- 905 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
zenci
Birinci Zenci
İkindi vaktiydi. Milano’da Duomo meydanı denen yere gelmiştik. Önyüzünde hiç boşluk kalmamacasına her yeri heykellerle süslü kocaman bir katedral; elleri havada azizler, sütunların altında onları omuzlamış gibi duran adamlar, köşelerde küçük melekler. Tatilin ilk günü iştahıyla ve tabii bir de 900 dolarlık makinenin hakkını vermek için, gördüğü herşeyin fotoğrafını çekmeye çalışan arkadaşımı, meydanda kaybetmiştim. Kalabalığın içinde beyaz bir hasır şapka arıyordum. Sonra grubu gördüm, 10 metre ileride, rehberin etrafında toplanmışlardı. Yanlarına gitmek için bir adım attım, ama gidemedim. İri yapılı bir adam yolumu kesmişti. Elinde renkli ipliklerden örülmüş bileklikler olan bir zenci. Bana bir bileklik vermek istiyordu. “No thank you” dedim. Israr ediyordu. Hayır demeyi sürdürdüm ama geçit vermeye niyeti yoktu. “African wristlet for good luck”(1) dedi. İstemiyordum. Sonra bilekliği alıp yakın mesafeden bana doğru attı, tam bileğimin üstüne gelecek şekilde. Geri vermek üzere elime alsam elimde kalacaktı, ne yapacağımı bilemedim. Sessizlik teslimiyettir. Adam dolma kalınlığındaki siyah parmaklarıyla bilekliğin iki ucunu bağlarken bir yandan da sohbet etmeye çalışıyordu. “Where are you from ?“(2) Türkiye’den geldiğimi söyledim. Gülümsedi. “Muslim?” dedi . Evet Müslümandım. Ben de ona nereli olduğunu sordum. “Senegal” dedi . Önce Arapça birşeyler söyledi soru tonlamasıyla. Tanıdık sözcükler değillerdi. Sonra “Helal?” dedi Evet helali haramı biliyorduk tabii ki. “Helal” dedim. “Elhamdulillah?” dedi, evet onu da biliyordum. Bu arada diğer elinde bir tırnak makası belirmişti. İki Müslüman Milano’nun orta yerinde ne güzel ünsiyet peydah etmişken, bu ne içindi şimdi? Bir an İtalya’nın hırsızlarıyla ünlü olduğu aklıma geldi. Tırnak makası küçüktür ama kesicidir, can yakabilir. Korkmalı mıydım? Meydana doğru baktım. Grup hala aynı yerdeydi. Rehberin yüzü bana dönüktü ama beni görmüş müydü acaba? Siyah dolma parmaklar bu sefer tırnak makasını aldılar ve… bilekliğin sarkan uçlarını kestiler. Tehdit geçmişti. Bitmişti işte. Gidebilirdim galiba. “Is this a gift ?” (3)dedim. “Some give money some don’t “ (4)dedi. Eyvallah... Ben de para vermeyenlerden olacaktım demek ki. Ama adam önümden çekilmiyordu. Cebinden bir avuç bozukluk çıkardı. Diğerlerinin verdiği paraları gösteriyordu. Param olmadığını söyledim. Yalan sayılmazdı çünkü bu ip parçası için cebimdeki 50 Euro’yu veremezdim. Beni bırakmadı. Yirmi sent 10 sent ya da daha az birşeyin bile yetebileceğini söylüyordu. Gülümsedim. İstemediğimi söylemiştim. Paramın olmadığını da. Yüzü asıldı. İsterse geri alabileceğini söyledim ve bilekliğin düğümünü çözmeye çalıştım. “Okey okey”dedi gönülsüzce. Serbesttim.
İkinci Zenci
Bizim kıyı şehirlerinde tatile gittiyseniz bilirsiniz, öğle saatlerinde sokakta yerli halktan kimseyi görmek mümkün değildir, birileri varsa onlar ancak turistlerdir. Günyüzü görmemiş tenleri iki günde ıstakoz gibi kızarır, omuzları soyulur, kulak kepçelerinde büller oluşur , yine de sıcakta gezmekten vazgeçmezler. Biz de içimizden “hay şaşkınlar, ne işleri var şu sıcakta” diye güleriz. Ben de Napoli’de aynı durumdaydım ve o saatte balkonlarında soğuk birşeyler içip yelpazelenen Napolililer, muhtemelen , sahil yolunda park etmiş otobüsten dökülen kırk turistle beraber, benim de halime gülmekteydiler. Kontak kapanıp klima susmasaydı içeride oturacaktım. Mecburen indim. Otobüsün kısacık gölgesinden dışarı çıkmamaya çalışarak kaldırımda dikilmeye başladım. Fotoğraf çekmek için az ilerideki eski kaleye yürüyen grup arkadaşlarımızın dönüşünü bekliyorduk. Ben, dizlerinde kireçlenme olan teyze, onun bir dediğini iki etmeyen damadı ve birkaç kişi daha. Deniz yakıcı bir mavilikle parlıyordu. Sıcaktan baygın düşmüş tekneler suyun üstünde kımıldamadan duruyorlardı. Bu saatlerde Napoli’de kımıldayacak herhangi bir şey, enerji yayacak, ısı açığa çıkaracak ve etrafı daha beter sıcak edecek gibiydi.
Bir seyyar satıcı, bebek arabasından bozma tezgahını sürerek yanımıza geldi. Gruptan birkaç kişi tezgahtaki mıknatısların fiyatını sordular. Her biri bir Euro. Ucuz birer hediye olmaktan daha önemli bir işlevi olmayan, dikkat etmezseniz buzdolabınızın kapağında güzel bir çizik bırakan mıknatıslar. Üstlerinde Roma’daki kolezyumun ya da bir Vespa motorun filan, özensiz, kötü boyalı kabartması var. Yapacak daha iyi bir işi olmayan tur arkadaşlarım, tezgahı karıştırmaya başladılar. Adam arabayı gölgeye gelecek şekilde müşterilerin önüne itti. Kendisi güneşte kaldı. Tezgahtaki ıvır zıvırdan başımı kaldırıp ona baktım. Boyu 1 90’ın üstündeydi. Yüzü yanmış kahve çekirdeği kadar koyuydu ve pütür pütür alnında silmeye zahmet etmediği ter damlaları vardı. Bildik Afrikalı dudakları ya da geniş burun kanatları yoktu. Sırtında bu hava için çok kalın olan uzun kollu bir tişört. Gülmüyordu. Mıknatıslar yavaş yavaş alıcı bulmaya başladı. Parmaklarla üç, dört işareti yapılıyor, paralar alınıyor, para üstü veriliyor, poşet isteniyor, adam uzun gövdesini eğip bebek arabasının altından buruşuk torbalar çıkarıyordu. Ayaküstü belki bir 10-15 Euro kazanmıştı. Alışveriş bitti. Adam tezgahtan su kaplumbağası şeklindeki bir mıknatısı alıp, dizlerinde kireçlenme olan teyzenin bir dediğini iki etmeyen damadına uzattı. Damat “üç Euro verdik, üç tane aldık hesap tamam” anlamına gelen birşeyler söyledi. Adam mıknatısı karşısındakinin eline tutuşturup “ No money” dedi. Gülmüyordu. Sonra da bebek arabasını sürerek Napoli’nin öğlen sıcağında yürüdü gitti. Arkasından baktım. Siyah kotunun beli, ancak kalçasının yarısında kalmış, altında iple bağlı naylon bir kumaş gözüküyor, içindeki şorttu herhalde.
Birçok Zenci
Afrika’nın şans bilekliğini birkaç gün çıkarmadım. İtalya’nın birçok yerinde o Afrikalıları gördüm. Sahte çantalar veya Çin malı şemsiyeler satarken, zabıtadan kaçarken, gece banliyö trenlerinden inip, kaldıkları -kimbilir neredeki - izbelere doğru yürürken. “Şansa ihtiyacı olan kim?” diye düşündüm. Yeryüzünün bu güçlü ve “çirkin” insanları daha hayatlarının ilk anında, çetin bir imtihanın içine doğuyorlardı. Yüzyıllardır rahat yüzü görmemişlerdi. Kölelik, kolonizasyon, kuraklık, sel ve son olarak uyuşturucu ve AIDS. Dertler ne kendi topraklarında ne gurbette yakalarını bırakmamıştı. Hala da en aç, en fakir, en işsiz, en cahildiler. Düşündüm. Acaba mahşer günü, arafta, elimde bir ip bileklikle Senegalliyi ararken, o çoktan cennete girmiş mi olurdu?
1: “Afrika şans bilekliği”
2: “nerelisin?”
2: “bu bir hediye mi ?”
3: “bazıları para verir bazıları da vermez”
YORUMLAR
yine güzel bir anlatımdı..
gezi notlarınız keyifli sayın yazarım..
paylaşım için teşekkürler..
cizgilikagit
Ne güzel dile getirmişsiniz.
Bir Gezi yazısından bu kadar tat alacağımı hiç düşünmezdim