- 585 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
Parmak Arası Gülümse
Gel... Mutlaka gel. Gelirken değil ama gitmeden evvel.
Ökçesi yüksek limanlara tutuşturmuşuz, bir avuç ekmek kırığı dökülüyor ellerimden
martılara mı yoksa balıklara mı? Büyüyor gözleri hecelerim azdıkça
Ah hep bu saatler! Çalıntı bir ruh yakışır ancak bu limana
yolcular, hevesliler, çapkınlar ve elveda diyenler...
Sahibi değilim uçurumların. Beni görmezden gelsinler.
Varlığını tescillediğim o ilk buruk sevinç anı ve tatlı tebessümünle karşılaman bir yabancıyı. Tanımadan saygıyla eğilmen güler yüzümün alnına, ayıklar gibi yapıp diğer insanları hem de tam orta yerinde resimsiz bir kalabalığın. Peki ya ben hangi vaziyetteydim? Pervasızca ikimize ayırdığın kısıtlı zamanları solgun yüzümle lekeye boğabilecek kadar gaddar ve kurulu cümleleri tekrar edemeyecek kadar sil baştancı bir hafızayla çıkıyordum yollarına. Zaman tanıdık yüzlerin bile beni anımsayamadığı bir yokuş aşağı sürüklenme zamanıydı, diz çökmüştüm mutsuzluğun önünde. Yarım yamalak biriktirdiğim yıllık izinler ve her rengi ziyan sayılabilecek tedirginlikte, ölesiye bir sükut. Baş gösteriyordu çapaklarımdan tanesi uyku başlığı adı altında ve süreksiz ayrılık vaad ediyordu kumara alışkın ellerim. Ya hep ya hiç? Bir kazan, sonra bir daha. Gülümsedim sarı saçlarını yel almadan, üstünde tenine ait olmayan o koku cazibesiyle dokunurken masaya. Örtüsü çoktan mimlenmiş, yanında üç beş pembe yüzlü dağıtıyorlar sanki ilgini. Güz güzellikle başlar bu kez. İçimi fırtınaya aşık tutup savruldum güneşin kat ettiği beyaz noktalarında. Birleştirdim çabucak çizgilerini benim olmayı kabullenmeleri için ve sonra nefesim ayak izi oldu ardın sıra yetişen amansız takibin.
Her vaktin öyle mühimdi ki... Seni güldüren, konuşturan her detayı sorgu odasına çekiyordum senden habersiz. Bir gece ve bir gündüz... Bu körkütük yabancıya tekrar gülümsersin diye kesiştiğin yollarda saklıyordum esrarımı. Sonra bir vakit... Nar kokusu örtülmeden dudaklarına, uzun kirpiklerin için henüz ilk satırımı dökmeden yapraklara... Hayatını soymadan kılıfından, ayırmadan henüz bilinçsiz mutluluklara ve dalmadan içinden fışkıran okyanuslara... Sadece seyre alıştım güzel gözlerini, dalından koparmayı aklımın ucuna bile getirmeden. Koyu karanlığın bittiği yerde ufacık beyaz bir nokta vardı, buluştum ben onunla. Senden habersiz çırpınan kafes ardı büyümüş yetim bir sevdanın görmeyen gözlerine uzandı ellerim, sıcak ve feryatsız bir tutuşla. Öptüm yosun kokan şampuanın özünü sıyırıp omuzlarından. Hem de binlerce kez ismimi örten dudaklarından damlaya damlaya. Bir gün aşkı unutup önemsemediğin yerde fark edersin diye beni, yüzyılları küçültüp göz göze geldiğimiz o on saniyenin içinde biriktirdim. Sonra tekrar gülümsedin ve öyküm ikinci bir beyaz yaprak doldurdu o gün.
Aylardan nisan... Alma hafife, mart bölerken uykunu kaldırmaz yağmurlar ezberinde tuttuğunu. Hep o gün, illa o vakit gelince söylerim diye sakladığın yüzlerce kelimenin ortasında tek bir cümle kuramadığın oldu mu hiç? İlk cümlem kısa süreli bir "Sus" olmuştu sen gözlerini kaçırırken. Sonra anımsadığım ve gözlerimden hiç bırakmadığım en ölümcül nokta gülüşündü, kuşkulanmadım bile. Sanki yüzyıllardır tanıyordum kısık gözlerini. Başarmıştın, gecenin saldırısına maruz kalan ruhumu seninle aynı çarşafın altına sokmam için kendimden vazgeçmeme olasılık tanıyarak. Bana ait her şeyi bir çırpıda kaldırıyordum kitap arasına sıkıştırdığım cümlerlerden ve ruhum mabedini ilk defa bulabilmiş gibi kapılıyordu sarılgan tutkularına. Tutukluyum şimdi, tam şu an ramak kala kurtulmaya kelepçelerinden yaslı geçmişin ama sakın bırakma avuç içlerimi. Sen sen olmadan önce benimdin. Sonra seni benim olmaktan çıkartıp yeniden başka bir sen yapan yine bu mahkumun elleriydi. Bırakma, uykuna kabul et beni...
Oysa acemisiydim aşkın, bölerken uykusunu aşikar ediyordum sana kapanan yalnızlığımı. Ondan sonra yetiştiğim için yahut sen benim durağım gelmeden indiğin için otobüsten. Umudumuz bir kitapçının raflarında yan yana gelmeye mecburdu ve sonra belki cesaret gösterir kahve içmeye davet edersem seni, öykünün nemlendirdiğim yapraklarına sığdırabilmeme suskunluğunu paylaşırdım. Yok, kendim gibi davranırsam eğer meçhulde bir yetişkin yalnızlığına konuk olurdun her gece. Biraz rakı, biraz meze... Hiç susmaya alışkın değil gönlüm. Bambaşka bir şehir doğurmuş beni, o yüzden kalbini mucizelerime alıştırmadan bir başkasına emanet edebilecek kadar yürekliyim. Ama sen yine de gitmeden başka bir şehire, terk etmeden sevişen soluklarımızı ve o gün kitapçıda elimde duran kalemin görmeyen gözleriyle ilk sayfaya iliştirdiği not gibi gel olur mu? Bir on saniye daha bağışlarsan bana tutuklun olur nidalarım ilelebet burda, söz vermediğin kadar aşık olurum sana.
Fener korkusu koyu karanlığın
kulunçlarıma yerleşen ihtimam içindeki ızdırap
ve şimalde unuttuğum rüzgar...
Orda gül. Çağırsam gelemeyeceğin hatta
sesimin eremeyeceği zavallı bir memlekette
multu olmaya çalış derme çatma
sana aşık bu kentte
ben varım.
YORUMLAR
Şehre ıhlamır kokuları yayılırken
Bir kadın şarkı söylüyor
Sesi düştükçe üzerine
yanıyorsun..
Yazarım
kutlarım
çok etkilendim.
Umut Kaygısız
Romantik bir yazı, biraz da düşündürdü...
Tebrikler, sevgilerimle...
Umut Kaygısız
Umut Kaygısız
Nasıl bir 'ben'bulduğumu anlatamam yazınızda...Söyleyecek söz mü,yok...Yüreğinize kaleminize sağlık...
Umut Kaygısız
Yüzyıllardır saklanan ve asırlarca yaşayacak bir sevda...Bu kentin bütün sokakları tanır seni,bilirim ki,sus kesen çığlığımla sağnak sağnak akarken sana,yüreğine değen şimdi boş bir lakırtıdır benden...(bir şiirimden)
Bu saatte öyle bir havaya soktu ki satırlarınız,şimdi sahile çıkıp denizi seyreyleyeceğim ve ışıklara bakıp şiirler yağdıracağım geceye...Çok etkilendim...Harikaydı...
Yüreğinize sağlık...
Tebriklerimle...