25
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
5122
Okunma
Hafta sonları pek çoğumuz için evimizde geçirmek ve ailemizle ilgilenmek isteyeceğimiz mola zamanlarıdır. Koca bir haftanın ardından, evde kafa dinlemekten daha güzel ne olabilir ki? Ama şu da bir gerçek ki; hayat akıp gidiyor. Yavaş adımlarla sonuna doğru yaklaşmakta olduğumuz hayatımızın o en son deminde “keşke” dememek için yapmamız gereken şeylerden biri de gezmek, yeni yerler keşfetmek bakışlarımızın ardını güzelliklerle doldurmak olmalı. Zira bazı şeyleri yapabilmek için yaş gerçekten önemli. Bunu Cumartesi günü çıktığım Büyükada seferinde daha iyi anladım. Yürüyerek yapmanız gereken aktiviteler, dizlerinizle barışık olmalı…
Evet, bir karar verdim. Bundan böyle her cumartesi günü, en azından elimin erişebileceği yerlerdeki saklı maceraları keşfe çıkacağım. İlk durak olarak da, hayranı olduğum Reşat Nuri GÜNTEKİN’ in bir çok romanını kaleme aldığı, Halid Ziya’nın Behlülle Zuhal’i buluşturduğu, edebi bir güzellik ve pek çok imparatorun sürgün yıllarına, Osmanlının son dönemlerinde ise pek çok aydına ev sahipliği yapmış, yüzen bir tarih kırıntısı; Büyükada.
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, her hafta sonu İzmit Vapur İskelesinden Büyükada’ya seferler düzenliyor. Kocaeli’de yaşayanlar için söylüyorum; sefer ücreti gidiş dönüş 25 TL. İskeleden hareket eden vapur Karamürsel, Hereke ve Darıca’ya da uğruyor. Bir saat, kırk dakika süren yolculuktan sonra Büyükada’dasınız. Ayrıca İstanbul’dan adaya pek çok iskeleden 20 dakikada bir seferler var.
Benim gibi daha önce hiç Büyükada’ya gitmeyenler, gezisine nereden başlayacağını bilemeyebilir. Ama korkmayın; adada kaybolma gibi bir tehlikeniz yok. Çünkü ada yalnızca iki mahalleden oluşuyor. Ne yöne giderseniz gidin, tekrar iskeleyi bulmanız imkansız değil.
İskeleden yukarı doğru yürüdüğünüzde Saat Meydanına çıkıyorsunuz. Bu meydanın solunda sıra sıra dizilmiş faytonlar ve günlük ya da saatlik bisiklet kiralayan esnaflar var. Burada bir tercih yapmalısınız: adayı nasıl gezmek istiyorsunuz…Bisikletle dolaşmak isteyenler saati 10 TL, günlüğü 15 TL’ye bisiklet kiralayabiliyor. Faytonların yarım saati 50 TL. Yok “ben yürüyeceğim ve bütün adayı adımlarımla içime çekeceğim” diyorsanız, ulaşım külfetli, ama bedava… Biraz at fobim ve bisiklet binme özrüm yüzünden, ama büyük çoğunlukla kafama göre, doya doya gezmek istediğim için yürümeyi tercih ettim.
Eğer günübirlik değil de, birkaç günlük bir tatil düşünüyorsanız İskelenin tam karşısında İstanbul’u ve diğer adaları gören muhteşem tarihi oteller ve pansiyonlar var.
Hiç bilmediğiniz bir diyarı keşfe çıkmak! Bu heyecanla, meydana açılan sokaklardan birine girip, her adımda büyüleneceğimiz serüvene başlıyoruz.
İlk olarak, Saat Meydanının yanındaki muhteşem görünümlü Meryem Ana Kilisesine uğruyoruz. Bu kiliseye, karşı karşıya olduğu Arabacılar Çarşısından dolayı Arabacılar Kilisesi de deniyor. Kilise kavramı yol arkadaşım olan eşimi biraz tedirgin etse de, etrafında bir tur atıp, o muhteşem ve mistik güzelliği seyre dalıyoruz.
Büyükada, daha çok yazlık olarak kullanılan bir yermiş. Motorlu araçlara kapalı yolların kenarlarında muhteşem köşkler var. Köşklerin mimari yapısına, bahçelerinin göz alıcı dizaynlarına bakınca -romanlarda okuduğum- yüz yıl öncesinin İstanbul’unu anımsıyorum. Köşklerde olsun, apartmanlarda olsun neo-klasik bir mimari tarzı var. Apartman dediğime bakmayın, bahçe kapısına apartman diye yazan yapılar bile, köşklerden farklı olmayan, göz alıcı bahçeleri, girişlerde sanat eseri heykelleri ve alışılmışın dışında mimarileri olan binalar. Çiçeksiz, rengarenk panjursuz tek pencere yok. Batının ve Osmanlı’nın muhteşem birleşimine hayran hayran bakıyorum. Teraslarda ve balkonlarda çay içip, gelip geçen ziyaretçilere gülümseyen insanları görmesem, bu yapıların koruma altında birer müze olduğunu düşünebilirdim. Hemen belirtmeliyim ki, mimarideki modern yapı, ev sakinlerine de sirayet etmiş durumda. Köşklerin bahçe kapısına kadar girip fotoğraf çekiyorsunuz ve kimse bunu yadırgamıyor.
Sokaklar adanın sembolü haline gelen begonvillerle, yaşlı çam ağaçlarıyla ve zakkum çiçekleriyle süslü. Bembeyaz köşklerin bahçelerinden taşan rengarenk ağaç ve çiçekler, bakanı mest edecek kadar büyüleyici. Sahile yakın caddeler nal, insan ve martı sesleriyle çınlasa da, biraz daha yukarılarda, küçük kuş seslerinin bile bölemediği sade bir sessizlik var ki; o andan öncenizi silip süpürüyor. Yol kenarında bir banka oturup, önüm sıra uzayan rengarenk sokağa bakıyorum. Sanki hep buradaydım. Ama aynı zamanda “burası gördüğüm hiçbir yere benzemiyor” diye düşünmeden de edemiyorum.
Özel olarak gitmeniz gereken bir yer yok. Zaten adım attığınız her yer özel. Tarihi yapılar ve hala nefes alan köşkler bir arada. Kiliseleri andıran köşklerin önünden geçerken ezan sesi geliyor kulaklarımıza. Eşim "ille de cami bulmalıyız" diyor. Sora sora ve uzunca bir yürüyüşten sonra küçük bir cami buluyoruz. Caminin karşısında, tek işi gelip geçene plaj yolunu tarif etmek olan bir genç, avaz avaz bağırmakta. Etrafta küçük esnaflar var. Aradığınız her şeyi bulmanız mümkün. Caminin önündeki küçük çeşmede yüzümüzü yıkıyoruz. Ne yazık ki; cami adanın diğer yapıları yanında son derece sönük ve özensiz. Plajı tarif etmekle görevli gence başka cami olup olmadığını soruyor eşim. Genç bize Hamidiye Camiini tarif ediyor. Çam kokulu yolları aşıp Hamidiye’nin önüne geliyoruz. Burası adaya yakışır güzellikte. Abdülhamit döneminde okul olarak yaptırılmış, sonraları Müslüman cemaatin artmasıyla camiye çevrilmiş. İçeri giriyoruz. Her yan muazzam bir zenginlik abidesi. Tavanda, yanlarında hilaller bulunan dev bir yıldız motifi var. Rengarenk vitraylarla süslü pencerelerden büyüleyici bir ışık vuruyor yüzümüze. Altın yaldızla yazılmış ayetlere ve çini motiflerine hayranlıkla bakarken ecdadı rahmetle anıyorum. Oradaki ziyaretçilerden, caminin 2001 yılında restore edildiğini öğreniyorum. Nedense restore edilen binalardaki sırrın kaybolduğunu düşünürüm hep. Eskiden kalma parmak izleri, duvarlara yapışan sesler silinmiş gibi gelir. Bu nedenle, her ne kadar gelecek kuşaklara mirası devredebilmek için, bu çalışmaların yapılması gerektiğini biliyor olsam da, caminin restore edildiğini öğrendiğim için biraz üzülüyorum. Neyse ki her şey aslına uygun ve son derece doğal…
Elimizde ada haritası olmadığı için yürüyüşümüze rastgele devam ediyoruz. Her şey hayat yolunda bir tecrübe. Bir dahaki yolculuğumuzda kesinlikle o bölgenin haritasını istemeyi unutmayacağız. Adanın batı yakasındaki Dil Burnu dinlenmek ve piknik yapmak isteyenler için güzel bir yer. İsterseniz biraz daha aşağıdaki plajlarda denize girmeniz de mümkün. Biz Aşıklar Gazinosu’nda çay molası vermeyi tercih ediyoruz. Karşımızdaki manzara, bırakılmayacak kadar büyüleyici olsa da, vaktimizin kısıtlılığı yüzünden buradan ayrılıp, Aya Yorgi’ye çıkan yokuşu adımlıyoruz. Yokuşu tırmanmak biraz yorucu fakat nefes molalarında doğa bizi dinlendirmeyi başarıyor. Yol o kadar yokuş ki, kenarlar terk edilmiş bisikletlerle dolu. Sanırım kimse bu yokuşta ve sıcakta bir de bisiklet sırtlamayı göze alamamış.
Mevkiimiz Yüce Tepe. Aya Yorgi Manastırı ve Kilisesi adanın en yüksek tepesi olan Yüce Tepe’de, yaklaşık bin yıl önce Bizanslılar tarafından inşa edilmiş. Yol boyu dilek ikonaları satılıyor. İnanışa göre ev, araba, okul, sevgili gibi dilekleri simgeleyen ikonaları alıp, hiç konuşmadan papaza gösterirseniz dileğiniz gerçek oluyor. Tabi bu eşimle bana, eğlence için de olsa uzak bir mevzu. O an için en büyük dileğimiz; bir an evvel soluk alabileceğimiz Yüce Tepeye varmak. Varışta bütün çilemizi unutuyoruz. Daha önce hayatımda görmediğim, göreceğimi de sanmadığım büyülü bir İstanbul tablosu var karşımızda. Eski Rum Yetimhanesi tam karşımızdaki İsa Tepesinden, bize mahzun bir çocuk edasıyla bakıyor. Eşim o çürümeye terk edilmiş binaya bakarken, ne kadar acıktığını düşünmüş. Ben ise, içindeki öksüz çocuk ruhlarının sesini dinledim. Eğer mümkün olsaydı, yıllarca Yüce Tepeden İsa tepesine bakar vaziyette kalabilirdim.
Yüce Tepe Kır Gazinosunda yemek yemek, yolculuğumuzun en güzel anlarından biriydi. Fiyatlar önünüze gelen yemeğin cüssesine göre daha iri dursa da, gazinodan memnun ayrıldık. Yemek işini de hallettikten sonra, Aya Yorgi etrafında ağzımız açık şekilde bir tur attık. Tarihe aşık bir insan oluşumdan mıdır bilmem, etrafımda görünmez insanların dolaştığını, konuşup güldüklerini hissettim. Manastırda Ayia Thekla ikonasının olduğunu biliyordum. Ne yazık ki ikonayı görmem mümkün olmadı. Adı geçmişken Ayia Thekla rivayetinden de kısaca söz edelim.
Ayia Thekla Hz. İsa’nın havarilerinden biri olan Paulus’un Konyada bir vaazını dinlemiş ve ona hayran kalmış. O kadar etkilenmiş ki, bu durum nişanlısının ve annesinin dikkatini çekmiş. Nişanlısı, Aziz Paulus’u valiye ihbar edip, zindana atılmasını sağlamış. Ama Thekla bir şekilde zindana girip, Paulus’un bağlı bulunduğu zincirleri öpmüş. Annesi Paulus’a olan düşkünlüğünden dolayı, kendi öz kızının yakılması gerektiğini, onun artık masum bir kız olmadığını, putperest inanışlarına aykırı hareket ettiğini öne sürerek, idam edilmesini istemiş. Vali, kızın yakılması için emir vermiş. Yakılacağı sırada, gün ortasında hava kararmış ve şiddetli bir yağmurla, yakılan ateş sönmüş. Vali durumdan etkilenip kızı serbest bırakmış ama, kızın çilesi bununla sınırlı kalmamış. Paulus’la Konya’dan ayrılıp Yalvaç’a giden kıza kentin ileri gelenlerinden bir adam aşık olmuş. Onu Paulus’tan istemiş. Kız evlenmeyi reddedince adam onun bir ahlaksız olduğunu ileri sürüp, idam edilmesi için valiye gitmiş. Kız bu kez arslanlara atılmak istenmiş. Ama rivayet bu ya; arslan, kızın ayaklarının dibine kıvrılıp oturmuş. Thekla’nın cezası ertelenmiş, ama kız daha sonra türlü eziyetlere maruz kalmış. Nihayetinde Thekla’daki sırdan etkilenen vali onu serbest bırakmış. Sonraki zamanlarda Thekla, Silifke’de bir mağaraya yerleşmiş ve doksan yıl boyunca Paulus’tan öğrendikleri doğrultusunda yaşamaya ve etrafını aydınlatmaya çalışmış. Yine rivayete göre, kendisini öldürmek için gelen iki kişiden kaçarken mağara duvarları arasında kaybolmuş. O mağara üzerinde günümüze kadar gelebilmiş, Hristiyanların 23-24 Eylül tarihleri arasında ziyaret ettiği bir kilise bulunmakta. Kısaca anlatmaya çalıştığım Thekla’nın, Aya Yorgi’deki ikonasının gizemli olduğuna inanılır.
Vaktimiz daralmıştı. Geldiğimiz yolu takip ederek tekrar Lunapark Meydanına indik. Orada Aya Yorgi yorgunları için bekleyen faytonlar var. Dilerseniz bu heyecanlı yolculuğu faytonla nihayetlendirebilirsiniz. Belediye otobüsleri de varmış. Biz görmedik. Benim gibi at fobisi olanlar, bisiklete binemeyenler ama yürüyecek hali de kalmamış olanlar bu otobüsleri tercih edebilirler. Biz ağaçların altında biraz dinlendikten sonra yürümeyi tercih ettik.
Yine karmaşık bir şekilde sahile inmeye çalışırken, pek çok tarihi yapı ve köşkle karşılaştık. Burada Hükümet Konağından söz etmeden geçemeyeceğim. Bina şehrin yüksek binalarından biri. Yaşlı çam ağaçları, konağın yaşlı yüzünü perdeliyor. Öyle muntazam bir bahçe içindeki, insanın, o binanın bir devlet dairesi olduğuna inanası gelmiyor. Üst katlarının kaderine terk edilmiş olması da ayrı bir şaşkınlık. Ama yine de pek çok memurun "ah burada çalışacaktım ki" diyebileceği bir büyüsü var. Gördüğüm diğer kamu kurumları da adaya uygun mimaride ve eşsiz güzellikte bahçelere sahip.
Meydanın hemen yukarısındaki lokantaların birinde, acıkmadığımız halde " balık ekmek yemezsek bize gülerler" diye tutturan eşimle birlikte yemeğimizi yedik. Bizim oturduğumuz lokantanın adı Hi-Le’nin Yeri. Balık ekmeğimi yerken, içeride koşturan adamlarda muzip bir ’hile’ aradım doğrusu. Hemen belirteyim; bu küçük lokantalarda fiyatlar çok uygun. Balık ekmek 5 TL. Menüde gördüğüm en pahalı yemeğin fiyatı ise 25 TL. Adını soracak olursanız, cevap veremeyeceğim. Zira yabancı bir isimdi.
Kalan yarım saatimizi , tarihi iskeleyi gezmekle geçirdikten sonra, yorgun ama mutlu bir şekilde bizi bekleyen vapurumuza bindik.
Rum Yetimhanesini ve Reşat Nuri GÜNTEKİN’in evini görememiş olmak gezimin önemli eksikleriydi.
Büyükada bir rüyaydı ve uyanışım vapurda yer kapma telaşındaki kadınların ve susmak bilmeyen yorgun çocukların yaygarasıyla oldu. Medeniyetten, yaşadığımız medeniyetsizliğe böyle ani bir geçiş yapmak, biraz sarsıcı oldu ama, Büyükada; seni gördüğüme değdi.
Adaya giderken yanınızda götürmeniz gerekenler: İlle de fotoğraf makinesi, geniş bir şapka, içinde bol su ve atıştırmalık yiyecekler bulunan küçük bir sırt çantası…Bir de unutmadan; mutlaka parmak arası terlik giymenizi ve asla kot giymemenizi tavsiye ederim. Uzun bir yürüyüş düşünüyorsanız tabi.
Bir dahaki Cumartesi seferinde buluşmak üzere…
...ENGİNDENİZ...