- 829 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Muhteşem Cennet 'İstanbul'
BÖLÜM 1
Cumartesi aldığım uyku hapları sonrasında bile saat altıda uzaklardan geliyormuşçasına boğuk çalan telefonun sesini duymam yerimde sıçramama sebep olmuştu. Bir haftadır iş başı yaptığımdan her dakikam savcılıkta geçmişti. Yeni işimde avukatlarla birlikte doluşan insanlarla birlikte hâkim önüne çıkıp, bulunan delilleri gözler önüne sermem tüm hayatımı almış gibiydi. Eve yorgun argın döndüğümde aynada kendime bakma fırsatı bulabilmiştim. Çalışmaktan yemek bile yiyemeyen bu yüzün gözlerinin altlarında kocaman, mosmor halkalar vardı. Uyumak zorundaydım, bu nedenle banyo çekmecesinden aldığım şişeden alıp ağzıma attığım dört tane uyku hapı sonucu anca uyuyabilmiştim. Pazar gününün güneşi dik konumuyla dünyaya ışınlarını saçtığı vakit, yani öğlen zamanına kadar uyumayı planlamıştım. Beni uyandıran telefonun fişini akşamdan çıkarmalıydım. Ancak arayanın önemli bir şey söyleyeceği aklıma geldi, ya birine bir şey olduysa? Aklımdan geçen korkuyla karışık merakla ahizeyi kulağıma dayadım arayan Erhan Tunç idi. Kendisi kasabanın şerifiydi. İnsanlar onun arkasından iyilik meleği adlarını taktığı, genç kızların çekirdeklerini çitletirken ona yan gözle bakmaları ve o uzaklaştığında onun hakkında fısır fısır konuşmaları, herhalde kasabanın en çok sevilen olmasına neden olmuştu. Sevilmesinin sadece kasabada işlenen cinayetleri gelişigüzel değil iyi bir şekilde sorgulayarak sonuca ulaşabilmesi onu iyi birer polis şefi yapmıştı. Ayrıca unutmayalım ki bunu unutabilmem imkânsız; polislere çay ve çörek dağıtan ben, Şeyda Faslı artık birer yönetici asistan olmuştum ve bunu şerif Erhan Tunç yapmıştı.
Kasabanın şerifi bana Pazar günü bir yere gitmemi ve gece vardiyasına devriye çıkmamı söylememiş adeta emretmişti. Ben onun emrinde çalışan bir asistan olduğumdan cevap vermeyip sadece ‘peki efendim’ diyerek geçiştirmiştim. Gece vakti uykumu alamadan caddelerde yavaşça dolanmamın uykumu getireceği kesin olduğundan telefonu kapandığında ahizeyi kapadım ve rüyalarıma geri dönüş yaptım. Yastığıma başımı koyduğum an aniden uyuyuverdim.
Saat altıdan uyanana kadar aradan sadece dört saat geçmişti. Gördüğüm acayip korkunç kâbus beni soluk soluğa çığlıklar içinde uyandırmıştı. Kâbusum devriye çıktığım polis arabasıyla ezdiğim bir kunduzla ilgiliydi. Eve döndüğümde kol saatimin yelkovanı dördü gösteriyordu. Gecenin alacakaranlığında yollara sis çöktüğünden yola gözlerimi kısarak bakmış olsam da, tekerleklerimin altında ezilen o her neyse, o şeyi görememiştim. Geri vitese takıp arabayı biraz geriye çekerek neyin üzerinden geçtiğime bakmak için arabadan indim. Gördüğüm varlığı tam adlandıramamıştım. İyice yaklaştım fakat öyle çok duman vardı ki havada ne kadar eğilsem gene hiçbir şey seçemiyordum. Mavi iş gömleğimin kol düğmesini çözerek koluma kadar sıvazladım. Elim çok sert bir şeye değdiğinde irkildim. O şeyi dürtmeye devam ettim. İğrenerek elimi çekmeyi düşündüm ancak rüyalarıma ben değil de bir başkası kontrol ediyordu sanki. Yere çöken sis bulutu şeffaflaşmış, göz gözü görebilecek ana geldiğinde ellediğim o şeyi gördüğüm an tiz çığlıklarım ardında korkarak ayaklandım. O şey bir kunduzdu. Bağırsakları dışarıya taşmış, ince bağırsağı sanki ayaklanmış ve bir yılan gibi bana doğru sürükleniyordu. Koşarak eve geldiğimde kapıyı kapadım ve yaslanarak bir süre durdum. Aniden telefon çalınca irkildim. Açtığımda arayanın kimliğini doğrulayamadım, tanıdık gelmeyen o yabancı ses bana kunduzla ilgi bir şeyler söylediğinde artık kalbim yerinden çıkacakmış gibi pervasızca çarpıyordu. Telefonu kapadım bir süre öylece ayakta kalakaldım. Birinin beni izlediğini hatta o izleyen kişinin arkamda belirdiğini fark ettim. Arkamı yavaşça döndüğümde gördüklerime inanamadım. O… kunduz… Tam arkamdaydı. Ve bana neden beni ezdin ben sana ne yaptım diyen masum çocuklar misali bakışlarla beni süzüyordu. Ben ezmedim seni desem de beni dinlemedi, bana doğru yaklaşıyordu. Karnından aşağıya süzülen bağırsaklar ardında mide suyundan gelen o mide bulandırıcı kusmuk kokusu ve çürümüş et kokusuyla birlikte hala ezilmiş olduğundan yanmış lastik kokusunu andıran karışık koku çevresini sarmış gibiydi ve o kokularla bana doğru yaklaştıkça gözlerimi yaşartıyordu. Gidecek hiçbir yerim yoktu. ‘ben ezmedim seni’. Beni dinlemedi, yaklaşmaya devam etti... O an çığlıklar içinde ‘ben seni vurmadım’ diye inleyerek, sırılsıklam bir şekilde uyanıverdim.
Kendime yaptığım kahveyi yudumlarken rüyayı anlamlandırmakla meşguldüm. Belki de asistanlığa geçtiğimden bu yana girdiğim o morg sonucunda psikolojimin bozulmuştu. Yarın sabah bir psikologa gitmeyi düşündüm. Daha sonra şerife her şeyi anlatır ve devriyeye çıkmamak için izin alabilirdim. Ama bunun çok saçma olduğunu düşünmez miydi? Hadi Şeyda saçmalama bu sadece bir kâbus! Kötü, saçma bir kâbus…
Öğleden sonra hastaneye gitmek yerine polis bürosuna gittim. Şerif öğle yemeğine çıkacak fırsat bulamamış, masasında daldığı o karışık notlar arasında kaybolmuştu. Böldüğüm için özür dileyerek konuşmama başladığım sırada çok şaşıracak bir şey oldu. Şerif bana tatil talep etti. ‘Hayırdır şerif çay makinesi aldığından ve çörek stoku yaptığında beni asistanlığa aldıktan iki gün sonra kendine yeni birini mi buldun yoksa?’ tabii ki de bunu demedim, bu bir düşünceydi. Desem herhalde işten atılmama sebep olurdum. Şerife uzun uzun teşekkürler etmek yerine eve gidip hazırlıklara başlama istediğim tüm vücudumu sarmış olduğunda tam da gitmeye hazırlanıyordum ki şerif bana Türkiye’nin en muhteşem, kültürel yönünden zengin şehrine; İstanbul’a gitmemi önerdi. Yaşadığım bu kasabaya yirmi sekiz yılımı verdiğimden şehirlerin varlığını unutmuş gibiydim. Şehir denince, sadece farklı uluslarda insanların toplaştıkları, gürültücü kalabalık topluluktan başka bir şey gelmezdi akla… Eve gidip araştırdığımda ise yanıldığımı anladım. Gerçekten muhteşem bir yer olduğunu söyleyen on binlerce insanın sözünü dinleyip şerifin verdiği tatilimi orada kullanmayı düşündüm. Bavuluma en çok giydiğim iki kısa kollu tişörtümü, dar paça kotumu, iki çift çorabımı, geceliğimin ve terliğimin yanına diş fırçamı koyarak özenle yerleştirdim. Küçük bir bavula tüm hayatımı sığdırmış gibiydim. Çok fazla eşya taşımayı sevmediğimden bir bavulla yetindim. Küçük, eski, dedemden miras kahverengi bavula götüreceklerimi yerleştirdikten sonra kol çantama da yanımda olmasını gerektiren cep telefonumu ve onun şarj aletini, okuma kitabımı ve fotoğraf makinemi koyduktan sonra bavulumla beraber kapının kenarında bir yere koyarak duvara dayadım. Son olarak İstanbul’u araştırıp ve gidebilmek için otobüsten yer ayırtmam gerekiyordu.
BÖLÜM 2
TÜRKİYE’NİN NEWYORK’U İSTANBUL
İstanbul’a trenle gitmeyi karar verdiğimde şuan devriyede olmam gerekiyordu. Tren yarın saat dokuzu çeyrek geçe kasabanın bağlı olduğu şehirden kalkıyordu. Aklımın ucundan bile geçmeyen o kâbus, başımı kaz tüyü yastığıma koyduğumda tekrar aklıma geldi. Kâbusları tekrar görmekten korktuğumdan uyumamayı düşünsem de akşamdan kurduğum alarma uyandığımda bir tane bile rüya görmememe şaşırmıştım. Giyinerek bir turist edasıyla eşyalarımla evden çıkarak eyalet otoyoluna ilerledim. Şehre inen yoldaki durakların birinde gelecek otobüsü bekledim. Çok geçmeden gelen otobüse binerek tren istasyonunun yolunu tuttum. İstasyona sekiz buçuğu biraz geçe vardım. Saatine göre erken kalkmaya hazırladıkları trene koşa koşa bindim. Ve İstanbul’un yolunu tuttum. Trenle düz çayırlıkların ardında raylarda takır tukur ilerlerken her ovanın birer fotoğrafını çekmekteydim ve daha sonra uyuklamaya başladım. Gözlerim yavaşça kapadım. Saatlerin nasıl geçtiğini anlayamadan kendimi saat ikide İstanbul’da Haydarpaşa Tren Garında buldum. 1908 de inşa edilmiş bu tren garının içi bir hayli muhteşemdi. Osmanlı camiasının en meşhur camları garın tavanına ayrı bir tarz katmıştı. Tavanı, camları gara ekose bir görüntü sağlarken ardından gelen tren sesleri, insanların uğultusu, kıyıdan gelen martıların sesleri kulağıma müzik gibi geliyordu. Gardan ayrılarak Kadıköy Meydana inen yolu tuttum. Minibüsün geçtiğini fark etsem de sahilden yürümenin keyfi bir başkaydı. Karabatakların, balık sürülerinin arasından geçerken denizde oluşturduğu dalgacıkların ardından üstlerinden uçuşan beyazlı siyahlı kocaman martılar ve daha bir sürü kuş, balık… muhteşem bir yerdi İstanbul, tabii daha tam dolaşamamış olmama rağmen bunu hemen fark etmem garip bir duyguydu. \n\n Kadıköy meydanında tiyatro salonu vardı. Bizim kasabada tiyatro bir kutunun arkasından ışık altında kuklalarla yapılan eski moda bir tiyatroydu. Ama burası apayrı bir yerdi. Dahası birde küçük bir kitapçık içinde kuklalardan farklı, insanların rol aldığı sahnelenecek oyunlar saati saatine yazılıydı. İlerledikçe kasabamın yolları bana bulanık gözüküyordu. Burası harika bir yerdi. Saat bayağı ilerlemiş olmasına rağmen gezmekten vazgeçmemeliyim.
Buranın öyle bir sahili var ki herkesin ağzında… Moda Sahili… Âşıkların, birbirini sevenlerin buluştuğu bu sahilin ucu bucağı yoktu. Acayip uzundu anlaşılan. Gittikçe sahil sanki daha çok uzuyordu, yarı yolda geri dönmeye karar verdim. Bir ara kayalıklara oturup ufukta batmaya hazırlanan turuncu güneştopunu izlemeye koyuldum. Bir yanımda balık tutmaya çabalayan bir grup çocuk ellerinde tahtalara bağlı ucunda iğneler bulunan karmaşık misinalarla geçen balık sürülerinin içlerine el yapımı oltalarını salarak onları yakalamaya çalışıyorlardı. Diğer tarafımda elinde gitar çalan çocuk sevgilisine jest yapıyordu. Bense daldığım dalga denizinde düşüncelerimle yüzüyordum.
Kalktığımda sahilin sonuna gitmek yerine Kadıköy’ün içlerine küçük bir yolculuk yapmayı planladım. Eski evlerin, yeni yapılan yapıların, mağazaların, marketlerin, restoranların karışık dizilmiş olan caddelerinde tur atarak kendimi mermerden yapılmış boğanın yanı başında buldum. Herkes fotoğraf çektirdiğine göre bu da önemli bir yapıt sayılırdı. Önünde bir poz çekildikten hemen sonra turuma devam ettim.
Kadıköy’den Caddebostan’a oradan Marina’ya geçtikten sonra Kadıköy turum burada sona ermişti. Oradan trenle Eminönü, Karaköy, Sultanahmet… Ve daha birçok yer ziyaret ettim. Öğrendiğim kadarıyla Sultanahmet’in köftesi meşhurmuş. Koca bir ekmek arası köfte yedikten sonra orada bulunan camileri, müzeleri de dolanırken zamanın nasıl geçtiğini fark edememiştim. Akşam olmuş ancak caddeler hiç de boş değildi. Bu saatte otel bulmayı geçtim kalacak küçük bir odaya bile razıydım. Neyse ki sonunda kendime Rumeli’de bir otel bularak yerleştim. Sabah olduğunda turlarıma devam ettim. Kız Kulesi, Galata Kulesi, Taksim… İstanbul’u bir haftada talan etmiştim. Bu kadar güzel bir cennet şehri gerçekten görülmeye değerdi…
Güneşin sıcacık ışınlarıyla aydınlattığı İstanbul kenti gerçekten görülmeye değer bir yer. Yaşadıklarımı günlüğüme özetçe kaydetmemin tek nedeni bu yeri anlatmak değil görmek gerek. Muhteşem sokakların her yerine, farklı uluslardan yerleşmiş türlü insanların oluşturduğu kalabalık sokaklar, kuşların böceklerin uçuştuğu, balıkların suda yüzeysel hareketlerle ilerlemesi… Muhteşem bu şehir! Herkesin bir gününü ayırıp, kültürel zenginliklerin doluştuğu bu cennete bir kez uğramaları lazım.
bu gibi güzel bir yerden ayrılmak istemesemde iş başı yapmaya, asistanlığıma, kasabama geri dönmemin vakti gelmişti...