir yandan üstündeki şeyin düğmelerini çözerken, bir yandan da dişlerinin arasında kalan yemek artıklarını temizlemeye çalışıyor. Avurdunda akide şekeri dolaştırır gibi dolaştırıyor dilini. Üstündeki giysi, ayaklarının dibine yığılıveriyor. İlk kez görüyorum çıplak kadın bedenini. Henüz üstümdekilerden bir şey çıkarabilmiş değilim. Ceketimi şurasından burasından çekiştiriyorsam da üstüme yapışmış, sökemiyorum.
“Oğlum ne bekliyorsun? Manyak mısın sen, soyunsana lan!”
Ağzımdan çıkanı kulaklarım duymuyor. “Soyunuyorum ya,” demiş olmalıyım.
“Hani soyunduğun? Benimle dalga mı geçiyon piç kurusu!” diye bağırıyor...
Çıplak ve çaresizim. Dizlerimin üstünde, dolgun kısa bacaklarının arasındayım.
“Hadi!” diyor kadın, “ne bekliyorsun?”
Bekliyor muyum?
“Hadi hadi, kafamı bozma benim!”
Ne olacaksa olsun deyip, boylu boyunca devriliyorum kadının üstüne.
“Çüüüş! Ulan denize mi atlıyorsun hergele” diyor, “Sen karı değil oğlan da becermemişsin daha! Civciv olduğunu baştan söylesene, ibne!”
Hacı yatmaz gibi doğruluyorum. Yine dizlerimin üstündeyim.
Alt üst olmuşum; kadın ne, kız ne, insan ne, ben kimim hiçbir değerim yok artık. İçine düştüğüm durumdan kurtulmak için bir yol arıyorum. Sesim ve her yerim titriyor ama kuyruğu dik tutmalıyım diye düşünüyor, üstüne kendimi öylece bırakmamın nedenini açıklamaya çalışıyorum:
“Denizden yeni döndüm de ondan her halde.”
Bu sözlerim onu daha da hırçınlaştırıyor.
“Manyak manyak konuşma! Alırım ayağımın altına!” diyor. Ben yaklaşamayınca o kayıyor bana doğru. Ne kalmışsa, ellerine bırakıyorum.
Mesleğine saygısından olmalı, tüm deneyimini seferber ediyor kadın. Bende hiçbir şey yok. Boğuyorum kendimi. Küçüldükçe küçülüyorum.
Sonunda, “Olmaz bu iş,” deyip, doğruluyor. Aceleyle giyiyor çıkardıklarını. Sanki bu rezil duruma düşmeyi ben istemişim gibi burnundan soluyarak, karşıma dikiliyor.
“Şimdiye iki kişiyi savardım hıyar, hadi sökül paraları!” diye emrediyor.
Ortada para vermemi gerektirecek güzel bir şeyin olmadığını, illa vereceksem yarısını filan vermem gerektiğini söylemeye hazırlanıyorum. Bunu ona kabul ettirebilirsem, yeniden var olabileceğimi, küllerimden, güçsüz de olsa bir ateş yakabileceğimi düşünüyorum.
Daha sözümün sonunu getiremeden, ne demek istediğimi anlamış olmalı, yüzümde güçlü iki tokat patlıyor…
Duyulur duyulmaz bir tıklama sesi, on sekiz yaş karanlığından çekip alıyor beni.
Kapı vuruluyor. Giriniz dememi beklemeden sülün gibi bir taze süzülüyor içeri. Dünyam değişiyor o an. Hoş, insanı saran, sıcak bir kadın kokusu doluyor içeri. Parfüm kokusuyla ilgisi yok odayı dolduran kokunun. Heyecanlıyım ama korkmuyorum.
“Merhaba canım, hoş geldin sefalar getirdin. Demek, önce muhabbet diyorsun.”
Yanımdaki koltuğa ilişiyor.
Ona, çevresindekilerden ne denli farklı olduğunu anlatıyorum dilimin döndüğünce. Konuşmamdan hoşlandığını, hafif makyajlı yüzünde uçuşan gülücüklerden anlıyorum.
“Size,” diyorum, “dünyanın en ünlü sinema oyuncularından birine çok benzediğinizi, hatta ondan daha güzel, daha çekici olduğunuzu söyleyen oldu mu hiç?”
Kahkahayla gülüyor sözlerime. Siyah saçlarını savuruyor, başını yana eğip gözümün içine bakıyor. Gözleri o denli sevgi dolu o denli sıcak ki eriyorum.
“Ne diyorsun ya! Kimmiş bu ünlü kadın? Vallahi duymadım böyle birini. Hemen söyle çok merak ettim.”
İsveç’in ünlü yıldızından, İngrit Bergman’dan söz ediyorum. Aklımda kalmış filmlerini sıralıyorsam da hiçbirini görmediğini, başkasının çevirdiği filmlerle de ilgilenmediğini söylüyor.
“Onların filmlerde uyduruktan yaptığını, ben her gün gerçekten yapıyorum. Şimdi de seninle bir film çevireceğiz, beğenecek misin bakılım,” diyor.
Bu âlemin, hiç de yabana atılacak bir yaşam olmadığını düşünüyor, bugüne değin girip çıkmadığım için pişmanlık bile duyuyorum. Verdiğin üç beş kuruş karşılığında, dünya güzeli bir kızla muhabbet edebiliyor, birlikte olabiliyorsun.
Sessizliği İngrit bozuyor, “Kime benziyordum, adı neydi bir daha söyle hadi!”
“İngrit Bergman, İsveçli film yıldızı.”
“Alacağın olsun Panter” diyor, “Onun bilmediği artist, gitmediği film yoktur. Kıza o denli benziyorsam neden bana söylemedi bugüne değin.”
Bu fırsat kaçar mı, taşı gediğine koyuyorum:
“Göz, her baktığını göremez. Güzellikleri görmek, her şeyden önce bir zevk bir kültür işidir.”
Daha da büyümüş gözlerle bakıyor yüzüme. “Ya… ne güzel konuşuyorsun sen öyle? Şair misin, yazar mısın, nesin söylesene?”
”Güzel konuşmanın sırrı bende değil,” diyorum “Gözlerine bu denli yakın olmak, azarlanma korkusu duymadan bakabilmek, kim olsa benim gibi konuşmaktan başka şey yapamaz.”
”Seninle film çevirmek güzel olacak, bir hoş oldum vallahi,” diyor.
Ona, içimde büyüyen bir rahatsızlıktan söz ediyorum.
“Güzelim, canım, dışarıda buluşup, “mış” gibi yapmak yerine, gerçek insanlar gibi arkadaşlık edemez miyiz? Her önüne gelenin düşüp kalktığı bu yerde, birlikte olmayı içime sindirebileceğimi sanmıyorum. Yarın, öbür gün, daha sonra ne zaman istersen ama dışarda.”
“Aaa, hayır olmaz!”
“Neden?”
“Nedeni yok, dışarıda benim gurubum var. Onların dışında kimseyle o işlere kalkışmam.”
“Şu Panter filan değil mi?”
“Evet, Panter Kadir en yakın arkadaşımdır. Panterlikle ilgisi yok, kuzu gibi bir oğlandır aslında. Aramızda öyle deriz. Bilirsin işte kızdırmak için.”
Üzüldüğümü, çok üzüldüğümü söylüyorum ona. Daha fazla konuşmama engel oluyor. İşaret parmağını öpülesi dudaklarına bastırarak, “Konu kapanmıştır.” diyor.
Kaşla göz arasında soyunup uzanıyor yatağa. Sarsıldığımı hatta çarpıldığımı saklamak istiyorsam da gözlerim açığa vuruyor duygularımı.
Gülüyor… Karşısındakini ne hallere soktuğunun farkında değil sanki. Feleğin çemberinden geçmiş bir kız gibi görünmekten o denli uzak ki. Aklım dağılıyor. Onu, buralara sürükleyen serüveniyle ilgili olasılıkları düşünmeden edemiyorum. Sanki bu yola, bugün düşmüş gibi geliyor bana. Ne çıplak bedeninde hoyrat dokunmaların izi, ne yüzünde, üstüne basılmış yeşil çimenlerin ezik hüznü var.
Çıplakken nasıl göründüğünü, yine güzel bulup bulmadığımı soruyor sanırım. Yanıt verecek halde değilim. Yalnızca bakıyorum.
İngrit, yatağın tam ortasında ve sırtüstü yatıyor.
Gün batarken ufukta beliren dağların, pürüzsüz çizgileri canlanıyor gözümde. Yuvarlak yükseltilerin ucunda menekşeleşen desenler, çukurların çekici renk koyuluğu, düzlükler ve ötesi…
Sorusunu nasıl yanıtladığımı anımsamıyorum. Büyülenmiş halde, yatağa doğru yürüyorum. Yatağın yanına, tüm çıplaklığımla diz çöküyorum. O, satılık beden değil, tapılacak bir güzellik gözümde. Böğrüne uzanmadan, daha yakından bakıyorum ona. Fil dişi sol kolu, yastığın üstünde baş düzeyinde açık. Konuşmuyor; bilinen, “Eee hadi canııım, daha ne bekliyorsun,” gibi sözlerle, büyüyü bozmaktan çekiniyor sanki. Yanına uzanmaya karar verdiğimde, incitirim korkusuyla, dirseğimi yastığa dayayıp, koynuna usulca sokulmak istiyorum. Kolunun, ince, saydam derisinin üstüne dirseğimi oturttuğumun farkında değilim.
Bir çığlıkla yıkılıyor kurduğum dünya, “Ayyyyy!” diye bir ses dolduruyor odayı. Arkadan, kalan ne varsa yerle bir eden, “Kör müsün be adam! Dikkat etsene biraz!” sözlerini duyuyorum.
Bu sözler bana mı?
O mu bu yıkıcı, dostluktan, muhabbetten uzak sözleri haykıran?...
Ona dokunamadan, incinen de kırılan da benim kollarım aslında.
Çıplak, savunmasız, dizlerimin üstünde öylece kalıyorum. O da susuyor benim gibi. Konuşmaya başlarsak, her şeyin daha da kötüleşebileceğini düşünüyorum…
Aşağı da arkadaşlar beklemekten sıkılmış olmalılar. Merdivenden inerken hepsi ayağa kalkıyor, sırıtarak saatlerine bakıyorlar.
Başkan, “Tam otuz altı dakika oldu Erdal, bir gittin pir gittin. Helal olsun sana,” diyor.
“Ben böyle işlerde yokum diyene bak, iki posta gitmediyse eşek gibi anırırım,” diyor Mustafa.
“Lan oğlum, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu,” diye takılıyor, Adanalı Asım.
Benden hemen sonra, neşesiz, sinirli bir havada salona dönen kızın yüzündeki gölgelerden anlam çıkarmaya çalışıyor Mustafa.
“Ne bu kızın hali, dul çıkmış gelin gibi yüzünden düşen yeri deliyor, kavga mı ettiniz yoksa?” diye, takılıyor. Susma hakkımı kullanıyorum.
Benim yerime Asım yanıtlıyor Mustafa’yı. “Yarım saat süreyle kavga mı olur?”
İlk fırsatta ortamdan uzaklaşmak gerektiğini düşünüyorum.
“Hadi çıkalım, çok geç oldu,” diyerek ivedi kapıya yöneliyorum. Arkamdan onlar da gelmek zorunda kalıyorlar. Ne hoşça kal diye el sallıyor, ne küçük bir gülücük gönderebiliyorum kıza. Onun ve benim, yüzümüzdeki gerginlik, iyice meraklandırıyor dostlarımı. Giderek, içerde iyi şeylerin olmadığını kafalarında kesinleştiriyorlar. Tüm bunları gördükten sonra, işin aslını öğrenmeden yakamı bırakmayacaklarından eminim. Ama bir geceliğine de olsa kendimi tutuyor, anlatmıyorum olup bitenleri.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.