- 937 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
sıradan bir gün..
her öykü başka bir öyküyü doğurur beraberinde...
acılar olgunlaştırır insanı ve olgunlaştıkça çürüme kaçınılmazdır...
Yataktan yorgun adımlarla çıktı. Elini yüzünü yıkadı. Akvaryumdaki balıklara yem atmak için salona gitti. Bir balığı daha zayi olmuş, akvaryumun içindeki kumların üzerinde cansız ve hırpalanmış yatıyordu. Güne yine can sıkıcı bir sonla merhaba demişti.
Mutfağa ilerledi, aç karnına bir sigara yaktı ve tezgahın üzerinde duran bardaktaki pörsümüş güllere baktı. ’Bizi azat et’ der gibi bakıyorlardı. Zaten bir kaç gül yaprağı tezgahın üzerine dökülmüş halde öylece bekliyordu. İçlerinde tomurcuk olanlar vardı ve renkleri hala güzel ve alımlıydı. Havanın sıcak olmasından ötürü solmadan, kendi renkleriyle kurumuştu güller.
Hepsini avuçlayarak rengi bozulmuş, kokuşmuş suyun içinden çıkardı gül demetini. Özenle kuru gülleri ayıkladı dallardan. Bir şarkı geldi aklına ’SUSUZ GÜLLERİN KEDERİ’ diyordu bir yerinde. Onun gülleri susuz da değildi üstelik, peki neden bu kadar hüzünlü görünüyorlardı öyleyse bir anlam veremedi. Belki de çiçekler de sahiplerine benziyordu, kim bilir..
Gülleri ayıkladıktan sonra, yeşil ve dikenli dalları, yaprakları öylece çöpün içine tıkıştırdı. Kendini bir an çok vefasız ve acımasız hissetti. ’sizinle işim bitti, alacağımı aldım sizden, artık hayatımdan defolun!’ der gibi zavallı dalları nasıl da hiç düşünmeden atmıştı kokuşmuş çöpe. Oysa o dallar değil miydi emektar olanlar, onlar olmasaydı bu güllere nasıl sahip olabilirdi! Yine de kısa bir tereddütün ardından, onları çöp tenekesinin çirkin ve pis kokulu terkedilmişliğine terk etmekten gocunmadı . Ayırdığı gülleri biraz daha kurumaları için bir tabağa aldı. Sonra kendine bir kahve yaptı. Bir şeyler karalamak için bilgisayarını açtı.
Günlerdir bir öykü ile uğraşıyordu. Öyküsü tahmin ettiğinden biraz daha ağır ilerliyordu. Aslında yazacaklarını aklında belirlemesine rağmen, yazmaya üşendiğinden bir türlü tamamlayamamıştı öyküsünü.
Sevgilisiyle arası bozuktu. Tuhaf bir ilişkileri vardı zaten. Birbirlerinin canını sıkmaktan ve acıtmaktan başka yaptıkları bir şey yoktu. Öyle ki; yakıcı ve çılgınca bir bağımlılıkla müptelası oldukları aşkları, birbirinin nasırlarına dokunmadan, yaraları kanatmaktan sevmelerine fırsat bırakmayacak kadar acınılası bir hal almıştı son günlerde. ’Belki aşk bile değil, yalnızca alışkanlık’ diye geçirdi içinden. Aralarında tutku, inat, kırıcı olan her söz, şehvet ve dinmek bilmeyen tuhaf bir özlem duygusu vardı.
Adam kadını aradı, kadın keyifsizdi. Yine, sevme değil can acıtma anındaydı. ’Özledim’ dedi adam. ’Sen de özledin mi?’ Sırf adamın canını acıtmak için soğuk ve tatsız konuştu kadın. ’Özlemedim’ dedi. ’Sana kızmaktan özlemeye fırsat bulamadım! Bir ara özlerim, borcum olsun. Şimdi bilmiyorum ne hissettiğimi, sanırım sadece öfkeliyim’ Adamın da keyfini kaçırmayı başarmıştı işte. Amacına ulaşmış bir insanın kibriyle, bir tek ’BİNGO!’ diye haykırmadığı kalmıştı. ’Vazgeçtim’ dedi adam. ’Ben de özlememişim, şimdi fark ettim’...
Kötü başlayan gün, kadının böyle devam etmemesi için göstermediği çabalar sayesinde kötü devam ediyordu. Kadın, esasında üzerinde günlerdir uğraştığı öykü yüzünden gergin ve kafası da bir hayli meşguldü. Başladığı hiç bir işi yarım bırakmayı sevmiyordu ve öyküsünü bitirememiş olması, üzerine yük gibi biniyor ve rahatlamasına engel oluyordu. Öyküye bu kadar takılı kaldığından aklını hiç bir yere veremiyor ve odaklanma sorunu yaşıyordu.
Böyle zamanlarda çok huzursuz ve sinirli oluyordu. Herkesi kolaylıkla üzebiliyordu. Sanki içinde iki, hatta üç ya da dört tane ayrı ruh yaşıyor gibiydi. Sürekli değişen ruh hali dengesini bozuyordu. Otuz yıllık hayatı bitmek bilmez med-cezirleriyle heba olmuştu ve olmaya da devam ediyordu. Kendisinden kaçışı, kurtuluşu yoktu. Bu insan tam da kendisiydi ve kendisiyle barış imzalamak ve kendisini sevmek zorundaydı.
Gerçekten çok yorgundu. Bitkinliği, tahammül sınırlarını zorlayacak kadar çoktu. Her şeye ve herkese inancını kaybetmiş gibi ümitsizdi. Bitmiyordu, geçmiyordu bu hali. Keyfi iyice kaçtı. Oysa öyküsünü bugün bitirmeyi planlamıştı ama yazacak dermanı yoktu. Kalkıp bir ağrı kesici içti. Neden sonra bugün hiç camdan bakmadığını, balkona çıkmadığını düşündü. Dışarı çıkmak zaten çok uzak bir ihtimaldi onun için. Ama en azından bu depresif halini biraz olsun rahatlatmak adına balkona çıkabilirdi. Belki de tüm bunlar geçirdiği veya geçireceği depresyonun belirtileriydi. Evet evet bunalımın ayak sesiydi bu hali.
İç sesinin yankılarıyla evcilik oynarken, o sırada telefonu çaldı. Tam da her şeyi ti’ye almaya başlayacağı veya tam tersi hepten arızaya bağlayacağı sırada, arayan en yakın arkadaşıydı. Aslında içinden derin bir oh çekti. Sanki arkadaşı onun ne kadar bedbaht olduğunu ve her şeyden kopmaya ne kadar yakın olduğunu hissetmiş gibi imdadına yetişmişti. Ama o duygularını belli edemezdi çoğu zaman. Kaş yapayım derken göz çıkaran insanlardan birisiydi. Aradığına çok mutlu oldum, iyi ki aradın diyemezdi mesela. Ne kadar mutlu olsa da, karşısındakini de mutlu etmeyi bir türlü beceremezdi.
Arkadaşı onun keyifsiz olduğunu bildiğinden, değişiklik iyi olur diye çaya davet ediyordu kadını. Kadın onu kimsenin anlamadığını düşünüyordu tam da o anda. Aslında onu ondan daha çok düşündüğünü çok iyi biliyordu kadın. O, kadının şimdiye kadar sahip olduğu ve olacağı en iyi ve en gerçek dostuydu. Sevimsiz ve kaba bir ses tonuyla konuştu; ’gerek yok, ben iyiyim’ dedi. Kestirip atar gibi, başından savar gibi tatsız ve soğuktu. Arkadaşı ısrar etti, laf olsun diye değil, kadını gerçekten düşünüyordu ve asla kendine haksızlık edip de üzülmesini istemiyordu. Ona çok değer veriyordu ve kadın da bunu çok iyi biliyordu. Arkadaşı teklifini yineledi ama öylesine kaba ve gergin konuşuyordu ki kadın, sonunda onu da tersledi ve birinin daha kalbini kırmanın huzursuzluğuyla telefonu kapattı. Ne gereksiz, ne lüzumsuz, ne aptal bir konuşma yaptım diye kendi kendine beynini yiyip durdu daha sonra. Şımarık bir çocuk edasıyla mızmızlanmaktan ve nazlanmaktan başka bir şey değildi bu yaptığı, hatta başlı başına bunun adı küstahlıktı.
Artık yalnızdı, hatta yapayalnızdı! Hava sıcaktı, kahve hala sıcaktı.. Boğuluyor gibi hissetti kadın. Kendini buz gibi duşun altına atıp dakikalarca; ağladı... ağladı... ağladı....
fulya/temmuz2011
YORUMLAR
Hayatın gerçeklerini yalın bir dille anlatmanız okuyucu üzerinde bile tesir yarattı diyebiliriz. Benim üzerimde yarattı. Siz, bizi anlatmışsınız bir anlamda. Monotonlaşan tek düzelikler, duygu karmaşıklıkları, maddi ve maneci sıkıntılar hayatımınız bir parçası. İş,, ev,, çevre arasında mekik dokumalar.. Alışkanlık halini almış evlilikler,, çok sade bir dille anlatmışsınız..
Siz , bizleri anlatmışsınız,,
Kutlarım.
Yataktan yorgun adımlarla çıktı (enerji eksikliği)
Kendini bir an çok vefasız ve acımasız hissetti. ’sizinle işim bitti, alacağımı aldım sizden, artık hayatımdan defolun!’ der gibi zavallı dalları nasıl da hiç düşünmeden atmıştı kokuşmuş çöpe (suçluluk duygusu)
Aslında yazacaklarını aklında belirlemesine rağmen, yazmaya üşendiğinden bir türlü tamamlayamamıştı öyküsünü (konsantrasyon güçlüğü)
Her şeye ve herkese inancını kaybetmiş gibi ümitsizdi. (bu zaten çok açık)
Arkadaşı teklifini yineledi ama öylesine kaba ve gergin konuşuyordu ki kadın, sonunda onu da tersledi ve birinin daha kalbini kırmanın huzursuzluğuyla telefonu kapattı. (bana kimse yardım edemez!)
Kahramanımız depresyonun tüm tanı kriterlerini karşılıyor gibi. Bazen edebiyatın depresyondan beslendiğini düşünüyorum. Bununla ilgili bilimsel çalışmalar da var aslında. Yazar okyanusun yüzünde olamaz, az derinde mercanları, balıkları, süngerleri ve batık hazineleri görmeli ve anlatmalıdır ama dalarken dikkatli de olmalıdır çünkü daha derinde hayat yoktur. Kahramanımız az derin ile daha derinin sınırında gezinir gibi.